Üstünüze afiyet yaklaşık bir aydır acayip bir kulak sıkıntısı çekiyorum. Hani evde sinema keyfinizi çıkartmak için koltuğa yayılıp filminizi başlatırsınız. Tam efektlerin yoğun bölümünde dörtlü kolonlardan farklı duyumlar alırsınız. İrite olursunuz, korku filmlerinin vazgeçilmez ses kayıt efektleridir. Hah işte kulaklarımda çektiğim sıkıntı işte bu his üzerine... Dışarıdan gelen sesler kulaklarım tarafından algılanırken, tuhaf bir acı veriyor. Gitmez miyim tabii gittim KBB doktoruna...Ancak yapılan muayenede bana patlak hoparlörlere benzettiğim kulacıklarımda bir sorun olmadığını ve nöroloji doktoruna gitmemi söyledi. Henüz gitmedim. Bir bilen yorumlasa ne iyi olur bunun neden kaynaklanabileceğini, belki de çok basit bir sebebi vardır. Ama özellikle son yıllarda cep telefonumla yaptığım her konuşmanın arkasından kulak içi yanmasından şikayetçiydim şimdi telefonu on cm uzaklıktan konuşabiliyorum. Yarı cahil bildiğim “Akustik Nörinom” (Kulak yakını tümör) un bir belirtisi değildir inşallahlarındayım. Bu radyasyonlardan nasıl etkilendiğimiz meçhul. Halbuki evimin her yerini de kaktüs doldurmuştum, radyasyonun etkisini azaltıyor diye. Size nöroloji doktorundan güzel haberlerle dönmeyi istiyorum. Bu arada bazı bilgiler paylaşmayı istiyorum ki telefonu kulaklıkla kullanın. Telefonun ilk çalışında hemen açmayın. Şarjı bitmeye doğru ve şarjdayken konuşma yapmayın. Şimdi gelelim sadede, Geçen hafta pazar sabahı kalktığımda yine kulaklarım canımı acıttı fırlayıp çıktım sokağa, açık hava dikkatimi başka yerlere çekerde kulaklarımın sıkıntısını unuturum ümidiyle. Beşiktaş’dan denize bakarken, birden kendimi tekneyle Üsküdar’a geçerken buldum. Salacak’ta balık tutanları izledim. Yürüdüm yürüdüm. Elimdeki içi boşalmış, çöp kutusu bulunca atmayı planladığım su şişesinin kapağını isteyen bir kızla sohbet ettim. “Mavi Kapak” projesine destek vermek amacıyla pet şişe, ilaç, parfüm kapaklarını toplayıp 2500 adet olunca bir tekerlekli sandalye kazanıp bunu engellilere veriyormuş. Ne muhteşem bir sivil toplum hareketi...Hemen geri ver kapağımı dedim gülüştük. Şimdi ben de topluyorum. Daha sonra ayaklarım beni “Kızkulesi”ne çekti. Bunca yıl yaşadığım İstanbul’umda bir türlü fırsat bulamadığım geziyi yapmayı şiddetle istedim. Bu arada motora bindiğim sırada Kadıköy tarafında bir duman bulutunun yayıldığını gördüm. Hafızamı yoklayıp o bölgedeki önemli yapıları hızlıca kafamdan geçirdim. Gözlerimin en keskin moduna getirip zumladım. “Yok dedim yok, pazar günü, çalışma bile yapılmayacak bir gün ki kazayla yangın çıksın...” Etrafıma bakıyorum curcuna...Ne için mi? Kızkulesinin efsanesiyle hepsi şaşkın çoğu ilk kez gelmiş benim gibi. Aramızdaki tek fark, ben dev yangındayım. Çünkü İstanbul’un her tarafından algılanabilen dumanlar gökyüzüne çıkıyor. Kimi cep telefonu, kimi fotoğraf makinası kimi de yalın gözle etrafında olup biteni ölümsüzleştirmeye çalışıyor. Etraflarında sadece yakın çevreleri ve Kızkulesi var...Ama bir Allahın kuluyla da ortak bir noktaya bakıp bu yoğun dumanın nerede olabileceğinden paylaşımım yok, gıcık oluyorum. Hani dünya yansa umurunda olmaz insan tiplemeleri... Karaya ayak basıyoruz tekrar. (!) Küçük bir ada...Üzerinde de gemilerden yüzlerce kez değişik açılardan gördüğüm hain kule. Hain diyorum çünkü; Tarihinde, ölmemesini isteyen bir babanın, kızını kapattığı bu konumu şahane kulede, ne kadar izole de olsa yine bu mekanda hazin sondan kaçamaması. Aslında bir anıt mezar demek daha doğru buraya. Neyse dağıtmayayım konuyu...kafam dumanda... duman büyüdü...derken alttan alevler göründü... bu kez alevler büyüdü...işte alevlerin arasında dev kuleyi seçtim ama bir yandan yangınla ilgisi olmamasının muhakemesindeyim...perspektifte önde kalıyor diyorum kendi kendime...Arkada bir çirkin bina yanıyor muhtemelen... Üçer beşer basamaklarla hemen ikinci katın balkonuna çıktım... olmasın niyetiyle eşimi aradım çünkü hala kimsenin dikkati orada değil maalesef. Dedim ki; “Televizyon var mı yanında, haberleri aç ve n’olur bana de ki” “Yangın Haydarpaşa Garı’nda değil” Sanki benim gördüğümü görebiliyormuş gibi bir soruydu. Ama tüm kalbimle dilediğim şey olmadı ve maalesef alevlerin boyutu abartıya çıktı. Hala tuhaf bir şekilde önümde boş duran teleskopu kaptım ve deniz cephesinden, sanki ayaklarım bu kabusu çekercesine geldiğim bu minik adada, şeytan alevleri çok yakından izledim. Gözlerim doldu. Yüz kusür senelik en az “Kızkulesi” kadar İstanbul’la simgeleşmiş bir miras gözgöre göre yanıyordu. Herkesin dikkatini çekmek, hatta acıya saygı göstermelerini istercesine “Allah Kahretsin Haydarpaşa yanıyor” demişim. Bazıları benimle beraber üzülürken çoğu sadece haber içeriğiyle duydu. Bir gençle birlikte havadan neden müdahele edilmiyor diye “Yangın İhbar”ı aradık. “Merak etmeyin ilgileniyoruz” cevabı aldık. Omuzlarım düştü... Acele ayrıldım Kızkulesinden sanki birşey yapabilecek mişim gibi Haydarpaşa Garı’na...Trafik çok karışmıştı. Eve yollandım, arkamda dumanların içinde bıraktım muhteşem yapıyı; Şimdi kulaklarımda bu kez bir de çınlama vardı; “Haydarpaşa yanıyor...Haydarpaşa yanıyor...” Sahiplenemediğimiz miraslardan bir kayıp daha dedim... Ancak akşamki haberlerde biraz içime su serpildi, kötünün iyisi tarzında. Meşhur Yaşlı Garın sadece çatısı ve en üst katı yanmış ve de ölen veya yaralanan olmamış. Hep derim ya “Tanrı bize acıyor.”