YAĞMUR TANYILDIZ'ın röportajı için tıklayınız...

Türk sinemasının ‘Altın Çocuk’u GÖKSEL ARSOY ile çok keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Kıymetli eşi Soley Hanım ile birlikte Levent’teki evlerinin kapısında karşıladılar beni… Yakışıklılığı ile bir döneme damgasını vurmuş isimlerden olan usta oyuncu Yeşilçam'a nasıl girdiğini, sahne aldığı dönemleri ve anılarını anlattı. “Beni sevenlere, sayanlara, unutmayanlara minnettarım” dedi…

Öncelikle röportaj teklifimi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Sizi görmek, sizinle tanışmak benim için çok büyük bir gurur…

Rica ederim Yağmurcuğum. Şunu bilhassa söylemek isterim, gazetecilere ve gazetelere çok büyük saygım ve sevgim vardır. Çünkü ancak çok çalışarak bir yerlere gelebilen bir meslektir gazetecilik. Bu yüzdendir ki çok eski dostlarıyım ben gazetecilerin.

Nasılsınız? Sizi çok iyi gördüm.

Gayet iyiyim. Benim bütün hayatım sporla geçmiştir. Spor, insan hayatı için çok önemli bir şeydir. Mesela şimdi dışarıdaki yollar yürüyüşe uygun değil pek, malum trafik yoğun ve arabalar hızlı geçiyor. Ben sporumu bahçede yapıyorum artık. Herkese de sporu tavsiye ederim. Katiyen oturmak yok. Hareketsizlik yok. Kendi başına dert açmanın lüzumu yok. Herkes sporunu yapmalı ve yediklerine dikkat etmeli. Kendine bakacaksın, iddialı olacaksın, insanların göz zevkine hitap edeceksin. Kaç yaşında olursan ol bu böyle. Ayrıca ben 40 yaşından yukarı çıkmam.

Şu an da 40 yaşında mısınız?

Evet, 40 yaşındayım. (Gülüyor)

Şimdilerde sizi herkes tanıyor ama sizin tanınırlığınız ilk nasıl başladı?

Benim hayatım tesadüflerle dolu. Ben Bakırköylüyüm ve Bakırköy’de oturuyordum. Yeşilköy Havaalanı’nda İngiliz uçak şirketinde çalışıyordum. Çok da iyi bir vazifedeydim. Bir gün havaalanında çok temiz giyimli orta yaşlarda ve büyük bir telaş içinde birini gördüm. İçimden bir ses derdini sor dedi, “Nedir bu telaşınız beyefendi” dedim. “Sormayın, Roma’ya gidecektim çok önemli bir iş için ama biletimde bir sorun çıktı, gitmezsem çok büyük kayıp olacak benim için” dedi. Beni de herkes çok severdi, 5 dakikada işini hallettim ve uçağa yetiştirdim onu. Aradan 10 gün geçti karşıma çıktı, gelip beni bulmuş. Beni evine yemeğe davet etti, ben de kabul ettim. Sonra beni evimden arabayla aldırdı ve İncirli tarafında üzerinde Halk Film Stüdyosu yazan bir kapıda durduk, kapıda karşıladı. Evinde eşiyle beni ağırladılar. “Size bir film seyrettireyim mi” dedi, “Tabii” dedim. Film bitince “Beğendin mi” diye sordu, “Kusura bakmayın beğenmedim” dedim. “Bir gün ben yine seni aldırayım da Beyoğlu’nda benim şirkete gel hem yemek yeriz hem belki hoşuna giden bir film afişi görürsün” dedi. 1 hafta sonra tekrar beni evimden aldırdı. Oradaki kapıda da Halk Film yazıyordu. İçeride afişler doluydu. Havaalanında benim yardımcı olduğum beyefendi film yapımcısı ve sinema sahibi Fuat Rutkay’dı, eşi de meşhur türkücü Suzan Yakar Rutkay… Fuat Bey’in o kadar büyük ikna kabiliyeti vardı ki, 2 saat sonra oradan çıkarken film anlaşmasını imzalamıştım. İşte her şey böyle başladı.

Sonra neler oldu?

İlk filmim “Kara Günlerim” çekildi ve üzerine 2 film daha yaptık. Üçüncü film için de çalıştığım şirketin karşısındaki şirketten bir teklif geldi. Fuat Rutkay Bey’den rica edip beni istemişler, o da kabul etti. Pesen Film şirketinin sahibi Nevzat Pesen’den gelen bir teklifti. Çok iyi bir insandı o da. Daha sonra Ham Meyva, Kelepçe ve Yaprak Dökümü derken beni meşhur eden filmi Belgin Doruk ile çektik. Çok güzel bir film oldu. O film Samanyolu’ydu…

Samanyolu çok beğenildi ve izlendi o dönemlerde değil mi?

