Belgelerden öğrendiğimize göre ANADOLU da 1676, 1679, 1696, 1715, 1725, 1746, 1757, 1797, 1815, 1887 yıllarında Akdeniz Bölgesi’nde yedi kez, Karadeniz Bölgesi’nde beş kez, en az iki yıl süren büyük kuraklıklar yaşanmış. Orta Anadolu ile Güney doğu Anadolu bölgesindeki 1844-1846, 1879-1881 kuraklıkları ile Trablusgarp Vilayeti’ndeki 1887, 1892-1893, 1905-906 ve 1907-1910’daki kuraklık dalgaları Osmanlı devletini ve halklarını büyük sıkıntılara sokmuştur. Cumhuriyet Türkiye’si de bu durumdan farklı kalmamıştı. Osmanlı döneminde kuraklıktan doğan kıtlığa “kaht-ü galâ”; kıtlığın mağdur ettiklerine “kahtzedegân” denmektedir

 Kıtlığın çekirge istilaları, yangınlar, depremler, savaşlar, isyanlar, eşkıyalık, toprağın verimli işlenmemesi, ürünün iç pazara verilmek yerine ihraç edilmesi, pahalılık, kötü dağıtım gibi pek çok nedeni olmakla birlikte en önemli nedeni kuraklıktı. Kuraklığın en önemli nedeni ise yağmursuzluk yani “kıllet-i bârân” idi. Bunun giderilmesi için veya daha yağmur mevsimi gelmeden yeterli miktarda yağmur yağması için sık sık yağmur duasına yani “istiskâ”ya çıkılırdı. Hatta bu dualara padişahlar ve Şeyhülislamlar da öncülük ederlerdi.

1591-1611 arasında Amasya-Tokat çevresi başta olmak üzere, Halep, Maraş Urfa çevreleriyle, Malatya ve Erzurum’a kadarki bölgeyi, yani neredeyse Anadolu’nun yarısını kasıp kavuran Celali İsyanları’nın nedenleri arasında da kuraklık vardı. 1591-1596 yılı arasında aşırı soğuklar nedeniyle yağışlar azalmış ve etkili bir kuraklık başlamıştı. İstanbul’da 1595 kışında fırtınalar nedeniyle şehre zahire taşıyan gemiler ulaşamadığından büyük ekmek kıtlığı yaşanmıştı. 1596 yazında yine İstanbul ve çevresindeki kuraklık sebebiyle, sular çekilmiş ve çeşmeler kurumuştu. Bundan dolayı yiyecek sıkıntısı çekilmeye başlanmış ve durumu fırsat bilen karaborsacılar ve stokçular zahire ve her türlü yiyecek maddesini saklayarak fazla fiyatla satmaya başlamışlar ve kıtlığın etkisinin daha da şiddetli hissedilmesine neden olmuşlardı.

 Yanardağ patlamalarının kuraklığa etkisi… Osmanlı dönemine rastlayan en ciddi olay, 19 Şubat 1600 tarihinde Peru’daki Huaynaputina Yanardağı’nın püskürmesi olmuştur. Hava çok nemli hale gelmiş bunların sonucu da bazı bölgelerde bir nevi “Küçük Buzul Çağı” yaşanmıştı. Patlamanın, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuzey komşusu Rusya Çarlığı’na etkisi 1601-1603’da yaşanan büyük kıtlık ve bunun sonunda 500 bin ile 2 milyona yakın insanın hayatını kaybetmesi ile görülmüştü. Şemseddin Sivasi’nin postnişini olan Receb-üs Sivasi patlamadan üç yıl sonra Sivas Vilayeti’ndeki durumu şöyle anlatır: Arazi baştan başa sahipsiz, boş ve muattal kaldığından açlık baş gösterdi. Fukara halk ot yapraklarını, ağaç köklerini ve kabuklarını, daha sonra çöplük ve yollarda buldukları leşleri yediler ve kurtlar gibi köpek ve kedileri avladılar. Bu feci durum devam etti.

