Oğuz Çetinoğlu: Hocam, idrak etmekte olduğumuz mübârek Ramazan ayı vesilesiyle sohbetimize ‘Oruç’ kavramının tanımı ile başlayabilir miyiz?
Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan: Oruç, imsak vaktinden iftar vaktine kadar yemek, içmek ve cinsî münasebetten uzak durmak demektir. İmsak vakti, başka bir deyişle oruç yasaklarının başlama vakti, tan yerinin ağarmasıdır. Bununla yatsı namazının vakti çıkmış, sabah namazının vakti girmiş olur. Bu vakit aynı zamanda sahurun sona erip, orucun başladığı vakittir. İftar vakti ise, oruç yasaklarının sona erdiği, güneşin batma vaktidir. Bu vakitle birlikte akşam namazının vakti girmiş olur.
Akıllı, buluğ çağına erişmiş Müslüman’ın Ramazan orucunu tutması farzdır. Ancak oruç tutamayacak kadar hasta olanlar ile yolculukta bulunanlar oruç tutmayabilirler. Hastalar iyileştiklerinden, yolcular da memleketlerine döndükten sonra tutmadıkları oruçları kaza ederler. Hasta olan kişinin iyileşme ihtimali yoksa tutmadığı her gün için bir fidye verir. Yani bir fakiri bir gün doyurur. Hayız ve nifas halindeki kadınlar, bu günlerinde oruç tutmayıp daha sonra gününe gün kaza ederler.
Ramazan orucunu kasten ve isteyerek bozan kişi, bozduğu orucu kaza eder ve keffaret öder. Orucun keffareti, iki ay üst üste oruç tutmak, buna gücü yetmezse 60 fakiri doyurmaktır.
Adak oruçların tutulması ile bozulan nafile oruçların kaza edilmesi vâcibtir. Bunların dışında kalan ve mekruh olmayan oruçlar ise nafile oruçlardır.
Ramazan Bayramının birinci günü ile Kurban Bayramının dört gününde oruç tutmak tahrimen mekruhtur. Muharrem ayının sâdece onuncu gününde, yalnız cuma veya cumartesi günlerinde oruç tutmak, yılın tamamını oruçlu geçirmek ve akşam iftar etmeksizin birleştirerek oruç tutmak ise tenzihen mekruhtur. 
Çetinoğlu: Hocam, çok teşekkür ederim. Doyurucu bir tanımlama oldu. Yalnız açıklamanızda, herkesin bilemeyeceği bâzı kelimeler, kavramlar var. Onların açıklamalarını da lütfeder misiniz? Buluğ çağı deyiminden başlayalım.
Prof. Çakan:  Sözlükte ‘ulaşmak, yetişmek, iş gayesine varmak gibi’ anlamlara gelen bulûğ, fıkıh terimi olarak, bir kimsenin çocukluk dönemini bitirip, ergenlik çağına ulaşması demektir. Bulûğ çağına ulaşan kimseye ‘baliğ’ denir.
Ergenlik yaşı çocuğun vücut yapısına ve iklim şartlarına göre değişebilir. İslâm hukukçularınca bulûğ çağının alt sının, erkekler için 12, kızlar için 9 yaş olarak belirlenmiştir. Bu yaşa ulaştıktan sonra erkeğin ihtilam olması, baba olabilme devresine girmesi; kızın da adet görmesi, gebe kalabilme çağına erişmiş olmalarıdır. Ancak erkek ve kızlar 15 yaşlarına ulaştıklarında, kendilerinde bu erginlik alametleri görülmese de baliğ olduklarına hükmedilir.
Buluğ, kişinin dinen mükellef sayılıp, yetişkin insan statüsünü kazandığı dönemdir. Bu çağa ulaşan ve akıllı olan kimse artık tam edâ ehliyeti kazanır. Böylece, ibâdet, helal ve haram gibi dinî hükümlere muhatap; cezaî, malî ve hukukî yükümlülüklere ehil olur.
Çetinoğlu: Hayız?
Prof. Çakan: Türkçede bu olaya, hayız hali denildiği gibi, âdet hali, âdet görme, adet kanaması, aybaşı hali de denilmektedir.
