Röportajlar

Fotografın Aksakallı Bilge Dervişi; İSA ÇELİK

Abone Ol

NEDRET HOTUN

İSTANBUL

Beyoğlu’nda, İstiklâl Caddesi’nden Galata Kulesi’ne inerken çok eski bir apartmanda oturuyor İsa Çelik hocam. Eski nesil dev kapılarla çevrili merdivenlerden birkaç kat çıkıyorum. Kapıda el yazısıyla yazılmış notlar var, biraz beklenmesini rica ediyor. Yüksek tavanlı, çok odalı, bol kitaplı, resim, heykel ve fotograflarla çevrili, eski nesil kapı kilitlerinden tarihi fotograf makinelerine, objelerle zengin, saksı saksı bitki dolu bir ev karşılıyor gelenleri.

Arada afişler, gazete kupürleri, telefon numaraları, kendisine -ya da belki ziyaretçilerine- salık verdiği bir takım yazılı öğütler, özlü sözler var. İlaç kutusu üzerinde ‘Birçok şeyi yarım bileceğinize, bir tek şeyi tam bilin’ yazıyor, telefonu ve kan grubu ile birlikte.

Arka fonda değişmez caz müziğine martı sesleri eşlik ediyor. Özenli, güler yüzlü, candan ve bol “muhabbetli”, paylaşımcı bir ev sahibi.

İşte grafiker, illüstratör ve hikâyeci ve tabii ki fotoğraf sanatçısı, sanatın aksakallı bilge dervişi İsa Çelik hocamla buluştuk, söyleştik. Çocukluğundan ilk gençliğine hayatının dönüm noktalarını bize anlattı, gelin bu sıcak söyleşiye hep birlikte dahil olalım. 

-İsa hocam merhaba, bize biraz çocukluğunuzdan bahseder misiniz? Nerede doğdunuz, nasıl bir çocukluk geçirdiniz?

-Mersin’in Gülnar ilçesinde doğdum (1944). Gülnar, Anamur, Silifke ve Mut’un orta yerinde bir dağ kasabasıdır. Babam Ziraat Bankası’nın odacısıydı. Posta arabasının 15 günde bir geldiği, elektrik lâfının bile bilinmediği bir kasabaydı Gülnar. Ya da en azından ben bilmiyordum. Ortaokulda sandıklar sepetler dolusu kitaplarım vardı. Jack London’ı, Balzac’ı, Çaykovski’yi, Yaşar Kemal’i daha o zamanlarda okudum… 

O koşullarda Gülnar ilçesine giren ilk radyoyu babam almıştı. Soba borusu genişliğinde pilleri olan radyonun üzerine babam Hamiyet Yüceses’in pankart fotografını koymuştu, bizim köylüler gelir fotografa bakarlardı. Nüfus cüzdanlarına bile daha fotograf konulmadığı zamanlar. Piller radyonun arkasında dururdu, sonra o piller küçüldüğünde “medeniyet ne kadar ilerledi” demiştim. Kaymakam dahil herkes gaz lambasıyla otururdu. Babam Mersin’den lüx lambası alıp geldi bir gün. Mersin Silifke yönünden gelen herkes bizim ışıl ışıl evimize bakardı…  

-İçinizdeki resim tutkusu çocuk yaşlarda başlamış. Söylemek istediklerinizi çizerek mi anlatıyordunuz hocam?

Annem duvarları kille bembeyaz badana yapardı. Can dayanmaz öyle güzeldi duvarlar. Ben bulabildiğim 1-2 kalem ucuyla duvarlara yazı yazıyor sonra süpürgenin sapıyla cezalandırılıyordum. Başka çareler aramaya başladım, zamanla onların görmediği duvarlara yazdım. Her zaman kalem bulamıyordum, söğüt ağacından kalem yapmayı keşfettim. Söğüt ağacının ucunu yakıp kalem olarak kullanıyordum. Bir gün yerde yemek yiyorduk,  annem masanın altını keşfedemez diye orayı karalamaya başladım.  Resim yapma sevdasının çilesini hep çektim. İlkokulda da resim yapıyordum ‘Senin resmin çok güzel, her gün hava durumu çizelgesini sen yap dedi öğretmenim. 50 ya da 60 kişilik bir sınıfımız vardı. Sandalyeye zar zor çıkıp duvara hava durumunu çiziyordum… 

Askerliğimi yaptığım Isparta Er Eğitim Alayı’nda çok kötü yapılmış haritalar, kötü kötü tabelâlar vardı. Komutanım şu haritaları ben yapayım demiştim. “Biz kaytaran adamları sevmeyiz” deyip (oysa hiç öyle bir niyetim yoktu) Cumartesi Pazar yapmamı kabul ettiler. O sırada Ankara’ya tayinim çıktı, ancak yollamadılar. 1.5 ay geceli gündüzlü çalışıp yağlıboya tabloları bitirdim.

-Profesyonelliğe geçişiniz nasıl oldu İsa hocam?