O yıllarda dramatik aşk romanlarını herkes okuyordu. Hele Kerime Nadir’in romanları ellerden düşmüyordu. Benim şansım bu romanların uyarlamalarında oynamamdı. Bir gün şirkete uğradığımda bir telaş vardı. Ne olduğunu sordum. Patron da; “Sorma başımıza geleni. Filmleri sinemacılar vermiyorlar. 4 haftalık bilet satmışlar. Şimdi sabahlar kadar çalışıp kopya basıyoruz” dedi. Yani kısacası film beni füze gibi fırlattı. Beni şöhrete ulaştırdı Samanyolu.

Böyle olacağını tahmin etmiş miydiniz?

Hayal gücüm çok kuvvetli olduğu için hep düşünürdüm. Amerikan filmlerini çok seyrederdim. Samimi olarak söylüyorum, bir fırsat düşerse Amerika’ya Hollywood’a giderim gibi geliyordu. Ama şansım İstanbul’da oldu. Ondan sonra da arkası geldi.

“Altın Çocuk” lakabını kim verdi? Siz sevdiniz mi bu ismi?

Rejisör Halit Refiğ film yaptığımız zamanlar sette hep “Altın Çocuk” diye çağırıyordu beni. Bu isim zamanla üzerime yapıştı. Samanyolu’ndan sonra çok satmış aşk romanları filme çekiliyordu. Hepsinde başrolü ben oynadım. Çünkü diğer oyuncular sert kalıyordu. Bir gün uçakla Londra’ya gidiyorum, bir mecmua geçti elime. James Bond menajerinin “James Bond’lar yapıştı oyuncuma” diye şikâyet ettiği yazıyordu. “Bir gün bu filmler bitecek ve benim artistim de bitecek. Onun için ben artistimi başka filmlere aktarmalıyım ki devam etsin” diyordu. Bu bana bir düşünce vermişti o an. Dramatik aşk filmleri ve romanlar bitince ben de bitecektim. Ben de James Bond’a döneyim dedim ve Londra’ya gidip ilk yerli James Bond filmlerini yaptım. Filmin adı da “Altın Çocuk” oldu. 

Eşiniz Soley Hanım ile yollarınız nasıl kesişti?

İlk defa İstanbul Üniversitesi çıkışında arkadaşlarıyla otobüse binerken görmüştüm onu. Çok zarif ve insana güven veren bir hali vardı. Sonra bir gün havaalanında telaşla uçağa giderken gördüm tekrar. Danışma sorumlusu olarak çalışıyordu havaalanında. İsmi Soley’miş. Tanıştık, çıkmaya başladık. Soley’e evlilik teklifimi öğrencisi olduğumuz Beyazıt’taki İstanbul Üniversitesi’nin bahçesinde büyük çınar ağacının gölgesindeki bankta yaptım.

Kaç yıllık evlisiniz?

1961’de evlendik. 60 yılı geçtik…

Yeni dizi ya da filmlerden izleyip beğendikleriniz var mı?

Şöyle söyleyeyim Yağmur, ben dizi seyretmiyorum. Çünkü yeni sistemde değişik bir çekim ve yapım var. Yani bizim yaptığımız filmlerin çekimine, hikâyelerine, anlatımına hiç uymuyor. Dolayısıyla beni pek bağlamıyor. 2 tane de dizi yaptım o da ayrı mesele. Ama sevemedim.

Klasik Türk Müziği bestekârı Yesari Asım Ersoy'un yeğenisiniz değil mi? Sizin müziğe ilginiz var mıydı?

Amcam bestekâr Yesari Asım Arsoy… “Çamlık’a koşarken seni bir tenhaya çektim, aşkınla nasıl yandığımı söyleyecektim…” Var mı şimdiki şarkılarda böyle bir şey? Ey büyük insan… 70’li yılların başında Türk sinemasının sıkıntıya gireceği belli olmuştu çoktan. O sıralarda da amcam bana şarkıları yani Türk Sanat Müziğini aşılamaya başladı. Amcamın müsaadesiyle piyasada iş yapan bazı bestekârlardan da ders alıyordum. Nitekim 70’li yılların başında gazinolardaki iş düştü, çünkü o yıllara kadar çalışan kadrolar eskidi. Gazinocular, kadroları yenilemek lazım dediler. O zaman akıllarına geldi ki hazır şöhretler var. Yeşilçam’dan alalım dediler ve kafalarına göre seçtiler, çağırdılar, iyi paralar verdiler. Bu artistler de bu teklifleri kabul ettiler. Ama öyle bir şey ki musiki ile hiç alakası olmamış, hayatında bir şarkı dinlememiş, bir şarkı dahi söylememiş olanlar için büyük bir cesaretti bu. Halk bunları seyrederken, şarkıyı dinliyorlar ama bir yandan çektiği filmi konuşuyorlardı. İşe yaramıştı kısacası. Ama sonra 1 yıl dolmadan hepsi gönderildi. O sıralarda gazinocular kralı Fahrettin Aslan beni yemeğe çağırdı. Yeni kadro başlarken daima baş solist kadına tam sayfa ilan verilirdi. “Seninle çalışacağız ama sana da baş solist gibi tam sayfa ilan vereceğim ve seni öyle takdim edeceğim” dedi. İlk kadroda Behiye Aksoy, ben, Ajda Pekkan, Neriman Köksal vardı. 1983’e kadar sürecek sahne hayatım böylece başladı.