Kadının cinsî organından üç türlü kan gelir. Birincisi belirli çağda ve belirli zaman dilimlerinde gelen hayız kanı; ikincisi doğumdan sonra gelen loğusalık kanı, üçüncüsü ise, bu ikisi dışında kalan ve bir hastalıktan kaynaklanan özür kanıdır.
Hayız ile kadın ergenlik çağına ulaşır, dinî ve hukukî hükümlerle mükellef olur. Hanefî mezhebine göre ay halinin en az süresi 3 gün; en çok da 10 gündür. 3 günden az ve 10 günden çoğu hayız değildir.
Kadınlar hayız ve nifas hallerinde namaz kılmaz, oruç tutmazlar. Bu hallerinde müçtehitlerin büyük çoğunluğuna göre Kâbe’yi tavaf edemezler.
Çetinoğlu: Efendim, yeri gelmişken sorayım: Kadınlar hayız hâlinde iken Kur’an okuyabilirler mi?
Prof. Çakan: Özel hallerinde kadınların Kur’an okumaları ile ilgili olarak, Hanefî ve Şafıîlere hayızlı ve loğusa kadınlar, dua kastıyla dua anlamı içeren ayetler dışında Kur’an okuyamayacaklarını; İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel, el sürmeden ezbere veya yüzünden okuyabileceklerini söylemişlerdir. İmam Mâlik bu durumdaki öğretici ve öğrencilerin Kur’an-ı Kerim’i tutmalarını da caiz görmüştür. İbn Hazm ise, hayız ve loğusa olan kadınlarla cünüp olan kimselerin hem Kur’an-ı Kerim’i tutmalarının ve hem de okumalarının caiz olduğunu söylemiştir. 
Çetinoğlu: Net bir şey söyleyebilir misiniz?
Prof. Çakan: Bu görüşler birlikte değerlendirildiğinde, Kur’an okumaya veya araştırma yapmaya ihtiyaç duyan kadınların, dinin asıl kaynağı olan Kur’an ile irtibatını kesmemek maksadıyla hayız ve nifas hallerinde Kur’an-ı Kerim okumalarında mahzur yoktur.
Kadınların bu hallerinde, namaz ve oruçtan muaf tutulmaları, onların pis olmalarından dolayı değil, psikolojik ve fizyolojik yüklerini hafifletme amacına yöneliktir. Bu ibâdetleri yapamadığı için dinî bir sıkıntı, eksiklik ve sorumluluk duyması yersizdir.
Çetinoğlu: Mükemmel. Şimdi sıra nifas kelimesinde…
Prof. Çakan: Halk arasındaki anlatımı ile Lohusalık hâlidir. Doğum yapan kadının rahminden gelen kan söz konusudur. Bu kana, ‘nifas kanı’ denir. Lohusalık hâlinin alt sınırı olmamakla birlikte, en çok kırk gün sürer. ‘40’ı çıkmak’ tâbiri buradan gelmektedir. 40 günden sonra görülen kan, nifas kanı değildir. Kadınlar bu süre içerisinde namaz kılmazlar, oruç tutmazlar. Bu konuda müçtehitler görüş birliği içendedirler. Müçtehitlerin büyük çoğunluğu, kadınların bu hallerinde Kâbe’yi tavaf edemeyeceklerine dair görüş bildirmişlerdir. Kadınlar hayız ve nifas hallerinde, kılmadıkları namazları daha sonra kaza etmezler. Bu günlerde tutamadıkları oruçları kaza gederler. Doğumdan sonra kan gelmesi durmuşsa, kadın yıkanır ve ibâdetlerine devam eder. 
