OSMANLIDA İLK HALİFE VE SON HALİFELER… CUMHURİYETİN İLK VE SON HALİFESİ…
Kuran'da geçen "halife", "hulefa", "halaif" kelimelerinin hiçbiri "Allah'ın vekili" anlamına gelmez. Bir rivayete göre Ebu Bekir kendisine "Allah'ın halifesi" anlamına "Halifetullah" diye hitap edenlere itiraz etmiş ve "Allah'ın Resulü'nün halifesi" anlamına "Halifetu Resulillah" denmesini istemiştir.
Hilafetin ilk dönemlerinde yani Hulefâ-yi Râşidîn (Dört Halife) döneminde hilafetin birliği yani bir tek halife prensibi benimsendi ve büyük oranda uygulandı. Ancak bu dönemin sonlarına doğru iç çekişmeler sonucu durum değişti. Zira İlk olarak Ali döneminde Muaviye çeşitli sebeplerle önce Ali’nin halifeliğini tanımamış ve daha sonra girişilen mücadele sonucu özellikle de Sıffın Savaşı’nda Tahkim Olayı'ndan sonra çıkan anlaşmazlıklar sonucu Muaviye taraftarları ona halife olarak biat ettiler.
Böylece İslam dünyasında ilk defa aynı anda iki ayrı halifelik varlığını icra etti. Ancak Ali’nin şehit edilmesinden sonra Muaviye Hasan ile anlaşarak hilafeti devraldı ve çeşitli entrikalarla da olsa siyasî birliği tekrar sağladı.
Aynı şekilde Emeviler döneminde Emevi hilafetinin yanında Abdullah b. Zübeyir’in Mekke halkının biatiyle birlikte hilafetini ilan etti. Yine Abbasi hilafeti döneminde Kuzey Afrika, Mısır ve Suriye bölgelerinde hakimiyet sağlayan Şii Fatımiler M. 910’da İmam Ubeydullah’a biat ederek halife ilan ettiler.
Böylece İslam toplumunda biri Sünni diğeri Şîi iki halife varlığını icra etti. Daha sonra Abbasi katliamından kurtulup 756'da Endülüs’e yerleşen Emevi ailesi üyeleri, önce bir emirlik kurdu 929’da halifeliklerini ilan ettiler. Bu da Abbasi ve Fatimi hilafetleri ile birlikte İslam dünyasında üçüncü bir hilafetin ortaya çıkması demekti.
"Resul'ün halifesi"nden "Allah'ın halifesi"ne terfi, iktidarın dogmatizmle korunmasının gerektiği Abbasi döneminde oldu. Abbasiler döneminde bir istisna dışında halifelik babadan oğula geçti, dolayısıyla dini bilgi ve meziyette üstünlük aranmaz oldu.
Abbasilere göre Halife günahsız ve yanılmaz olmak zorunda değildi. Halife Mansur vasiyetinde oğlu Mehdi'ye "Allah'tan korkma ve günah işlemekten sakınma, çünkü Allah zor zamanlarda senin rehberin olacaktır." diyordu. Mehdi döneminde şiir, güzel sanatlar, müzik, içki ve av partileri, sohbet toplantıları ile şenlenen Abbasi sarayı sofuluktan uzaklaşmış, zındıklıkla suçlanacak noktaya yaklaşmıştı. Karısı Hazeyran'ın perde arkasından devlet işlerine karıştığı söylenirdi.
İbn Haldun tarafından "bir yıl savaşa, bir yıl hacca giden" sofu ve mücahid bir şahsiyet olarak tarif edilen Harun Reşid, aslında eğlence ve içkiye düşkün biriydi. Hatta bazı kaynaklara göre, dönemi eğlence alemleriyle geçmişti. Nedimi Ebu Nuvas sadece içki, oğlancılık, sefahat hayatı ile değil, İslami değerleri sorgulayan tavırlarıyla da bilinirdi.