1612 tarihinde kaht-ü gala (kıtlık) son haddine varmıştı. Kedi ve köpek de kalmayınca hayvan kanlarını ve leşlerini ve daha sonra da çocuklarını boğazlayıp yemeye başlamışlardı. Hatta bir gün bir tencerede pişirilmiş çocuk eti bulundu. Boğazlayanı ateşe atmaya hükmettiler. Bu adam yanarken etrafını çeviren aç insanlar ateşin alevi hafifleyince bunun büryan gibi kızarmış etini de yemek için kapıştılar. Bu hadiseden sonra artık bu feci hal men edilemez de oldu.

Açlıktan çocuklarını boğazlayıp yemek zorunda kalmak kolay sindirilecek bir olay değil. Bir zamanlar Hilmi Yavuz’un “Batı kültüründeki yamyamlık” iddialarını anımsayanların, benzeri bir durumun bu topraklarda yaşandığına inanması zor. Ancak Henry R. Shapiro, 17. yüzyıla ait Ermenice elyazmalara yani “kolofonlar”a dayanarak bu hikâyeyi doğrulamakta. Shapiro’ya göre kolofonlar bugüne dek fazla incelenmemiş bir belge türü. Dilleri grabar denilen Eski Ermenice olup din adamları tarafından kaleme alınmışlar.

Ararat (Ermenistan) toprakları tekrar ıssız olduğu zaman, bir hırsız çetesi (onlar için Celali diyorlar) Türk tarafına gelip orada yerleşti ve çok sayıda suç işlediler, az sayıda kalan ahali üzerinde. Geceleyin gidip bakıyor ve arıyorlardı; nerede bir adam bulunursa üzerine gelerek onu katlediyor ve çocuklarını esir alıyorlardı. Ülkeye kıtlık getirinceye kadar evleri ve kiliseleri talan ediyorlardı. Sonra yamyam oldular. Mağnoy Manastırı’ndan piskoposu kaçırdılar, ızgara yapıp yediler…

Her yerde o kadar aşırı kıtlık vardı ki, mezarlıktan ölüleri alıp yiyorlardı. Anne babalar çocuklarını yiyordu… Oruç günlerinde köpek ve kedi ve her tür pis hayvanı yiyorlardı. Aç karnın yarattığı delilikle insafı unutuyor ve vahşi hayvanlar gibi pusu kurarak birbirlerini avlıyorlardı. Bir anne evinden çıktığı zaman aile çocuğunu kurban ediyordu. Annesi evine ulaştığında pişirilmiş etini önüne koyuyorlardı ve o bilmeyerek bu eti yiyiyordu… Erzurum’da insanların etini ve yağını satıyorlardı. Şehrin paşası meseleyi öğrenince adamları boğdurttu fakat olayları engelleyemedi.

Henry Shapiro “Elbette ki bu anlatımlar abartılı olabilir, fakat rivayetlerin tamamen doğru veya abartılı olması bizi pek ilgilendirmiyor, çünkü bizim ilgi alanımız Ermeni katiplerin tarihi idrakidir. Rivayetlerin abartılı olup olmaması bir yana kıtlık rivayetleri yalnızca Ermenilerde söz konusu değildir. Örneğin Sivaslı bir şeyhin 17. Yüzyılın başında bir bir kıtlık döneminde Ermenilerinkine benzer bir şekilde çocukları boğazlayıp yiyen ailelerin varlığından Arapça olarak bahsettiği bilinmektedir,” demekte. ( Shapiro’nun sözünü ettiği Sivaslı şeyh, Receb-üs Sivasi dir. )

1783 Laki (İzlanda) ve Asama Dağı (Japonya); 1815 Tambora (Endonezya) patlamalarının etkisi Osmanlı ülkesine veya komşularına ulaşmadı ama Anadolu coğrafyasında kayıtlara geçmiş önemli bir kuraklık dalgası 1839 senesinde ilk belirtilerini göstermiş, 1844 yılında şiddetlenmeye başlamış, nihayet kış aylarında dahi yağışların azlığı yüzünden 1845/1846 senesinde özellikle İstanbul, Kastamonu, Sivas, Diyarbakır, Bursa, Adana, Konya ve Ankara’da yağışın azlığı nedeniyle tarım alanlarından hububat elde edilememişti. 7 Haziran 1846 tarihli bir arizaya bakılırsa Gemlik bölgesinde yüzlerce kişi çıplak ayakla tahıl aramak için Marmara kıyılarına kadar yürümüştü. Şark’ta meralar kuruduğu için hayvanlar telef olmuş, hayvan vebası artmış, vergiler toplanamamış, isyanlar artmıştı. Diyarbakır’ın güney kesimlerindeki kazalardaki pek çok köy, ahalisi tarafından terkedilmişti.