Çetinoğlu: Çok güzel. Keffâret…
Prof. Çakan: Cenab-ı Allah, kullarının işledikleri hatâ ve günahları, çeşitli vesilelerle affetmektedir. İstiğfar ve keffâret, bunlardandır. Bu çerçeveden olarak Kur’ân’da, iyiliklerin kötülükleri sildiği haber verilmektedir. Hz. Peygamber de, kılınan namazın, büyük günahlardan kaçınmak şartıyla bir önceki namazla sonraki namaz arasında işlenen günahlara keffâret olacağını, Cuma namazının iki Cuma arasında işlenen günahlara keffâret olacağını bildirmiştir
Bir fıkıh terimi ve konumuzla ilgili olarak keffâret, sözlük anlamına yakın olarak, orucun günahı affettirmek için meşru kılınan ibâdet mâhiyetindeki davranışlardır. Ramazan ayında, farz olan orucu tutarken, meşru bir mâzereti olmaksızın bilerek ve isteyerek orucu bozan kişi, keffâret olarak iki ay üst üste oruç tutar, buna da gücü yetmez ise altmış fakiri sabah ve akşam doyurur veya yemek parasını verir. Yemek parasını 60 günde bir fakire verebileceği gibi, bir günde 60 fakire de verebilir. Bir günde hepsini bir fakire vermesi caiz değildir. Keffâret olan oruca kamerî ayın ilk gününde başlamış ise iki ay, daha sonra başlamış ise 60 gün ara vermeden oruç tutar. Kadınlar, ay hallerinde oruca ara verirler ve biter bitmez, ara vermeden kaldığı yerden devam ederler.
Çetinoğlu: Efendim, yine yeri gelmişken, bozulan yeminin keffâretini sorabilir miyim?
Prof. Çakan: Bilerek yapılan yeminlerin bozulmasında, keffâret olarak on fakir sabah akşam doyurulur veya giydirilir. Buna gücü yetmeyen ise, üç gün peş-peşe oruç tutar.
Çetinoğlu: Şimdi sıra ‘vâcib’ kelimesinde…
Prof. Çakan: İslamî anlamda vâcib; yapılması kesin ve bağlayıcı bir şekilde istenen fiildir. Talebin kesin ve bağlayıcı oluşu, talep ifâdesinin kendisinden anlaşılabileceği gibi, bir fiilin terk edilmesi halinde ağır ceza verilmesi gerektiğinin bildirilmesinden de anlaşılabilir.
İslam hukuku uzmanlarının çoğunluğuna göre farz ile vacip arasında bir fark yoktur. Hanefilere göre ise, farz ve vacibin her ikisi de, bağlayıcı ve kesin olarak yapılması istenen şeydir. Ancak farz, delâlet ve sabit olması bakımından kesin delille sabit olmuştur; vacip ise, kesin olmayan bir delille sabit olmuştur.
Farzda olduğu gibi vacibin de, kesin olarak yapılması gerekir, yerine getiren sevabı, özürsüz olarak terk eden ise cezayı hak etmiş olur. Farzı inkâr eden kâfir olmakla birlikte, vacibi inkâr eden, kâfir olmaz. 
Çetinoğlu: ‘Mekruh’ kelimesiyle devam edebilir miyiz?
Prof. Çakan: Kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda yapılmaması istenen fiil demektir.
Bu tanım fakihlerin çoğunluğuna göredir. Hanefîler ise mekruhu, tahrimen mekruh ve tenzîhen mekruh olmak üzere ikiye ayırırlar.
Tahrimen mekruh, zannî yâni, zannetmeye dayalı olarak veya dolaylı olara, bir delil ile kesin olarak yapılmaması istenen şeydir. Bu yasak aslında, haram gibi yapılmaması kesin ve bağlayıcı olarak istenmiştir. Ancak, kesin olmayan bir delile dayandığından veya bir kapalılıktan dolayı haramlığı kesin olarak sâbit olmamıştır. Bu sebeple Hanefîlerin açıklamış oldukları bu mekruh türüne amelî haram da denilmiştir. Yani bu davranışların yapılması haram hükmündedir. Bunları işlemek, haram bir fiili işlemek gibi cezayı ve kınanmayı gerektirir; bunlardan uzak durmak ise övülmeye ve sevaba hak kazanır. Ancak inanç yönünden farklılık vardır; haram olmadığını söyleyen kimse kâfir olmaz. Meselâ, sigara içmek, erkeğin altın takması, ipek giymesi böyledir.