Harun Reşit'in oğlu Me’mun da eğlenceyi ve içkiyi severdi ama daha önceki halifelerin tersine, bilim ve felsefeyle ilgilenen olgun bir kişilikti.
750 yılında başlayan Abbasi Hilafeti, Moğol Hanı Hülagu'nun 1258'de Bağdat'a girmesiyle sonlandı ve 1261'de Mısır'da Memlukler döneminde "gölge/sembolik" Abbasi Hilafeti dönemi başladı. Yani siyasi muktedirin yanında Peygamber'in (ve hanedana adını veren amcası Abbas'ın) geldiği Kureyş soyundan biri sembolik olarak Halife olarak boy gösteriyordu.
Kureyş meselesine İbn Haldun'un nasıl "çözüm" buldu. Ona göre bir kabileye "asabiye" itibariyle yakın olmak,onu sevmek, o kabileden olmak anlamına gelirdi! Yani Kureyş kabilesine gönülden bağlı olan biri Kureyşli sayılırdı! Bu mantıkla Kureyşli birine bile ihtiyaç yoktu, ama henüz Kureyşli bulmanın zor olmadığı dönemlerdeydiler...
Sultanların gölgesi altında kalmış, hiçbir siyasî yetkisi ve otoritesi bulunmayan, topraksız ve düşük maaşlı halifeler, birkaç istisna dışında, bu durumlarını Memlûkların sonu olan 1517 senesine kadar sürdürdüler. 1517 tarihi resmi tarihimizde "Yavuz Sultan Selim'in Hilafeti (Halife III. Mütevekkil'i) İstanbul'a getirdiği yıl" olarak kabul edilir.
Öncelikle I. Murat’ın Edirne’yi fethetmesi üzerine Karamanoğlu Beyinin yazdığı tebrik mektubunda "halife" ifadesinin bulunması ve bu mektuba verilen cevapta Şeref-i Hilafet tabirinin kullanıldığı bilinir.
Nitekim resmi tarih Osmanlı hilafetini 1517 ile başlatılar. Rivayete göre Yavuz, Kahire'de bir törenle Halifeliği devr almış, "gölge halife III. Mütevekkil'i de 1518'de deniz yoluyla İstanbul'a göndermişti. Mütevekkil İstanbul'da Eyüp ve Ayasofya'da törenlerle "hilâfet kılıcı"nı padişaha kuşatarak unvanını yeni sahibine devretmişti. Bir müddet sonra Yavuz Mütevekkil'i Yedikule'ye hapsettirmiş, Yavuz'un ölümüne kadar orada kalmış, Kanuni Sultan Süleyman'ın izni ile 1520'de Kahire'ye dönebilmiş, 1538'de Halife unvanı ile ölmüştü.
Bu olaya dönemin kaynaklarından sadece Hoca Sa’deddin Efendi şöyle değinir: “Libas-ı hilafeti istihkak ile telebbüs eylemişken dervişane kisvet ve libası ihtiyar etmişti.” Ortada başka bir kayıt VE KANIT yoktur. Arap kaynaklarında ise Mütevekkil "Halife"dir .
Bazı tarihçiler “Abbasi soyundan gelen son halifenin halifelik haklarını resmi bir törenle Yavuz’a devrettiği hususun XVIII. yüzyılda uydurulan bir söylenceden ibaret olduğunu” iddia ederler
Hilafet elbise değiştirmekle geçen bir şey olsaydı herhalde 1260'tan 1517'ye kadar Memluk sultanları yanlarında birer Abbasi/Kureyşli istihdam etmekle uğraşmazlardı.
Yavuz'un Mekke ve Medine’nin anahtarları ile Mukaddes Emanetleri Kahire’ye gönderdiği ve saltanatı sırasında "Halife" unvanından ziyade “Hâdim’ül Haremeyn eş- Şerifeyn” (Mekke ve Medine'nin Hizmetkarı) unvanını kullandığı biliniyor.