Sahnede olduğunuz dönemlerde unutamadığınız bir anınız var mı?

Bir gece arkadaşlarıyla Zeki Müren geldi. Geleceklerinden önceden haberdar olmuştum. İkinci şarkıdan sonra ona doğru yürüyerek yeni meşhur olmuş şarkısının güftesini söyledim. “Bakma sen rüzgâra, bakma yağan yağmura, aklına çılgınlıklar gelince beni ara…”

Millet gülmekten kırıldı, gazino ayakta alkıştan yıkıldı. Zeki Müren’e yaptığım espri, şovumun çalışılmış bir parçasıydı. Sahnedeki başarımı da her zaman minnettar olduğum Yeşilçam’a borçluyum. O gece Fahrettin Aslan, Zeki Müren’e “Artistimi nasıl buldun” diye sormuş. Zeki Müren de, “İngiliz asilzadeleri gibi” demiş…

Hangi şarkıyla çıkıyordunuz sahneye?

Beni meşhur eden film Samanyolu’ydu ve şansıma o sıralarda da Samanyolu şarkısı çıkmıştı. Dolayısıyla yaptığım repertuvarda Samanyolu şarkısıyla çıkıyordum. “Sen kalbimin” diye çıktığım zaman alkış kıyamet başlıyordu. Ben de biraz işi biliyordum. Birkaç yıl da ders almıştım ama hala biraz diyorum dikkat edersen, işe olan saygıma bak. Uçsuz bucaksız muhteşem bir olaydır Türk Sanat Müziği. Ona büyük saygı duyacaksın ve çok çalışacaksın. Çalış çalış bitmez. 15 sene çalıştım. Herkes 1 sene çalışabildi ama ben 15 sene çalıştım. Behiye Aksoy ve Sevim Tuna bensiz çalışmazlardı.

Ata binerken fotoğrafınız var şu köşede. Sever miydiniz atları?

Sabahları Bakırköy Reyhan Sokak’taki evin giriş kapısındaki mermerde altıma minder alıp çayımı içerdim. Jokey Kulübü başkanlarından ve İnönü’nün yaverlerinden Fikret Yüzatlı ve eşi erken saatlerde çıktıkları at gezintisinden dönerken bana el sallarlardı. Fikret Bey, İstiklal Savaşı’nda her cephede çarpışmış bir kahramandı. Daha yaraları iyileşmeden, dikişleri alınmadan bir diğer cepheye koştuğu söylenirdi. Yarış atlarına olan sevgim orada başladı. İlerleyen yıllarda da onların oğlu Tunçdal Yüzatlı ile arkadaş olmuştuk. Atlar ve tekneler konusunda çok iyi anlaşırdık.

Zamanı geri alsanız yine bugün Göksel Arsoy olmak ister miydiniz? Bu hayatı sevdiniz mi?

Aynı hayatı yaşamak isterdim. Güzeldi her şey. Amcamın bana işlediği bir şey vardı; “Aman oğlum bu şöhrete aldanma, daima tevazu içinde ol” derdi. Benim hayatım tevazu içinde geçmiştir. Hala öyle… Şımarıklıklar, rezillikler olmaz, yakışmaz.

Sohbetiniz için çok teşekkür ederim. Bana ve bu röportajı okuyacak olan gençlere 87 yıllık birikiminizle neler söylemek istersiniz?

Şimdiki gençlere; eğitim, kültür ve tevazu sahibi olmalarını ve bu 3 ana kanundan asla vazgeçmemelerini söylerim. Çok güzel giyinip, çok güzel hareketlerde bulunsunlar. Hiçbir zaman için tenkit edilecek kötü hadiselerin içinde yer almasınlar. Mesleklerine çok çalışsınlar.  

Beni evinizde misafir ettiniz, vakit ayırdınız. Çok teşekkür ederim. Son olarak neler söylemek istersiniz?

Sen çok cici bir kızsın, her zaman gel. Çalıştığın gazeteyi de sana verdikleri şans için tebrik ediyorum ve patronuna da selamlarımı iletiyorum. Son sözüm; beni sevenlere, sayanlara, unutmayanlara minnettarım…

Röportaj: Yağmur Tanyıldız