Yaşadığımız Dönemin Tasavvuf Meraklısı, Avukat-Müzisyen ve sohbet seveni (*)

Hz. Mevlânâ Âşıklarından ÖMER TUĞRUL İNANÇER Beyefendi ile

Mevlânâ Hezretlerini Merkeze Alarak; Tasavvuf, Tarikat, Mevlevilik, Mesnevi, Semâ, Muhabbet ve Seyr ü Sülûk Üzerine Konuştuk.

Oğuz Çetinoğlu: Klasik biyografi anlayışının uzağında kalarak okuyucularımıza Mevlânâ Hazretleri’nin özelliklerini, paragraf başlıkları hâlinde lütfeder misiniz?

Ömer Tuğrul İnançer: Estağfirullāh. Hz. Mevlânâ hakkında klasik biyografi öğrenimleri ansiklopedilerde de zaten var. Ama bu yalnızca bir şair olarak, zamane tâbiri ile bir ‘düşünür’ olarak, hatta kendisine yakıştırılan ama aslında olmayan ‘humanistlik’ olarak birtakım şeyler pekâla elde edilebilir. Ama Hz. Mevlânâ’nın özellikleri, saymakla tüketemeyeceğimiz kadar fazladır.

Tasavvufta olmazsa olmaz bâzı unsurlar vardır. Terk, zühd, takvâ, imdat, kerâmet, irfan, aşk vs. Tasavvuf hayatının güzide şahsiyetleri içerisinde bu unsurların sembolü hâline gelmiş, öyle kabul edilmiş ve şahika isimler olarak asırlardır kabul edilegelen zevât var. Terk deyince hepsi terk ehlidir ama İbrahim Ethem Hazretleri sembol şahsiyettir. Bu aynen Hulefa-i Raşidin’deki sembolizm gibidir. Sıddıkıyet deyince Hz. Ebu Bekir, adalet deyince Hz. Ömer, iman ve hayâ deyince Hz. Osman, ilim ve gaza deyince Hz. Ali kabul edilir. Yâni Hz. Ali âlim de öteki üçü değil mi? Estağfirullāh. Hz. Ebu Bekir Sadık ve sıddık da ötekiler değil mi? Estağfirullāh. Hz. Ömer âdil de ötekiler zâlim mi? Estağfirullāh. Nasıl bu bir sembolizasyon ise tasavvuf şahsiyetlerinde de bu böyle. Arz ettiğim gibi, terk etmede İbrahim Ethem, irfânda Beyâzıd-ı Bistamî, zühd-ü takvâda Cüneyd-i Bağdâdî, imdat ve yardımda Abdülkadir-i Geylânî, kerâmette Seyyid Ahmed er Rifâî ve aşkta Hz. Mevlânâ… Çünkü Hz. Mevlânâ aşkı hem en kuvvetli bir şekilde terennüm etmiş hem de aşikâr etmiştir. Bundan dolayı. Yoksa ötekiler âşık değil mi? Öyle bir şey olmaz. Aşk olmadan tasavvuf olmaz zaten. Dolayısıyla Hz. Mevlânâ’nın en önemli yönü, bir tek paragraf yeter… Aşk. Biz aşkı yükselmenin en son noktası olarak kabul ederiz. Biz avamız, büyükler öyle değil. Aşk, adam olmanın ilk basamağıdır. Bunu İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri çok teferruatlı bir şekilde izah eder. Meyillerin; nefsin meyli, ruhun meyli, kalbin meyli gibi meyillerin zuhûru olur. Bunlar aşka kadar olan bütün zuhurlar şeytânîdir. Aşktan sonra rahmanîlik başlar. Hz. Mevlânâ işte bunu tatmış. Ama biz bırakın aşkı -normal bir sevgiden bile fevkâlâde mahrum insanlar olarak- aşkı ulaşılmaz bir yücelik olarak algılıyoruz ve bunu en yüksek şekilde terennüm ettiği için Hz. Mevlânâ’yı tâkip etmeye çalışıyoruz. Yoksa Hz. Mevlânâ’nın söylediği aşk, adam olmuşların işi değil, adam olmaya namzetlerin işidir. Onun için Hz. Mevlânâ’nın en önemli özelliği O ayrıca bir tarîkat pîridir. Onu belki daha sonraki sorularda da konuşuruz ama bu da çok önemli. Yâni 7 asrı aşkın bir zamandır arkasından -sayısını Allah bilir ama- milyonlarca adam gitmiş. O’nun prensiplerine uymak kaydıyla sevenler, muhib olanlar onlar hariç ama O’nun prensiplerine, tasavvuf prensiplerine dâhil olan milyonlarca insan var ve Arapçada bir söz var biliyorsunuz ‘El veled-ü sırrı ebi’ yâni bunu yanlış tercüme ediyorlar. ‘Çocuk babanın sırrını ortaya çıkarır’ diye. ‘Veled’ kelimesi tabiî insandan zuhur eden en yüksek varlık, yine insan olduğu için çocuk olarak algılanıyor. Hâlbuki veled, kişiden tevellüt eden her şeydir. Hz. Mevlânâ’nın eserleri de, çocukları da dervişleri de onun veletleridir. O dervişler içinde ne kadar büyük adam var -hem kendisi büyümüş, hem etrafındakileri büyütmüş- ne kadar adam var bunların hepsi o büyüklüklerini Hz. Mevlânâ’ya borçludur. Hz. Mevlânâ da kendi büyüklüğünü târif ediyor: ‘Ben seçilmiş o peygamberin yolunun tozu olmakla büyüdüm.’ Diyor. Dolayısıyla bu büyüklüğü algılayabilmek için çok ciddî bir tefekkür silsilesine sâhip olmak lâzım.