Askere gitmeden önce Ziraat Bankası’nda iş arıyordum. Reklâm servisinde okuldan tanıdığım bir arkadaşım vardı. Bit pazarında kötü bir otelde kalıyordum. O sırada reklâm servisinde bir yerin albümü yapılacaktı. Soğuk kış günü elimi nefesimle ısıtarak albümü çizdim, 100 lira kazandım. Benim derdim Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmekti. Albümü alıp bankaya gittim. Mimar Sinan Üniversitesi’ne gitmek, ressam olmak istiyorum dedim, göndermediler, bankaya memur olarak girdim.

Önce muhaberattan başlayıp bütün servisleri dolaştım. 30-40 kişilik muhaberatta beni kapının önünde küçük bir masaya koymuşlardı. Gelen evrakları bana bırakıyorlar, ben de onları damgalayıp şefe, amire götürüyordum. Çaycı benden hazetmezdi, bütün herkese dağıtır en son soğumuş çayı bana bırakırdı. Bir gün Amir Bey, havalar soğuk oluyor, şu kapıya ‘lütfen kapıyı kapatır mısınız?’ yaz dedi. Kimsenin alışık olmadığı türden bir yazı yazdım, gelen giden bakıyordu. Oğuz Turan adında Mersinli bir ressam vardı Bankaya reklâm resimleri yapardı. Birgün o geçti kapının önünden. Sonra geri geri geldi ‘Kim yaptı bunu?’ dedi bana. Söyledim. Gitti. Derken olmadık bir şey oldu, müdürle beraber geri geldiler, bütün servis ayağa kalktık. Gözlüklerini takıp tekrar kapıdaki yazıya baktılar, bu sefer müdür ‘Kim yaptı bunu?’ diye sordu. Ödüm koptu. Söyledim. Tekrar tekrar baktıktan sonra “aferin, aferin” deyip saçlarımı okşadılar ve gittiler. Sonra servisteki herkes tek tek gelip yazıya bir daha baktı.  Arkasından beni reklâm servisine aldılar… Zaman içinde pek çok gazete ilanları, afişler pankartlar yapmaya başladım. Dosya arşiv memuru aday adayıydım ama ressam gibi çalışıyordum.

Bir gün müdür ‘İlk defa bir banka olarak Türkiye’de köy afişi yapacağız’ dedi. Bir fikir ürettim. Sami Güner’in (harman savrulurken, bir çiftçi çift sürerken gibi) köy fotoğraflarının üstüne Aşık Veysel’in şiirlerini yazalım dedim. Aşık Veysel o sıralar bu günkü kadar bilinmiyordu, galiba daha bir plağı çıkmıştı ve ancak erbabı biliyordu sanıyorum. Bu projeyi dallandırarak Aşık Veysel’in kitabını yapalım, plağını basalım, sazından sözünden radyo programları yapalım dedim. Bankamızın gazetesine her ay bir şiir versin diyerek projeyi büyüttüm. Genel Müdür kabul etti.

Sivas’a telefon edilip Aşık Veysel Ankara’ya davet edildi. Anlaşma yapıldı. Sami Güner’in fotograflarıyla dört ayrı afiş bastık. Köy yaşamını anlatan bu fotoğrafların üstüne Aşık Veysel’in şiirlerini koyduk. (Aşık bankanın gazetesine her ay bir şiirini vermeyi kabul etti.  Ölünceye kadar her ay parası karşılığında şiirleri değerlendirildi diye biliyorum…) Yüzer binden dört ayrı afiş basıldı. Bugün bile hiç bu sayıda afiş basılmadı diye biliyorum. Bir süre sonra 400 bin afiş daha bastılar. Yani 800 bin afiş, kırk bin köye asıldı.

-Fotograf hayatınızın hangi evresinde girdi?

-Evimizde, “fennin son icadı” diye nitelendirilen Siemens marka bir radyomuz vardı. Radyonun üstünde de Hamiyet Yüceses’in çok şıngırdaklı bir pankart fotografı duruyordu. Babam bir odacıydı ama kendi coğrafyasında yeniliğe açık bir insandı. Bir gün ‘hazırlanın resimci gelecek’ dedi. ‘Ben duvarlara resim yapıyorum beni dövüyorlar resim yaptırmak için resimci mi getiriyorlar’ demiştim. Annem benim ve kardeşimin saçını taradı babam takım elbisesini giydi. Fotografçı geldi, aletini kurdu ‘1,2,3 deyince yer yarılsa kımıldamayacaksınız’ dedi. 

O sıralar Gülnar’da da üç tane araba vardı, ben sanıyordum ki dünyada üç araba var ve üçü de bizde. Bu üç arabadan biri tam biz fotograf çekilirken arkamızdaki yoldan geçmekteydi. Tam o sırada kardeşim dönüp araca bakmak istemiş olacak ki geriye baktı. Böylece ilk fotoğrafımız böyle çıktı. Fotografla tanışmam böyle başladı.