Tenzîhen Mekruh ise, bağlayıcı ve kesin olmayan bir tarzda yapılmaması istenilen fiildir. Başka bir ifâdeyle, yapılmaması yapılmasından daha iyi olan davranıştır.
Çetinoğlu: ‘Nafile oruç’ kavramını da lütfettikten sonra başka bir konuya geçeceğiz…
Prof. Çakan: Farz ve vâcib olmayan, yapıldığında mükâfat verilen, fakat terk edildiğinde cezâ gerektirmeyen hareketlerdir. Farz ve vâcib dışında kalan sünnetlere de nafile denilir. Ancak nafile ibâdetlerin de sevâbı vardır.
Çetinoğlu: Oruçla birlikte yapılması gerekenlerden de söz eder misiniz? 
Prof. Çakan: Oruç, sadece belli bir vakit içerisinde yeme, içme ve cinsî ilişkiden uzak durma suretiyle yerine getirilen bir dini vecibe değildir. Kişi bu zaman içerisinde yalan sözden, yanlış işten, haramdan, başkalarının gönlünü kırmaktan, cimrilikten, insanlara karşı ilgisizlikten her zaman olduğundan daha fazla sakınmalıdır. Zaten ramazan ayı güzelliklere alışma, çirkin işlerden ise uzaklaşma bakımından yoğun manevî iklime girildiği bir zaman dilimidir. Peygamberimizin ramazan ayına dair sakındırmaları bizlere ibadetlerin şuurlu olarak yapılması gerektiğini hatırlatmaktadır:
‘Kim kötü sözü ve kötü davranışı terk etmezse (bilsin ki) Allah’ın onun yiyip içmeyi bırakmasına ihtiyacı yoktur.’ (Buhârî, “Savm”, 8, “Edeb”, 51; Tirmizî, “Savm”, 16).
‘Oruç tutan öyle kimseler vardır ki bunların kârları sadece açlık ve susuzluk çekmektir.’ (İbn Mâce, “Sıyâm”, 21).
Çetinoğlu: Orucun hikmeti ve sosyal faydaları hakkında bilgi lütfeder misiniz?
Prof. Çakan: Orucun tutulma maksadı Allah’ın böyle bir ibâdeti emretmiş olmasıdır. Bir Müslüman, orucu, bu maksadını hesaba katmaksızın, Allah isteğini ve rızasını düşünmeksizin tutarsa tuttuğu bu oruç onun için perhiz yapmaktan öteye gitmez. Bununla birlikte Hz. Peygamberin (sas.) ümmetinden önceki insanlara da farz kılınmış olması sebebiyle oruç ibadetinin, insanların maddî ve manevî olgunluğa erişmesi için gerekli olduğunu da söyleyebiliriz. Çünkü insan yaratılışı gereği kendisinde pek çok şeye karşı aşırı istek taşır. İnsan mala, yemeye-içmeye, bedeni güzelliğe, güç ve kuvvet gösterisinde bulunmaya ve nefsinin arzularına düşkündür. Ramazan orucu insanda bulunan bu mala düşkünlük, ölçüsüz yeme-içme arzusu, sâdece kendisini düşünüp çevrede olup bitenlere seyirci kalma ve nefsanî arzuları hayatının biricik gayesi görme gibi istekleri dizginlemeyi, kontrol altına almayı ve ölçülü olarak kullanabilmeyi öğretir.
Toplumda insanlar gerek bedenî durumları gerekse malî ve sosyal yapıları itibarıyla birbirine denk değillerdir. Bu itibarla oruç, açlık çeken, yeterli gıda bulamayan kişilerin hâlini bize hatırlatır, eldeki nimetlerin kadrini ve kıymetini bildirir, paylaşma duygusunu canlı tutar.