Şeyh Galip Efendimiz;

Efendimsin cihânda i’tibârım varsa sendendir,

Meyân-ı âşikanda iştihârım varsa sendendir.’

Diyerek 42 senelik bir ömre Hüsn-ü Aşk’ı ve Dîvan’ı sığdırmış. O zât-ı şerîf, o büyüklüğünü de; başımda bir külâh-ı iftiharım varsa ‘Sendendir’ diyerek Hz. Mevlânâ’ya atfediyor. Dolayısıyla ne kadar büyük olduğu, O’nu takip edenlerin büyüklüğüne bakılarak anlaşılabilir.

Çetinoğlu: UNESCO târihinde, adınaikinci defa yıl ilan edilentek zat, Hz. Mevlânâ’dır. Butek olmakeyfiyeti -O’nun büyüklüğünün dışında- hangi sebeplerden kaynaklanıyor?

İnançer: Efendim, şöhret her zaman hak edilen seviyeyi göstermez. Bâzen menfî mânâda, bâzen müspet mânâda. Hz. Mevlânâ bugünkü şöhretinden çok daha fazlasını hak etmektedir. Ama tâbir-i mâzur görülsün de biraz modadır. Öteki büyüklerin adını bilmeyen bir sürü adam var. Bir vilâyetimizden yetişmiş ama lakâbı başka bir yerle iilgili olan bir zât-ı şerîfin o vilâyette yetiştiğini, oralı olduğunu, o vilâyette belediye reisliği yapmış olan adam bilmiyordu. Adını söylemeyeceğim. Dedikodu olmasın diye.