Kuraklık 1857 yılında İstanbulda yaşandığında, Pera-Beyoğlu bölgesinde kurulan Altıncı Daire-i Belediye’nin en büyük görevi kentin aşırı sıcak ve kuru yazlarında ortaya çıkan sorunları çözmek olacaktı. Bölgenin su sorunu şehrin peyzajını değiştirmiş, halk Bahçeköy, Istranca, Boğazköy, Burgaz, Alibeyköy, Maslak gibi nispeten sulak yerlere taşınırken sefaretler de Boğaz boyunca yazlık konutlar inşa ettirmeye başlamıştı.

İdarenin kuraklığın zorlamasıyla attığı önemli adımlardan biri şehre modern bir su şebekesi kazandırmak olacaktı. 1868’de bir yabancı şirketin temsilcileri olan Mühendis Terno ve Hariciye Teşrifatçısı Kâmil Bey’e 40 yıllık bir imtiyaz verildi. Su, 1851’de yapılan ve 40 km uzaklıktaki Terkos Baraj Gölü’nden getirileceği için, asıl adı Dersaadet Anonim Su Şirketi olan şirket halk arasında “Terkos Şirketi” diye anıldı.

Kuruluş 1883’ten itibaren Beyoğlu, Galata, Haliç ve Boğaz’ın Rumeli yakasını basınçlı musluk suyuyla tanıştırırken, Anadolu yakasına su getirme işi 1888’de bir Fransız kuruluşu olan Üsküdar-Göksu Su Şirketi’nin temsilcisi Karabet Sıvacıyan’a verilmişti. Şirket, 1893’te I. Elmalı Barajı’nı inşa ederek Anadoluhisarı’ndan Bostancı’ya kadar uzanan bölgeyi suya kavuşturdu. Ancak şehir halkı uzun yıllar “Terkos” dediği musluk suyunu içmeye yanaşmadı. Şehirde arabalı sucular (sakalar) dolaşır, iki atın çektiği arabalarda, küfeler içinde kırk kadar damacana dizilirdi. Ünlü kaynaklardan toplanan bu sular üzerleri temiz bir tülbent ve tahta bir kapakla kapatılan küplerde saklanırdı. Sakalar kendilerinden su alan evleri bilirler, boş damacanayı görünce yenisini bırakırlar, kapıya da tebeşirle işaret koyarlardı. Ay sonunda iş para toplamaya gelince de kavgalar eksik olmazdı.

Biraz geriye dönersek, bu yatırımlar sayesinde İstanbul bir nebze de olsa kuraklığın etkisinden kurtulurken 1869-1870 yıllarında havaların çok sıcak geçmesi nedeniyle başta Ankara ve Konya olmak üzere Anadolu’da pek çok bölgede tarladan ürün alınamamış; hükümetin sıkıntılı bölgelerin ihtiyacını karşılamak için çalışmalara başlamasına rağmen nakliyatta karşılaşılan zorluklar nedeniyle zahire zamanında pazara getirilememişti. Hükümet Ankara’nın et ihtiyacının karşılanabilmesi için öncelikle yakın olan yerlerden küçükbaş hayvan nakledilmesini istemişti. Fakat hükümetin bu isteği Kastamonu başta olmak üzere diğer yerlerde de tepkilere neden olmuştu. Kıtlık nedeniyle halkın yetersiz beslenmesinden dolayı bünyeler zayıf düşmüş ve beraberinde de salgın hastalıklar gelmişti.Bu dönemde kıtlık ve hastalık yüzünden Ankara, Kastamonu ve Kayseri'de 150 bin insan ile 100 bin çiftlik hayvanının öldüğü bilinmektedir.