Ramazan ayı ve orucunun daha pek çok fayda ve hikmetleri vardır. Resul-i Ekrem Efendimizin ‘Kim ramazanda Allah’a inanarak ve karşılığını sadece Allah’tan dileyerek oruç tutarsa geçmiş günahları bağışlanır.’ (Buhârî, ‘îmân’, 28); ‘Cennette Reyyân denilen bir kapı vardır. Oradan sadece oruçlular girer. Oruçlular girdiler mi artık kapanır, kimse oradan giremez.’ (Buhârî, ‘Savm’, 4, ‘Bed’u’l-halk’, 9; Müslim, ‘Sıyâm’, 166); ‘Kim bir oruçluya iftar ettirirse, kendisine onun sevabı kadar sevap yazılır. Üstelik bu sebeple oruçlunun sevabından hiçbir eksiltme olmaz.’ (Tirmizî, ‘Savm’, 82; Ibn Mâce, ‘Sıyâm’, 45) şeklindeki sözleri biz Müslümanları ramazan ayının güzelliklerine çekmek ve bizlere onu özümseyerek yaşatmak içindir. Ramazan ayı ve orucu bu kadar önemli olmasa idi Yüce Allah, ‘Ramazan ayı, öyle bir aydır ki, insanlara doğru yolu gösteren ve açık âyetleri ihtiva edip hak ile bâtılın arasını ayıran Kur’an o ayda indirilmiştir.’ (Bakara, 185) diye buyurur muydu? Ayrıca bir hadis-i kutside Yüce Allah şöyle buyurur: ‘Her bir iyilik için on mislinden yedi yüz misline kadar karşılık olabilir; fakat oruç başkadır. Çünkü oruç benim içindir ve onun ecrini ben vereceğim.’ (Müslim, ‘Sıyâm’, 164; Nesâî, ‘Sıyâm’, 42).
Çetinoğlu: Biraz da oruçla ilgili detay konulara girmek istiyorum. Ramazan, Müslüman ülkelerin bâzılarında bir gün erken veya geç başlıyor. Neden?
Prof. Çakan: Ramazan orucunun tutulabilmesi için ramazan ayının girmesi gerekir. Resul-i Ekrem bunu pratik bir usule bağlamış ve ramazan hilali görüldüğünde oruç tutulmasını, şevvel hilali görüldüğünde ise bayram yapılmasını, havanın bulutlu olması sebebiyle hilalin görülememesi durumunda ise şaban ayının otuza tamamlanmasını öğütlemiştir.
Müslümanlar kameri ayların hesabını tutmak, ay giriş ve bitişlerini hesaplamak için rasathaneler inşa etmiş, gözlem kuleleri yapmışlardır. İslam ülkelerinde bazı kimseler resmen bu işle görevlendirilmişlerdir. Ayın gözetlenmesi günümüzde de önemini korumakla birlikte bilimin ilerlemesi ve uzay cisimlerinin hareketlerinin daha sağlıklı bir biçimde gözlenebilmesi sebebiyle ramazan ayının ve diğer kameri ayların girişi çok önceden hesaplanabilmekte ve takvimlere yazılabilmektedir. Maksat Allah’a ibâdet olduğu için ister eski usul takip edilsin isterse yapılan ince hesaplamalar sonucunda oluşturulan takvimler kullanılsın her ikisinin de bir delili olduğundan sonuç değişmez. Ayrıca bâzı İslam âlimleri birbirine uzak farklı beldelerde ramazanın başlangıcının değişebileceğine hükmetmişlerdir. Bu böyle olmakla birlikte, dinimizin her durumda Müslümanlara yekvücut hareket etmeyi, birlik ve beraberliklerini en güçlü şekilde göstermeyi emrettiğini (3. Âl-i Imrân, 103) hatırlayacak olursak her yıl büyük bir coşku ile karşıladığımız ramazan ayının aynı günde başlatılıp bayramın aynı günde kutlanmasının iyi bir uygulama olacağını söyleyebiliriz. Bu yönde atılan bazı adımlar şu ana kadar tam bir sonuç vermemiş olsa bile bazı ilerleme ve yakınlaşmalar da kaydedilmiştir. Dünyanın tamamı coğrafi olarak aynı olmadığı için farklı yerlerde ayın gözetlenmesi yerine astronomik hesapların dikkate alınması ve oruç ibadetinin buna göre yapılması, birliği sağlama açısından daha öncelikli gözükmektedir.