Sivas Lisesi mezunu olan bir hanım kız, konservatuvarı bitirmiş ve bendenize Yüksek Lisans yapmak için danışmaya geldi. Bana bir şeyler danışırken ben tez konusunu değiştirmesini söyledim. ‘Bak madem Sivaslı’sın, Sivas Lisesi mezunusun. Şemseddin Sivasî Hazretlerinin bestelenmiş eserleri üzerine bir Yüksek Lisans tezi konusu seç, öyle bir tez hazırla’ deyince kız ‘O kim?’ dedi. Sivas Lisesi mezunu, Sivas’ın göbeğinde türbesi olan Şemseddin-i Sivasî’yi tanımıyor. Dolayısıyla her kurum merasimi ile yaşar kāidesinden dolayı Hz. Mevlânâ’nın merasimleri 1950’li yıllarda Hz. Mevlânâ’nın semâ âyini serbestleşince, ilgi çoğaldı. İlginin çoğalması tanınmayı ortaya koydu. Bu tanınma da artık bugünkü iletişim dünyasında -dünya çapında olduğu için- herkes tanıdı. Onun için UNESCO -yâni Birleşmiş Milletler Kültür Kuruluşu da- bunu tanıdı. Hz. Mevlânâ hakkında hem bizim milletimizin, hem bütün insanların bilgileri az. Hz. Mevlânâ’yı bir ‘ilkleştirmek’ ve ‘tekleştirmek’ meyili var. Meselâ, vefatı düğün olarak kabul eder. Toplum olarak Hz. Peygamber’in nasıl âlem-i ahirete göçtüğünü bilmiyoruz. Hâlbuki son 17 vakitte mescide çıkamayacak kadar rahatsız olan ve Valdemiz Hz. Ayşe’nin dizinde yatarak -yâni o ânda bile- bir muhabbet ortaya koyarak âlem-i ahirete doğma ânında sağ elinin başparmağını kaldırarak ‘Refik’ül âlâ, Yüce Dost’a’ dediğini bilmiyoruz. Onun için ölümün düğün olduğunu Hz. Mevlânâ icâd etti zannediyoruz. Hz. Mevlânâ’nın çok sevdiği ve bu sevgisini bir de sıhriyetle pekiştirdiği Konyalı Kuyumcu Selahattin diye bilinen, Selahattin-i Zerkubî Konevî Efendimiz, O’nun kızı ile kendi oğlunu evlendiriyor. Yâni bugün yirmi dokuzuncu nesli hayatta olan Hz. Mevlânâ sülalesinin baba-dedeleri tamam Hz. Mevlânâ ama anne dedeleri Selahattin-i Zerkubî Konevî’dir. O zât diyor ki: ‘Mezar benim düğün evimdir, düğüne eli boş gidilmez. Benim mezarıma def çalarak gelin.’

700. Vuslat Yıldönümü’ münasebeti ile UNESCO 1973 yılını ‘Mevlânâ yılı’ ilan etti. Bu ilgi tabiî hâlâ devam ettiği için ‘Doğumun 800. Yıldönümü’ münasebetiyle 2007 yılı da ‘Mevlânâ Yılı’ ilan edildi. Türkiye her iki senede de gerekli olan şeyleri yapamadı. Hâlâ 1973’ten de, 2007’den de kalan bir şey yok. O günler, merasimler, konuşmalar falan yapıldı ve bitti. Ne bir eser, ne bir kitap, ne bir film, ne bir beste vs. hiçbir şey yok. Çünkü tasavvuf dâimâ kendisini san’atla ifâde etmiştir. Çünkü san’at yüksek duyguların ifâdesine denir. Sıradan duyguların ifâdesine san’at denmez. Yüksek duygular, tasavvufta vardır. Zaten yüksek olmasa tasavvuf olmaz. Bu yüksek duyguların ifâdesi olan bir kalıcı sanat eseri, 1973’te ve 2007’de meydana getirilemedi. Bu Türkiye’nin kabahatidir. Maalesef seviyemiz bu. Kānunî yasak olmasının da getirdiği çok büyük mahsurlar var tabiî. Sadece merasimini gördüğümüz için işte ‘Mevlevîler dönerler’ deniliyor. Ben hep şunu söylüyorum: Bir Mevlevî dervişi haftada bir gün, en uzunu iki- iki buçuk saat süren âyin yapar. Çünkü besteli eser çalınır. Meselâ, İsmail Dede Efendi’nin sabâsı gibi, Itrî’ın segâhı gibi bâzı uzun eserler çok kalabalık bir semâzen grubu varsa ‘Devr-i Veledî’ denilen semahâneyi üç kere dolaşmak biraz uzun sürer. En çok 3 saat. O günün 21 saati ile haftanın diğer 6 gününün 24 saati bu adam ne yapar? Bunu kimse sormadı. Efendim. Mevlevîler döner… Mevlevîler dönmez, semâ eder. İkincisi: peki diğer günler ne yaparlar? Bunu kimse sormuyor. Mevlevî âyini çok yüksek bir mûsikî âyinidir. Eyvallah. Peki Halvetî âyini nedir? Kādirî âyini nedir? Nakşî âyini nedir? Bunları bileniniz var mı? Yok! Sadece gördüğümüzün üzerinden hüküm verme hastalığımızın neticesi böyle bol bol atıyoruz, efendim. İşte bu tek olma keyfiyeti, Hz. Mevlânâ’nın en yüksek şekilde aşkı ifade etmesinden ve tanınıyor olmasından kaynaklanıyor. İlgi sâdece moda.

