Ülkücü camianın önemli şahsiyetlerinden Oğuz Han Cengiz’in cezaevi günlüklerinden oluşan “Yanık Kale” ve “Kapıaltı” isimli kitapları ile şehit olmuş kardeşi Erhan için yazdığı “Bir Yıldız Kaydı” isimli kitabını bir ay kadar önce okumuştum (Bilgeoğuz Yayınları). Duygusal açıdan çok etkilendiğim o kitapları bir yazıma konu etmeyi özellikle erteledim. Çünkü o kitaplar, duygusal olduğu kadar fikrî açıdan da önem taşıyorlardı ve ben de en çok fikirler üzerinde durmak istiyordum; bunun için de üzerimdeki duygusal etkinin azalması gerekiyordu. Bu hafta içinde işyerine uğradığımda bir gazetecinin kendisiyle mülakat yaptığını görünce kitaplarını anlatmanın da zamanı geldiğine karar verdim. Gazetemizin değerli yazarlarından Oğuzhan Saygılı’nın da önceki gün aynı kitapları ele alması, güzel bir tevafuk oldu. Oğuzhan Cengiz’le yapılan ve 12 Eylül 1980 öncesini konu edinen röportaj, dünkü Sabah gazetesinde yayınlandı. Röportajda en çok dikkat edilmesi gereken söz, “Birileri sanki bizim birbirimizle çatışmamızı istiyordu. Hatta bizim sabah kullandığımız silahlar, öğlenden sonra solcuların elinde oluyordu.” şeklindeki ifadedir. Oğuzhan Bey, bütün fertleriyle millî ve manevî değerlerimize bağlı, altı kişilik bir ailenin çocuğu. Bir aile ki; ana, baba ve evlatlar arasındaki bağ, ülküdaşlıkla daha da kuvvetlenmiş. Şehit kardeşi Erhan için, “Önce ülküdaşım, sonra kardeşimdi.” diyordu, kendisiyle yapılan bir başka mülakatta… O şehit kardeşten başka bir de kayıp ağabeyi var Oğuzhan Cengiz’in. Üç kardeş de ömrünü milletine adamış. Bu adamanın karşılığı ise işkenceler ve mahkûmiyetler olmuş. * * * Hapishane, istisnasız herkes için çilehanedir. Bazı insanlar o çilehaneden bilgisini, görgüsünü artırmış ve tefekkürünü derinleştirmiş olarak çıkarlar. O insanlardan biri olan Türk milliyetçisi Oğuzhan Cengiz’in hapishanede tuttuğu günlükleri okuduğumda, İtalyan Marksistlerden Antonio Gramsci’nin “Hapishane Defterleri”ni hatırladım. Gramsci ve Cengiz, iki ayrı dünyanın zıt ideolojilerinin insanları. Fakat inançları için türlü cefalara katlanmaları ve hapishanede de sosyal meselelere kafa yormaları, okuyup okuyup düşünmeleri ve fikirlerini yazıya dökmeleri o kadar benzeşiyor ki, birinin kitabını okurken diğerini hatırlamamak mümkün değil. Gramsci tuttuğu notlarında dışarıdaki ve cezaevindeki yaşadıklarına hiç yer vermemiş, sadece düşüncelerini kaleme almış. Alabildiğine ruhsuz ve alabildiğine soğuk. Cengiz ise çok az da olsa olaylara temas edip akabinde duygu ve düşüncelerini anlatmış. Bu da hayattan kopuk ütopik düşünme ile hayata dayanan gerçekçi düşünme alışkanlıklarından doğan farklılıktır. Sonuçta Gramsci’nin “zorunluluktan özgürlüğe geçiş”indense Cengiz’in “mahkûm olma sanatı” daha gerçekçi oluyor. Üstelik, alabildiğine duygulu ve alabildiğine sıcak. Taraftarları, fikirlerine ne kadar “bilimsel sosyalizm” derlerse