Namaz ibâdeti için güneşin hareketlerinin oruç ibâdeti için ise güneş ve ayın hareketlerinin birlikte ölçü alınması üzerinde durulması gereken bir konudur. Ramazan kameri bir aydır ve on iki aydan oluşan kameri yılın bir parçasıdır. Ancak kameri takvime göre her bir ay, yirmi dokuz veya otuz gündür. Bu ise bir güneş yılına nispetle on gün kadar daha az bir süredir. Böyle olunca kameri aylar her yıl normal mevsim düzeni içerisinde on gün önce gelir. Üç yılda bir güneş yılına göre bir ay fark oluşur. Otuz altı yılda bir defa başlanan noktaya dönülür. Bu ortalama olarak bir insanın hayatında iki defa başlanan noktaya dönüş demektir. Böylece ramazan ayı âdil bir biçimde dünyada yaşayan bütün insanlara bütün mevsimleri iki defa yaşatır. Eğer oruç ay hesabına göre değil de güneş hesabına göre tutulmuş olsaydı bir bölge sürekli olarak yaz sıcaklarında diğeri ise serin havalarda oruç tutmuş olacaktı. Kameri takvime göre oruç tutulduğunda günün kısalığı ve uzunluğu da söz konusu olmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de ayın ve güneşin vakit hesaplamak için birer vasıta olduğundan bahsedilir.
Çetinoğlu: Sahura kalkmadan oruç tutanlar var. Bu hareket doğru mudur?
Prof. Çakan: Ramazanda sahura kalkılması güzel bir uygulamadır. Kişi bu vesile ile hem Allah’ın emrine ve Resulullah’ın sünnetine uyar, hem de kendisini farklı şartlarda yaşamaya alıştırır. Vakit bulursa gece namazı kılar ve Kur’an-ı Kerim okur. Sahurda yediği yemek ile de orucu rahat bir şekilde tutar. Peygamberimizin sahuru teşvik etmiştir. Sahura kalkmanın bütün bu faydaları temin yanında başka hikmetlerin de olabileceğini düşünmemiz gerekir. 
Çetinoğlu: Sahur vaktinin ne zaman başlayıp ne zaman bittiği konusundaki bilgilere ihtiyacı olanlar vardır… 
Prof. Çakan: Sahur vaktinin ne zamana kadar devam ettiği konusunda bazı farklı yaklaşımların varlığından söz etmek uygun olacaktır. Genel kabul, sahurun bitişinin yani imsak vaktinin, sabah namazının ilk vakti olduğu yönündedir. Bu vakit ise tan yerinin ağarması olarak da adlandırılır. Bazı kimseler vakti biraz daha önceye çekerken bazıları da güneşin doğuşu yönünde biraz daha esnetmeye meyletmişlerdir. Bu son gruba göre sahur vakti tan yeri ağarıp ışık iyice dağıldığı vakit biter. Sahih hadis kaynaklarında yer alan bazı olaylardan Resulullah’m ve ashabın zaman zaman bu nevi uygulamalar yaptığını anlamaktayız. Ancak zaman belirleme ve belirlenen zamanda kalkarak ibâdet yapma konusunda o dönem imkânların oldukça kısıtlı olduğunu düşündüğümüzde genel hüküm karşısında bu uygulamaların istisna olduğunu söyleyebiliriz. Bu üç uygulamadan üçünün de Resul-i Ekrem’in hayatında yeri olmakla birlikte genel kabul, tan yerinin ağarmaya başladığı vaktin imsak vakti olduğu yönündedir.
Çetinoğlu: Oruçta ‘Niyet’ kavramının önemi hakkında neler söylenebilir?
Prof. Çakan: Orucun geçerli olabilmesi için ramazan orucuna niyet etmek gerekir. Niyet edilmediği takdirde ramazan ayı içerisinde akşama kadar hiçbir şey yenilip içilmese bile oruç tutulmuş sayılmaz. Bir kişi ramazan ayı içerisinde nafile oruca niyet etse bu niyeti geçersiz olur, tuttuğu oruç ramazan orucu sayılır. 