Osmanlıda doğu ve Güneydoğu anadoluda  bir kısım aşiretler ise hayvanlarıyla beraber sonbaharı ve kışı geçirmek için Sivas, Halep, Diyarbakır ve Toroslara doğru göç etmeye zorlanmıştı. Bölgede kalan hayvanların çoğu 1874 Martına gelene kadar açlıktan, şiddetli soğuktan, hayvan hastalığından ve tabi yemek için sahipleri tarafından kesilerek ölmüşlerdi.

Kuraklık ve kıtlığın bir sonucu da iç göçlerdi. Örneğin 1874 kıtlığıyla beraber Ankara kaza ve sancaklarından Ankara merkezine doğru yaklaşık 4 bin kişi; İstanbul, Adana, Bursa, Kastamonu, Sivas, Gümüşhane, Samsun, Tokat, Erzurum, Düzce, Bergama, Adapazarı, İzmit, İstanbul ve Halep’e ise yaklaşık 30 bin kişi göç etmişti. Ancak bu göçler hem göç eden kişilere beklediği yararı sağlamamış, hem de göç edilen yerlerdeki ahaliyi sıkıntıya sokmuştu. Göçmenler yoksulluklarının yanı sıra hastalıkları da taşıyorlardı yanlarında. Sonunda başta İstanbul olmak üzere Sivas, Amasya, Erzurum, Bursa vilayetleri göçmenleri eski yerlerine iade etmeye başlamıştı. Bu durum elbette durumu daha da ağırlaştırmıştı.

Güney doğu Anadolu da  ikinci büyük dalgayı oluşturan 1879-1881 kuraklığı ise Yağmurlu bahar aylarına gelindiğinde kuraklığın şiddeti artmakla kalmamış, etkileri bölgenin özellikle orta kesiminde yer alan büyük Diyarbekir ovasındaki ekili arazide görülmeye başlamıştı. Bir önceki sonbaharda büyük umutlarla ekilen tohumu yeşertecek miktarda ne kar ne de yağmur yağmıştı. Bölgenin birçok yerinde yüzlerce irili ufaklı akarsu kurumuş, Dicle ve Fırat nehirlerinin debilerinde inanılmaz miktarlarda düşüşler kaydedilmişti. Hasat mevsimine gelindiğinde bölgedeki kuraklığın boyutu daha da netleşmişti. Birçok üretici ektiği tohumun meblâğı kadar bile hasat elde edememişti. Sonbaharın gelmesiyle birlikte gıda fiyatları inanılmaz miktarlarda artmış, kıtlık bölgenin her yerinde hissedilir olmuştu.

Anadolu’nun güney doğusunda da, 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nin yıkımlarının üstüne gelen 1879’daki kuraklığını 1880 soğukları izlemişti. Metrelerce kar haftalarca kalkmamıştı, Geceleri yoğun sis ve ekinleri kökünden sökecek kadar şiddetli rüzgarlar yaşanmıştı. Bazı koyunculukla uğraşanlar sürülerinin yüzde 90’ını kaybetmişti. Bu kötü gidişin sonuçlarından biri Şemdinanlı Nakşibendi Şeyhi Ubeydullah Nehri’nin isyanı oldu. Toplumsal sonuçlarından biri de Malatya ve Diyarbakır’daki “ekmek isyanları” olmuştu.

Diyarbakır Ermeni Cemaati’nin ruhani lideri Boyacıyan’ın mektubunda durumun vahameti şöyle anlatılıyordu:

Savaşın sefaleti daha üstümüzden kalkmadan yeni ve büyük felaketlerle karşı karşıya kaldık. Halk büyük bir kıtlık yüzünden perişan; ekmek normal fiyatının en az on altı kat üstüne fırlamış durumda. Ekmeğin yerine koyulabilecek her şeyin fiyatı yüksek. Musul, Mardin, Siirt, Van ve Bayezid’e göre burası yine de daha ucuz. Bu şehirde yardımla yaşayan dört binden fazla insan var; sokaklar dilencilerle dolu ve bunların pek çoğu açlıktan ölüyor. İngiliz halkının yardımsever eli her ne kadar bu zavallı insanlara uzanıyor olsa da kıtlık o kadar dehşet boyutlardaki ki hiçbir yardım ülkeyi kaçınılmaz felaketinden kurtaramaz. Sert kışın şiddeti yoksulun acısını on kat daha artırdı. Tanrı yardımcımız olsun!