Halefi Kanuni Sultan Süleyman, Sadrazamı Lütfi Paşa'dan “Hilâfetin Kureyş kabilesinden olması şartını” aydınlatmasını ister. Lütfi Paşa, 1554 tarihli Halâs’ül-ümme fi ma’rifeti’l-eimme adlı eserinde İbn-i Haldun'un tezini hatırlayarak halife olmak için Kureyş kabilesinden gelme şartının olmadığını keşfeder!
Kanuni Sultan Süleyman’ın halife unvanını üstlenmesi konusunda bir diğer önemli destek, kesintisiz 29 yıl şeyhülislamlık görevinde bulunan Ebussuud Efendi'den gelmiştir. Ebussuud, Kureyş meselesini tamamen görmezden gelerek, kanunlar ve resmi evraka sultanın tüm Müslümanların halifesi (Hilâfet-i Kübrâ) olduğunu ifade eden ibareler koyarak meseleyi İskendervari tarzda "çözmüştür."
Kanuni sonrası padişahların bu unvanı kullanıp kullanmadıklarına ilişkin bir çalışma yok. Ancak Çöküş Dönemi'ni başlatan 1774 tarihli Küçük Kaynarca Antlaşması'ndaki “Hilafet ve Müslümanların halifesi” ifadesi ve Muradgeae D’osson’un (Tosun Paşa diye bilinir) “Tableau General de I’empire Ottoman” isimli kitabındaki ibareden sonra Avrupalılar Papa'nın muadili olarak "Halife"yi görmeye başlarlar.
19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Batıcılık ve Osmanlıcılığın iflas etmesi üzerine aynen bugünkü gibi İslam kurtarıcı bir ideoloji olarak tekrar gündeme girmişti. 1856 Islahat Fermanı’ndan bu yana gayrimüslimlere tanınan hakların rahatsızlığını duyan Ziya Paşa, Namık Kemal gibi aydınlar, İslamcı düşünceye sıkı sıkıya sarıldılar. Birbiri peşi sıra gelen toprak kayıplarını İslam’ın toparlayıcı ve yenileyici gücü ile önlemek, hatta sınırları eski haline çevirmek düşüncesi II. Abdülhamit’in iç ve dış politikalarının temel motifiydi.
Bu amaçla Halil İnalcık’a göre 18. Yüzyılda üretilmiş bir efsane olan ‘Halifelik’ meselesi yeniden ‘keşfedildi’, 1876 tarihli Kanun-ı Esasi'nin 4. maddesine “Zatı hazireti padişahi hasbel hilâfe dini islâmın hamisi..." yazılır ve arkası gelir.tek tip Kuran’lar basılıp hem ülke içinde hem de Türkistan, Hindistan ve Cava gibi uzak diyarlarda dağıtıldı, Hac yollarının güvenliği sağlandı, Arap eyaletlerine büyük yatırımlar yapıldı, Arap kökenliler önemli görevlere atandılar. Abdülhamit çevresinde Arap ulemayı eksik etmedi. Bu yaklaşım bir yandan merkezin ‘Kavm-i Necip’le barışmasını sağladı, dünyanın uzak köşelerindeki Müslümanlarda heyecan uyandırdı, bir yandan da siyasal İslamcılığın ilk nüvelerinin ortaya çıkmasına yardımcı oldu.
Kısa süreli de olsa "yıldızı parlayan" Hilafet'in sonunu hukuken 3 Mart 1924'te Kemalistler getirdi, ama sonunu fiilen getiren Abdülhamid'i tahttan indiren İttihatçılar olmuştur. 11 Kasım 1914’de Osmanlı İmparatorluğu İtilaf Devletleri’ne savaş ilan ettikten hemen sonra Almanlar İstanbul'da Doğu İstihbarat Servisi’ni (Nachrichtenstelle für den Orient) kurmuşlardı. Başında ilerde "Kayzer'in Casusu" diye ünlenecek olan Alman arkeolog Max Freiherr von Oppenheim’in bulunduğu büroya İTC'nin yeraltı örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’nın elemanları yardımcı oluyordu.