Çetinoğlu: Orucu bozan ve bozmayan durumlar hakkında da özet bilgi vermeniz mümkün mü? 
Prof. Çakan: Ağızdan alınan ilaçlar orucu bozar. Vücuda deri altından sıvı zerk etmenin ve iğne yaptırmanın orucu bozup bozmayacağı konusunda ise farklı görüşler vardır. Eğer kişi önemli bir hastalıktan dolayı iğne yaptırıyorsa ve bu vücuda besin sağlamaya yönelik değilse oruç bozulmaz. Ancak böylesi hasta kimselerin ramazan oruçlarını başka bir vakitte kaza etme hakları da vardır. Bu haktan yararlanmaları ve tedavilerini oruç tutmaksızın devam ettirmeleri uygun olur. Böyle değil de alerji ve romatizma gibi oruç tuttuğu hâlde kişiyi halsiz bırakmayan bir rahatsızlığı olanlar ara sıra iğne yaptırmak suretiyle sağlıklarını koruyabiliyorlarsa bu kimselerin oruçlarına devam etmesi ve iğnelerini yaptırması uygun olur. Zira konuyla ilgili hüküm her iki yönde davranmaya imkân tanımaktadır. Yine de şüpheden kurtulmak için mümkünse iğne yaptırmayı iftar sonrasına bırakmak uygun davranış olur. Bu konuda genel kanaat gıda ve keyif verici olmayan iğne ile ilaç alımının yemek ve içmek anlamına gelmedikleri için orucu bozmayacağı şeklindedir. Ancak gıda ve/veya keyif verici iğneler orucu bozar. Hastaya serum veya kan verilmesi de aynı hükme tâbidir, orucu bozar. Kan aldırmak ise orucu bozmaz. Göz, kulak ve burun rahatsızlığı olanların damla kullanması, astım hastalarının ağza oksijenli su püskürtmesi, kalp hastalarının dilaltı hapı kullanması orucu bozmaz. Çünkü bunlar genellikle çok düşük dozajlarda yapılmakta veya sindirim sistemine ulaşmadan başka organlar tarafından emilmekte, mideye ulaşmamaktadır.  Ulaşsa bile bu abdest alırken, misvak kullanırken veya burna su verilirken alınan sıvıdan daha fazla olmamaktadır.
Çetinoğlu: Teşekkür ederim efendim. 

Prof. Dr. İSMAİL LÜTFİ ÇAKAN
1945 yılında Samsun’un Ladik ilçesine bağlı Küçükkızoğlu köyünde doğdu. İlkokulu bitirdikten sonra hafızlığını ikmal etti. 1966’da Kayseri İmam Hatip Lisesi’ni, 1970’te İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nü bitirdi. 
1977’ye kadar Diyanet İşleri Başkanlığı merkez ve taşra teşkilatında çalıştı. Ankara-Yenimahalle Vaizi iken İstanbul’da açılan Haseki Eğitim Merkezi’ne kursiyer olarak katıldı. Kursun bitimine altı ay kala 5 Aralık 1977’de İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’ne hadis asistanı olarak göreve başladı. 1982 yılında Erzurum İslamî Bilimler Fakültesi’ne sunduğu ‘Muhtelifu’l-Hâdis İlmi: Doğuşu, Muhtevası ve Çözüm Yolları’ adlı teziyle doktor oldu. Yüksek İslâm Enstitüsü’nde kısa bir süre kültürel işlere bakan Müdür yardımcılığı görevini yürüttü. 1987’de doçentliğe, 1993’te de profesörlüğe yükseltildi. 1994-1997 öğretim yıllarında Marmara Üniversitesi İlahiyat Meslek Yüksek Okulu Müdürlüğü görevinde bulundu. Çakan, hâlen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Ana Bilim Dalı öğretim üyesi olarak görevine devam etmektedir. Üçü erkek biri kız dört çocuğu vardır.