Çetinoğlu: Mevlânâ Celâleddin’i, ilmin zirvesine yerleştiren özelliklerinden söz eder misiniz?

İnançer: Bir kere Hz. Mevlânâ aile olarak âlim bir ailenin çocuğudur. Annesi bugünkü anlamda bir prenses; babası Hz. Peygamber tarafından âlimlerin rüyâsına teşrîf ederek Bahaeddin Veled’e ‘Bundan sonra Sultân-ı Ulemâ deyiniz.’ Dedirtecek kadar büyük bir âlim. Hâlâ Belh’de ders verdiği medrese duruyor. Çok şükür Türkiye o medreseyi tâmir ettiriyor ve yeniden canlandırıyor. Sultân-ı Ulemâ Bahaeddin Veled’in babası da çok bir büyük âlim: Hüseyin Hatip, O’nun da babası Ahmed Hatibi ve Hz.Ebubekir Efendimizden geliyor. O mübarek sülale.

Hutbe okumak sıradan mahalle imamlarının işi değildir, efendim. Her dönemde öyle idi. Şimdi böyle oldu. Eskiden büyük camilerin -selâtin camilerin- ayrı hatip kadroları vardı. Meselâ, benim çocukluğumda Bursa Ulu Camii’in iki hatip kadrosu vardı; on beş günde bir defa hutbe okurlardı. Biri Hacı Tevfik Efendi, diğeri Hacı Kemâl Efendi. On beş günde bir sıra gelir. Vazifeleri bundan ibâretti. Ama ben öyle hutbe hâlâ dinlemedim. Diyanet’in, Müftülüğün gönderdiği elindeki yazıyı okumaktan âciz adam hatip olmaz. Hatip hitâbeder. Günün meselelerini anlatır. Menber, vaaz kürsüsü değildir. Vaaz edilmez mi? Edilir. Fakat aslî bilgi verme yeri kürsüdür. Menber’den bilgi verilmez, irfân verilir. Tabiî kendi irfânlıysa. Hüseyin Hatibî -yâni Hz. Mevlânâ’nın dedesi- öyle bir zattır işte. Biz ilmi, bir şeyler bilmek olarak algılıyoruz. Hz. Peygamber’in ilim târifi bu değildir. Doğru şeyleri yapmaya ilim denir. Bilmeye denmez. Bunun en tipik örneği Ebu Cehil’dir. Ebu Cehil, Hz. Muhammed’in peygamber olduğunu bilmiyor muydu? Eşek gibi biliyordu ama inâdı, gururu bunu i’tiraf etmeye mâni oldu. ‘Asilzâdelere ayrı, kölelere ayrı mescid yap, geleyim’ dedi. Tarihî vak’a bu. Bu ne bu? Bilmek yetmiyor; olmaktır. İşte olmanın yolu tasavvuf okullarından, ekollerinden yâni tekkelerden geçer. Hz. Mevlânâ’nın babası Necmeddin-i Kübrâ Hazretlerinin pîr olduğu Kübrevîye tarîkatından bir şeyh-i kâmildir. Hz. Mevlânâ da babasının aynı zamanında hem öğrencisidir, hem dervişidir.