Nitekim Van’daki İngiliz Konsolosu Yüzbaşı Clayton, 1880 yılının Haziran ayında bölgede açlıktan ölenlerin sayısının 10 bine ulaştığını, bunun büyük bir çoğunluğunun da hem yiyecek, hem geçim ve ticaret kaynağı olan hayvanlarını kaybeden aşiretler olduğunu yazacaktı merkezine. Clayton’a göre bu aşiretler çareyi dağlardan inip yakın köyleri yağmalamakta buluyorlardı. Bu baskın ve yağmalardan en çok nasibini alanlar da Van’ın Bayezid ve Erzurum’un Eleşkirt bölgelerindeki köylerdi. Diyarbakır ve Malatya’da ise aşırı pahalılaşan ve buna rağmen ulaşılamayan ekmekler için isyanlar çıkmıştı.

Kuraklık 1883-1887’de bu sefer Ankara havalisini yokladı. Kırşehir Sancağı’ndan Maliye Nezareti’ne gönderilmiş 1886 tarihli bir telgrafta kıtlık çeken ve yardım talebinde bulunan bölgeler ahalisinden çocuk ve yaşlıların belediye ve zenginlerce ihtiyaçlarının karşılanması; çalışabilecek durumda olanların Göynük, Akçaşehir ve Bartın şose inşaatı amele-i mükellefiyesinde çalıştırılması hususunda görüş isteniyordu.

Mütemekkin bulunduğumuz Palu kazasında üç seneden beri arız olan kuraklık beş guruşa satılan bir şinik darı otuz beş guruşa çıkarıldı. Sinin-i sabikaya nisbetle (geçen seneye göre) bu sene beşte bir raddesinde ekilen tohum hasılatından ümidimiz kat olmuş, şimdiye kadar hayvan sahipleri hayvanıyla, hayvanı olmayanlar arkasıyla yirmi dört okuz altı saat mesafede bulunan Diyarbakır ve Siverek’ten zahire getirip kefaf-ı nefs etmekde iken (boğaz tokluğuyla yaşarken) ona da kimse de tahammül ve takat kalmadı. Ahalinin düçarı bulunduğu müzayaka (uğradığı geçim sıkıntısı) maazallah Malatya vak’a-yi serzedesinden (Malatya olayından) artık (fazla) dereceye gelmiştir. Bu yüzden vatan-ı azizini bırakmağa ve gözyaşını dökerek dağılmağa mecbur olanlar beşyüz haneyi tecavüz eylemişlerdir. İmzalar: Ulemadan Hüseyin, İbrahim, Hamdi, Mehmed, Süleyman, Abdurrahman; Papas Kirkor, Karabet, Boğos, Kirkor.

Arizada değinilen Malatya Olayı 1880’de yaşanan “ekmek isyanı” olmalı. Ancak bu kuraklık dalgasında sadece Anadolu değil, imparatorluğun Trablusgarp toprakları da etkilenmişti. Arşiv belgelerine göre Bingazi’de 1887, 1892-1893, 1905-906 yıllarında şiddetli kuraklık yaşanmıştı. 1907-1910 arasında Trablusgarp Vilayeti’nin tarımla uğraşan halkı kuraklığın ortaya çıkardığı kıtlık, açlık ve tifo hastalığı gibi nedenlerden dolayı nüfusun yüzde 30’unu kaybetmişti. Yine bölge halkının yüzde 20’si, iaşelerini temin etmek maksadıyla Cezayir, Tunus ve Mısır’a göç etmişti. 1911 yılına gelindiğinde, 200 bine yakın kişi iaşelerini temin etmek maksadıyla Tunus ve diğer çevrelere göç etmişti. Yine kırsalda yaşayan 4 bin kişi de bu durumlardan dolayı bulundukları yerleri terk ederek merkeze göç etmişlerdir. Göç sırasında ölümler yaşanmıştı.