Çakan, İmam-Hatip Okulu’ndaki öğrencilik yıllarından beri mahalli ve ulusal gazete ve dergilerde yazılar yazdı ve yöneticilik yaptı. Özellikle Kayseri Hâkimiyet Gazetesi, Yeni İstiklal, Sebil ve Yeni Sabah Gazeteleri, Diyanet Gazete ve Dergisi,  İslâm, Toprak, Tohum, İslâm Medeniyeti, Hakses, Nesil, Din Eğitimi, Altınoluk, Bilim ve Hikmet, Yeni Ümit ve M.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi gibi dergilerde çok sayıda yazıları yayımlandı. İslâm ve Tohum dergilerinin açtığı makale yarışmalarında birincilik kazandı.
Çakan, ayrıca Yüksek İslâm Enstitüsü’nde öğrenci iken Türkiye Yüksek İslâm Enstitüleri Federasyonu’nda sekreterlik görevinde bulundu ve İslâm Medeniyeti Dergisi’nin idare ve yayın müdürlüğünü yaptı. 1974-1975 yıllarında Türkiye Din Görevlileri Federasyonunda yönetim kurulu üyeliği görevlerinde bulundu. Hakses Dergisi’nin Yayın müdürlüğünü yaptı.
İsmail Lütfi Çakan, İSAV adına ‘İslam’da Kılık-Kıyafet ve Örtünme’, ‘Hz. Peygamber ve Aile Hayatı’, ‘Sünnetin Dindeki Yeri’, ‘Yeni ve Çağdaş Bir Tebliğ Metodolojisi’ gibi tartışmalı ilmî toplantıların organizatörlüğünü ve bu toplantıların kitaplaşmasında editörlük yaptı. ‘Gençliğin Kaleminden Üç Cephesiyle Âkif’ ve ‘Hadislerle Ahlâkî Davranışlar’ adlı anonim eserlerde belli bölümleri yazdı. Sünen-i Ebû Davud Tercüme ve Şerhi’ne mukaddime yazdı ve eserin ilk sekiz cildinin redaksiyonunu yaptı. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nin kuruluş çalışmalarına katıldı ve ansiklopedinin ilk on cildine yetmiş kadar madde yazdı. İslâm Medeniyeti ve Ensar vakıflarının kurucuları arasında yer aldı.
Yurt içinde düzenlenen birçok sempozyuma tebliğci ve müzakereci olarak iştirak etti. Son üç yıldır İstanbul-Göztepe Gözcü Baba Camii’nde Pazar günleri öğle namazından önce Mişkâtü’l-Mesâbih’ten Hadis dersleri yapmaktadır. Bu dersler Dost Tv. tarafından yayımlanmaktadır.
Yayınlanmış Eserleri:
Çakan’ın, bir çoğu bir çok kez basılmış olan eserlerini basım yer ve tarihlerinden arındırılmış olarak ismen şöylece sıralayabiliriz:
Hakkı Tavsiye Metod ve Vasıtaları, Dinî Hitabet, Kur’an’ı Kerim’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi (M. Solmaz ile birlikte), Hadislerde Görülen İhtilaflar ve Çözüm Yolları, (Doktora tezi) Anahatlarıyla Hadis, Hadis Usulü, Hadis Edebiyatı, Eyüp Sultan Hazretlerinden Kırk Hadis, Hadislerle Gerçekler, Müslüman Kimliği, Müslümanca Yaşamak, Sırat-ı Müstakim ve Yolcuları, Riyâzü’s-salihin Tercüme ve Şerhi (8 cilt, M. Yaşar Kandemir ve Raşit Küçük’le birlikte), Ashâbının Dilinden Peygamberimiz, Hurafeler ve Bâtıl İnanışlar, Olay ve Ölçü Olarak Hicret, İyi Müslüman, Örnek Kul Son Resul, Sahâbe Kıvamı, Sıra Bizde, Onlar Böyleydi (piyes), Gizli Armağan (Çocuk kitabı), Hadis Öğrenimi,-Tarihî ve Güncel Boyut), Hadis Nasıl Okunur/Okutulur? Âkifçe, Seçme Hadisler (33 Hadis 33 Yorum), İslâmî Yapılanmada Siret ve Sünnet
Hocanın, bir çoğu sonradan yayımlanmış sempozyum bildirileri ve çok sayıda makaleleri bulunmaktadır.