Misyonun en önemli amacı savaş halinde İtilaf Devletleri’nin ordularındaki Müslüman askerleri Hıristiyan komutanlarına karşı ayaklanmaya teşvik etmekti. Büronun ilk başarısı Harbiye Nazırı Enver Paşa ile Dahiliye Nazırı Cemal Paşa’yı cihat çağrısının faydalı olacağına inandırmak oldu. Onlar da Padişah V. Mehmed'i ikna ettiler. Kayzer II. Wilhelm’in Müslüman olduğu şayiaları yükselirken, Şeyhülislam Ürgüplü Hayri Efendi, 14 Kasım 1914’te beş bölümlük bir fetva çıkardı.
Dünyanın bütün Müslümanları anlayabilsin diye Osmanlıca, Arapça, Farsça, Urduca ve Tatarca olmak üzere dört dilde 500 bin nüsha bastırılan fetvanın altında ayrıca üç eski şeyhülislamın, 11 kazaskerin ve devrin önde gelen 14 din aliminin imzası vardı.
I. Mahmud tarafından Hayri Efendi’nin atalarından Hacı Nuri Bey’e hediye edilmiş kalemle imzalanan fetva Süleymaniye'deki Meşihat binasından Fatih Camii'ne büyük merasimle götürüldü ve camiin avlusunda bekleyen binlerce kişiye Fetva Emini Ali Haydar Efendi tarafından okundu.
Fetvada Padişahın cihad emrine herkesin katılmasının farz olduğu, İslâm Hilafetini ortadan kaldırmak isteyen Rusya, İngiltere ve Fransa'nın idaresi altında olan bütün Müslümanların bu devletler aleyhine birleşmesinin şart olduğu, buna uymayanların ağız cezalara uğrayacağı; İslam askerini öldüren veya Almanya ve Avusturya aleyhine savaşan Rusya, İngiltere ve Fransa tebası Müslüman askerlerin büyük günah işlemiş olacağı belirtiliyor, dünya Müslümanlığı İtilaf Devletleri'ne karşı Mihver Devletleri'nin yanında savaşa çağrılıyordu.
Hem Sünnilere hem de Şiilere seslenen fetvada İngiltere, Fransa ve Rusya İslam düşmanı; Almanya ise Halife'nin ve İslam'ın dostu olarak gösteriliyordu. Daha sonra özel ve kutsal anlam kazandırmak için ‘Cihad-ı Ekber’ olarak anılacak bu Fetva-yı Şeriye ve ekindeki beyannameden milyonlarca adet bastırılarak Müslümanların yaşadıkları bölgelerde dağıtıldı.
İtilaf Devletleri bu çağrıya karşı Kuzey ve Batı Afrika’da bir çok tarikat şeyhinin, ulemanın, aşiret reisinin, müftünün, Fas Sultanı, Tunus Beyi ve Cezayir Valisi'nin mektuplar yazmasını sağladılar. Bu mektupların yayımlandığı Revue du Monde Musulman adlı Fransız dergisinin ilk 160 sayfası milyonlarca çoğaltılarak Fransız sömürgesi olan Moritanya, Senegal. Mali ve Gine’de halka dağıtıldı.
Olayı "Offenbach operetleri tarzı bir oyun" olarak niteleyen Hollandalı Şarkiyatçı Hurgronje’un deyimiyle "Alman Malı Cihad", Britanya’nın Müslüman tebaasını ayaklandırmaya ve Osmanlı'yı kurtarmaya yetmediği gibi en önemli sonucu yerli Hıristiyan halkların kırılması oldu. Fiilen işlevsizleşen Hilafet makamının 1924'e kadar yaşaması dahi bir mucizeydi.