Çetinoğlu: Mevlânâ Hazretleri geçimini nasıl temin ediyordu?

İnançer: Kendisine sorulan sorulara verdiği cevaplardan bir şey verilirse kabul ediyor ve geçimi için kullanıyordu. Yalnız bu sual ilim öğrenme suali değil. Problem çözme sualleri. Yâni bugünkü mânâda, ‘danışman avukat’ gibi kabul edebiliriz. Danışmanlık şirketleri var ya… Onun gibi.

Sorulara verdiği cevaplar hüküm ifâde etmekteydi. Boşanma nafakası, arazi sulaması, ev tecâvüzü suçlaması, akde riayet, akde muhalefet vs. problemlere verdiği cevaplar için kendisine ücret ödeniyordu. Kendisi bir talepte bulunmuyordu. Soru soran, gönüllü olarak ödeme yapıyordu. O zaman âdet öyleydi. Tasavvufta genel kaide budur: ‘Lâ tâlep velâ red (Talep de yok, red de yok) / İstersem dilimi, red edersem elimi kessinler.’

Yeni avukattım. Bir arkadaşım bir şey sordu. Ben de şaka yollu ‘Danışma ücrete tâbidir. Kaç para vereceksin?’ dedim. O sırada Muzaffer Ozak hazretleri kapıdan içeriye giriyormuş. Geldiğini fark etmedim ama görünce tabii ayağa kalktık. Öyle yüzüme doğru dik dik baktı. ‘İstişâre sünnettir, sünnetten para alınmaz.’ Dedi. İşte 40 küsur senedir avukatım ve istişâreden hiç para almadım, elhamdüllilah. Fukara da olmadım, 2 çocuk büyüttüm. Dâima büyüğümün sözünü dinledim. Biz artık söz dinlemeyi esâret olarak addetmeye başladık. Hâlbuki bunun adı hakîki hürriyettir: Doğruları yapma hürriyeti.

İşte Hz. Mevlânâ’nın geçimi buradandır. Saraydan değildir.

Sultan Alaeddin Keykubat, pederine yâni aileye konak tahsis ediyor. Pederi; ‘Ben müderrisim, müderrisin yeri medresedir.’ Diyor.

Pembe Furuşan Medresesi’ne yâni iplikçilikle meşgul olanların bulunduğu hana yerleşiyorlar. Hz. Mevlânâ da hep babasının yanında, hep medresede kalmıştır. Kendisi bizzat derviş terbiyesi ile hiç uğraşmamıştır. Dâimâ kendisinin itimat ettiği bir zâta bu görevi vermiştir. Bunlar; oğlu Sultan Veled Efendimiz ki kendisi bütün gece karanlıklarını aydınlatan bir mehtap gibidir. Ama güneş çıkınca mehtap gözükmez. Hz. Mevlânâ öyle bir güneş ki Sultan Veled’in aydınlığını göstermez hâle gelmiştir. Yoksa Sultan Veled çok önemli bir zâttır ve Çelebi Hüsameddin’e vermiştir derviş terbiyesini. Hâlâ bu hâl Mevlevî dergâhında gelenek olarak devam eder. Postnişin efendi derviş terbiyesi ile uğraşmaz; aşçı dede uğraşır. Onun için bir tâbir vardır: ‘Dergâh mutfağında yemek pişmez adam pişer.’.