Osmanlı Devleti’nin son yıllarında da çeşitli bölgelerin kuraklıkla boğuştuğu. Örneğin Niğde Mutasarrıflığı’ndan Dahiliye Nezareti’ne çekilen 30 Kasım 1916 tarihli telgrafta Niğde'ye yedi aydır yağmur yağmaması dolayısıyla şiddetli kuraklık yaşandığı belirtiliyor, merkezin yardım etmesi isteniyordu. Savaş dolayısıyla seferberlik yüzünden kuraklık çekmeyen bölgelerde bile hasat yapılamadığı için 30 bin kişi Trabzon, Lazistan, Giresun ve Sivas’a göçtü. 1917 ve 1918 yıllarında Osmanlı coğrafyasının bazı bölgelerinde büyük kuraklıklar yaşandı ve bir dönem kapandı. 1922 Aralık ayında Sinop Vilâyeti’nden KIZILAY merkezine gönderilen bir yazıda şöyle deniyordu:

Bu sene liva dâhilinde hasıl olan kuraklık hasebiyle mısır ve buğday mahsulatı pek az hasıl olmuştur. Bu yüzden halk muzdariptir. Bir müddettir mısır koçanlarıyla karnını doyuran halk, bu günlerde onu da bulamadıklarından artık açlığın son derecesine gelmiştir. Bir müddet sonra bu yüzden telefat vukuu kuvvetle melhuzdur ( (kayıplar verilmesi kuvvetle mümkündür.) Bilhassa zaten medar-ı maişetleri (geçim kaynakları) olmayan asker ailelerinin müracaatı-ı mütileri pek çok.

1923 yılına gelindiğinde, kuraklık bu kez de Haymana ve çevresinde etkili olmaya başlamıştı. Ardından Trakya havalisiyle, Konya, Eskişehir, Afyon, Kütahya ve Ankara vilâyet ve kazalarında kuraklık yüzünden hububat üretimi durma noktasına gelmişti. Ama esas kuraklık 1928 yılında yaşandı. En etkili olduğu yerler ise Konya, Eskişehir, Ankara, Aksaray, Afyon, Yozgat vilayetleri idi. Kuraklık sebebiyle ot ve saman temin edilemediği için pek çok damızlık hayvan mezbahalara sevk edilmişti. Konya ovasında kuraklığın devam etmesi üzerine Kırşehir ve Aksaray’ın Kızılırmak’a sahildar olan köyleri bile sıcaktan çatlamış topraklarını sulayamamıştı.

1929 yılının Ocak ayında, Malatya Vilayeti’nden Başvekalet’e gönderilen bir yazıdan anlaşıldığına göre, Arapkir ve Kemaliye’de açlık had safhaya ulaşmıştı. Yine aynı tarihlerde 2 Haziran 1929’da Trabzon Vilayeti’nden alınan bilgiye göre, Trabzon’un Sürmene, Rize’nin Karaderesi ilçesi ile Trabzon-Of’un Baltacıderesi köylerinde yiyecek mısır tanesi bile kalmamış olduğundan halk açlıktan ot yemeye başlamış, soygun vakaları artmıştı.1930 senesinde yine yağış yokluğu sebebiyle Kocaeli’ne bağlı Geyve Kazası ve buraya bağlı 31 köyün halkı kuraklık sebebiyle tohumluk ve yiyecek zahire elde edemediklerinden Ziraat Bankası’na kendilerine kredi vermesi hususunda müracaatta bulunmuşlardı.

1933 yılındaki büyük kuraklıkta İç Anadolu ile Güney doğu,  kısmen doğu Anadolu bölgesi ve Karadeniz’in bazı şehirlerinde yeniden açlık baş göstermişti. 1933 Nisan’ında Erciş, Ahlat, Muradiye gibi yerlerde soğuktan büyük bir sıkıntı yaşanmış olduğundan çok miktarda hayvan telef olmuş; ot, saman ve arpa fiyatlarında büyük bir artış yaşanmıştı. Akşehir, Beyşehir, Seydişehir, Ereğli kazaları ile bilhassa Konya’nın merkez ve Çumra kazasında kışlık ürün, el ile yolmak suretiyle hasadına imkân vermeyecek kadar kavruk ve cılız olduğundan çoğu köyde ekinlere hayvanlar salınmaktaydı. Konya ovasındaki meralar tamamen çöl manzarasına bürünmüştü. 1934 yılında Ordu Vilâyetinde kuraklık yüzünden yazlık ziraat durma noktasına gelmişti.