desinler Marx, neticede sanayileşmiş kapitalist ülkelerdeki yönetimin, bir evrim sonucunda işçi sınıfının eline geçeceği hayalindeydi. Oysaki “Marksist devrim” sanayileşmemiş fakir Rusya’da yapıldı. Gramsci bu durumu, “Marx’ın Kapital isimli kitabına karşı yapılmış yine Marksist bir devrim” diye nitelendirerek över. Oysaki o devrim de doğrudan “proletarya” tarafından devrildi gitti. Marksist ideolojinin tutmayışının en büyük sebebi, masa başında kurgulanmasıydı. Oysaki Cengiz’in kendini adadığı millet, onun ifadeleriyle söylersek “üç-beş adamın oturup bir millî telakki vücuda getirmesiyle oluşmamıştır”. O, milleti şöyle anlatmaktadır: “Millet, uzun tarihî hadiseler ve içtimaî yaşayışı içinde imanın, kanun ve duyguların birleşmesiyle yoğrulmuş bir varlıktır. Ve sunî bir mevcudiyet değildir… İslâm’dan sonra ilâ-yı kelimetullah tam bir millî iman haline gelmiştir. Örfler, ananeler, bu yüksek imanın içinde erimiş ve millî telakkimiz vücut bulmuştur.” Bu şekildeki millet anlayışına dayalı milliyetçiliği ise, “Peygamber Aleyhisselam, ‘Bir kavmin bir başka kavme üstünlüğü yoktur. Üstünlük takvadadır.’ buyuruyor. Demek ki, üstünlüğümüz takvamız derecesinde yani İslâm’a verdiğimiz hizmetle ölçülecektir. Bunun içindir ki, sınırlarını İslâm’ın çizdiği bir milliyetçiliği savunuyoruz.” şeklinde tanıtmaktadır. On bir yıl cezaevinde kalan Gramsci de on iki yıl cezaevinde kalan Cengiz de o yıllarını okuyup düşünmekle geçirmişler, dedik. Bu okumalarda Gramsci’nin tercihi sadece materyalist yazarlardır ki, onların nezdinde Allah, “Eski Ortaçağ masallarını besleyen şu doğaüstü güç”tür. Cengiz ise, madde ve manaya birlikte bakan Erol Güngör, Seyit Ahmet Arvasî, Cemil Meriç ve bir de zirvelerin zirvesi İmam Gazzalî gibi zatların yazdıklarını okumuş. Bunlara ilaveten, Bingöllü Ali Köse ve Artvinli Osman Çevik gibi çeşitli illerden gelen arkadaşlarıyla birlikte Kur’an-ı Kerim’i defalarca hatmetmiş. Ülkücü mahkûmların kuru soğan kavurup üzerine yumurta kırarak yedikleri sahur yemeğinden sonra tuttukları üç aylar orucu ve cemaatle kıldıkları beş vakit namaz da ruhunu olgunlaştıran ibadetler olmuş. * * * Elbette ki, yirminci yüzyılın en önemli düşünürlerinden Antonio Gramsci’yi, Oğuzhan Cengiz’le mukayese yapma niyetinde değilim. Bu yazımda ikisini birlikte zikretmemin sebebi, cezaevlerine eylemci olarak giren bazı insanların, oradan mütefekkir olarak çıktığını örneklendirmek içindir. Şu da var ki; Seyit Ahmet Arvasî, Erol Güngör, Cemil Meriç ve İmam Gazzalî gibi zatların her biri, Batı’nın tüm düşünürlerinden üstündür. Bunun içindir ki, Cengiz’in bahsettiğim kitaplarını okuyanlar, akıcı üslupla yazılmış birer cezaevi günlüğü içinde, o değerli âlim ve mütefekkirlerimizden feyiz almış bir şahsiyetle tanışacaklar: “Son hak dinin kutsal kitabına layık olmak için gayret göstereceğim.” diyen bir şahsiyetle…