Çetinoğlu: Mevlevîlik ile semâ, özdeş kabul edilir. Semâ nedir, ne zaman ve nasıl ortaya çıkmıştır?

Tuğrul İnançer: Mevlânâ; dükkânının önünden geçerken Selahaddin Zerkubî Konevi’nin içeride örs üzerinde çekiçle altın varakı dövüyormuş. Onun da çok güzel sesi vardır. O seslerin ahenginde coşan Hz. Mevlânâ dükkânın önünde semâ etmeye başlıyor. Bunun ilk semâ hareketi olarak söyleyen câhiller var. Bu hâl Selahaddin-i Zerkubî’nin o muhabbetle coşmasıdır. Ne dükkân lâzım, ne altın lâzım, alın ne yaparsanız yapın demiştir. Çünkü altın varak yapılırken madde çok dövülürse, toz olur ve neticede ziyan olur. ‘Keyfini bozmayın Hz. Pîr’in vurmaya devam edin.’ Diyor. Bu Hz. Mevlânâ’nın değil, Sebahaddin Zerkubî dervişliğe girişi menkâbesidir.

Semâ, klâsik kabulde Hz. Ebu Bekir ile başlamış diye kabul edilir. Efendimiz gazâ icap ettiğinde yardım edebilecek olanların yardımlarını talep ediyor. Silah, gıda falan…. Harp dediğin bedâva olmuyor. Hz. Ebu Bekir her seferinde en çok verenlerden biri, hattâ birincisi. Müslümanlar birbirlerine haset etmezler ama sadece hayır mevzuunda edebilirler. Hz. Ömer de etmiş. Bu sefer Ebu Bekir’i geçeceğim demiş. Yine böyle bir şey zuhur ettiğinde Hz. Ömer hakikaten nesi var, nesi yok vermiş. Sonra Hz. Ebu Bekir meydanda 2 gün görülmemiş. Halbuki her gün görüşüyorlar. Efendimiz ‘Ebu Bekir kaç gündür yok. Gidin, dükkânına bir bakın’ demiş. Dükkâna gitmişler, sormuşlar… Sonra Resullullah’a, iki gündür Ebu Bekir’in dükkânına da gelmediği haberini getirmişler. ‘Allah, Allah! hasta galiba’ diye telaşlanırken Cebrail (a.s.) gelmiş. Cebrail (a.s.) bâzen herkesin görebileceği kıyafete, şekle bürünürdü, bâzen O’nu sâdece Efendimiz görebilirdi. Ama hiçbir zaman ilk seferi hâricinde kendi heyetiyle yani asli şekliyle görünmemiştir. Hep şekil değiştirerek görülmüştür. Bu sefer geldiğinde insan bedeni şeklinde, bedenin üstü çıplak, bedeninin altında yarım bir peştamal var. Bir tarafında da hurma dalı var. Öyle örtünmüş. Birbirine hitapları çok bilinen şeydir. Cebrail (a.s.), Efendimize ‘Yâ Resulullah’; Efendimiz de kendisine ‘Kardeşim’ diye hitap ederdi. Cebrail (a.s.) dedi ki:

-Yâ Resulullah, Allah moda ilan etti, hepimiz böyle giyindik…

-Neden?

-Sen gazâ için hazırlanırken yâ Resullullah, Ebu Bekir öyle verdi ki iç çamaşırı bile kalmadı. Allah bundan çok memnun oldu. Dedi ki bana; ‘Git Habibim’e söyle, O da Ebu Bekir’e sorsun. Ben ondan razıyım.