-Diğer fotograf sanatçılarımızdan farklı bir yönünüz var. Siz aktörlük de yapmışsınız, aynı anda resim, heykel, hikâye, grafik, fotograf, illüstrasyonla nasıl ilgilendiniz hocam? 

Bilmem yapmaya çalışıyorum işte. Sürekli aynı şeyi yapmaktan sıkılırım ben… 

Gülnar bir dağ kasabasıydı. Daha önce de dediğim gibi posta arabası bile onbeş günde bir gelirdi. Bizim köylerden gelen köylüler pazarın kurulduğu Cuma günleri pazarın kurulduğu çarşıya geçerler, kimileri de bize uğrarlardı. Gilindire(Aydıncık), Anamur yolunun başındaydı evimiz. Anam onlara çay falan ikram eder, karınları açsa kahvaltı çıkarırdı. Hepsinin başka başka hikâyeleri vardı. Her köylünün ayrı hikâyesi her köylünün o anlattığı hikâyeleri ayrı anlatış biçimleri vardı. Onlar anlatırlar ben dinlerdim. Benim için sanki bir hikâye lâboratuvarı gibiydi köylülerin gelmeleri, dertlerini hikâyelerini  anlatmaları… Her köylüyü dinlerken sanki bir seyirlik oyun izlermiş gibi olurdum. Her anlattıklarını ilgiyle dinler, hâl ve hareketlerini gözlemlerdim.

Köylüler konuşurken sağ elimin işaret parmağıyla hayalî resimlerini çizerdim dizlerimin üstüne… Tekrar tekrar tekrar… Ne zaman ne yapıyorlar, nasıl tepki veriyorlar hiç kaçırmadan izlerdim.

Vb. Vb. Vb…    

-‘Dünya Ölmeme Günü’ nedir hocam?

- Can Yücel, Salim Şengil, Nezihe Meriç, Edip Cansever,Tomris Uyar, Turgut Uyar, Turgut abi’nin oğlu Tunga Uyar, Muhteşem Sunter, Mehmetcan Köksal, TRT spikerleri Dürnev Tunaseli, Pertev Tunaseli, ressam Ömer Uluç ve ben her yıl  ‘Krizantem Pasajı’nda 26 martta  buluşuyorduk. Öyle, ‘karşı ihtilâl’ falan yapmıyorduk, oturup rakı makı içip sohbet ediyorduk. Yavaştan yavaştan özlem giderip, kim yeni yeni ne yapmış ne etmiş konuşuyorduk. Tombalacı İsmet de masamıza her zaman ‘müsaade’ isteyip oturabilenlerdendi. Bir ara Tomris, tombalacı İsmet’e ‘neden keyifsiz olduğunu’ sordu. İsmet, ‘bir şeyim yok’ dedi. Israr ettik “mık” söylemedi. 

Garsondan istediğimiz açılmamış bir şişe rakının üstünü kâğıtla kaplayıp masadaki herkese imzalattık, ‘İsmet al bu rakıyı, sakla, gelecek yıl gene bugün, 26 Mart’ta burada içelim, ‘bir yıl daha ölme, bir yıl daha ölmeyelim’ dedik. ‘Dünya Ölmeme Günü’nün isim anası Tomris Uyar’dır. En ‘ölük’, en ‘bitkin’imiz kimse, o yıl, şişe imzalanıp o’na veriliyordu, saklaması ve bir yıl sonra aynı gün, beraber içmek için. Sonra da herkes o boş şişeleri saklıyordu.

Dünya ölmeme gününde buluşmuyoruz artık benim dışımda hepsi öldü. Turgut Uyar yaşıyor mu hayır, Edip Cansever yaşıyor mu hayır, Tomris Uyar yaşıyor mu hayır, bir tek ben kaldım.  Her sene 26 Mart’ta birkaç yerden çağırıyorlar. Yarım saat bir saat oturup ayrılıyorum. “Dünya Ölmeme Günü”nü öyle geçiriyorum. Turgut Uyar’ın büyük oğlu vardı Tunga Uyar yaşıyor mu bilmem. Vangelis’e bile kalmadı dünya. Haydi bir Vangelis plağı dinleyip açılalım…

-Tarih sizi yazacak mı İsa Bey?

Yayınlanmış iki hikâye kitabım var, üçüncü kitap hazır, dördüncüsü hikâye bütünlüğünde anılar kitabı. Bir zamanlar en çok çocuk kitabı resimleyenlerden birisi de bendim. Çok fazla kitap kapağı, afişler posterler ve çocuk kitabı illüstrasyonları yaptım. Önemli sanat adamlarının tiyatro ve sinema sanatçılarının da fotoğraflarını yaptım. Ama ben nerden bileyim yazar mı yazmaz mı. Umarım yazar… Ben yazsın isterim doğrusu…

-İsa Bey daha ne olsun, tarih sizi altın harflerle kazıyacak. Bize ayırdığınız değerli zaman için ‘Önce Vatan Gazetesi’ adına teşekkür ederim canım hocam. Sevgim ve saygım ile kalın sağlıcakla.