O, Benden razı mı? Ve bütün gök ehline bu kıyafete bürünmelerini emretti, bende böyle giyindim. Efendimiz, ‘Ebu Bekir çağırın’ dedi ‘Nasılsa öyle gelsin.’ O da o kıyafetle geldi. Hz. Ebubekir; ‘Yâ Resulullah, kusura bakmayın…’ dedi. Efendimiz ‘Yâ Ebu Bekir, Cebrail geldi böyle buyuruyor. O senden razı, sen de O’ndan razı mısın? Diye soruyor.’ Öyle bir coştu ki Ebu Bekir ‘Ene razı, ene razı / ben de razıyım, bende razıyım’ Diyerek dönmeye başladı. İlk semâ budur.

Ayrıca kâinat, varlığını dönmeye borçludur. Atom çekirdeği etrafında elektronlar dönüyor, dünya dönüyor, galaksiler dönüyor; ben niye dönmeyeyim. Dönüş bu. Bunu müesseseleştiren ve kitapta zikreden ilk zât Necmeddin-i Kübrâ’dır. Hz. Pîr’in pîri olan zâttır. Hz. Mevlânâ zâten var olan semâyı tercih etmiştir. Çünkü coşkun bir zâttır.

Hz. Şems’ten sonra başladı falan diyorlar da yok böyle bir şey. İlk ne zaman yaptığını bilmiyoruz. Ama sokakta, hamamda, evde, medresede, mecliste, tenhada semâ ettiğini biliyoruz. Ama Selahaddin Zerkubî Konevî’nin alattığına göre, ayazda namaz kılarken gözünden akan yaşlar yere düşünceye kadar geçen zaman içerisinde buz tutacak kadar soğukta namaz kılıyor. Bunu kimse söylemiyor. Ben bunu Viyana’da anlattığım zaman ‘Biz Hz. Mevlânâ’yı dinlemeye geldik, sen bize namazdan bahsediyorsun.’ diyecek kadar da salaklar var. Biz özü bitirmişiz, kabuğuyla uğraşmaya çalışıyoruz! İşte bu semâyı Hz. Mevlânâ herhangi bir kaideye bağlı olmaksızın, bir coşkunluk ifâdesi olarak yapmış. Kaideye bağlanması zaman içinde oluşmuş.

Hz. Pîr’den sonra Çelebî Hüsameddin Efendimiz, O’nun ahirete teşrifi ile Sultan Veled Efendimiz postta geçmiş. Arada Şeyh Kerimeddin Hazretleri de var. Daha sonra devam eden zaman içinde aşağı yukarı Fatih döneminde Pîr Adil Çelebi Konya Çelebisi iken bir şekle bürünmüş. En son şekli de Âsitâne’nin 18. postnişini Pîr Hüseyin Çelebi zamanında olmuş. Konya’da Kapı Camii vardır. O camiyi yaptıran zattır. Yani şeyh efendinin cami yaptırdığını kimse bilmiyor. Kapıda yazıyor. Semâya çıkan Konyalı genç çocuğa sordum: ‘Kapı Camii’ni kim yaptırdı?’ dedim. Bilmiyor. Kapıda yazıyor ama. Okumuyor. Babasının dükkânı oradadır. Yâni aşağı yukarı orada 2-3 vakit namaz kılıyor. Hayır, bilmiyor. Onun için böyle câhille olmaz bu işler.. Ne kültürsüz din olur, ne dinsiz kültür olur…

(DEVAM EDECEK)

Bu sayfadaki röportajları okuyanlar bilirler. Sayfayı hazırlayan, görüştüğü kişileri gerçek kimlikleriyle ve vasıflarıyla okuyucuya tanıtan başlıklar düzenler. Okumakta olduğunuz röportaj metni, bant çözümünden sonra ve yayından önce, Muhterem Tuğrul İnançer Beyefendi’nin onayına sunuldu. Kendileri bâzı değişikliklerle başlığın bu şekilde verilmesini tensip buyurdular. İkinci bölümdeki başlık, tarafımdan hazırlanmış ve yüksek anlayışına sığınılarak Sayın İnançer’in onayı alınmaksızın okuyucuya sunulmuştur. (O.Ç.)