Bir Cuma günü yorgunluk atmak üzere uğradığı çay bahçesinde hoparlörden taşan sanat musikisi; halet-i ruhiyesine tercüman olmak istercesine gönlünü okşuyordu. Ne zamandır sorduğu soruydu kendi kendine; neydi inandığını yaşamak? İnsan; fıtratı gereği örnek şahsiyet arıyordu. Peygamberler bunun için gelmişti. Toplumlara numune idi onlar. Dinin, hayatın nasıl yaşanacağı onların şahsında seyredilmişti. İnsan ruhunun ihtiyacı idi yaşayanı şahıs olarak görmek. Oysa nicedir söylediklerini, inandıklarını yaşayan dört dörtlük birine rastlamamıştı. Kime tutunsa bir eksiği çıkıyor, uzandığı dal elinde kalıyor, ümidin hayalinden gerçeğin sert zeminine çarpıyordu. Sonrası, günler süren acı ve çile yumağı... Nefsî eksikliklerini, dini değerleri kalkan edinerek örtmeye son derece karşı idi. Her şeye tahammül edebilirdi ama ego için dinin kullanılmasına asla!... Sonraki günlerde gözünde idolleşen bazı şahsiyetlerin günlük hayatlarına tanık oldu. Onlar da bir bir dökülüyordu. Şöyle adam gibi bir adam çıkmayacak mı Allah aşkına?!... Çıkmamıştı. Dünya dar geliyor, milletin baharı soluduğu çay bahçesi de sıkıyordu. Kalktı. Camiye doğru yürüdü. Cuma namazı vaktiydi. Namaz çıkışında "Kuran Kursuna yardıııım, ne verirsen elinle o gelir seninleeee!" diye seslenen amcaya takıldı gözü. Aman Allah'ım, bu nasıl nur?.. Amcanın siması projektör gibi yanıyordu. Mutlaka dinini hakiki veçhile yaşayan ve samimi bir mümindi, bu amca... Yaşamasa bu nuru vermezdi Allah!.. Yaklaştı ve sordu: -Amca bağışla, ben sende iyi bir hâl gördüm, bunu nasıl elde ettin? Yaşayanlar ben demez, renk vermez, adeta saf-cahil gözükürlerdi. Bütün öze ermişler gibi kendini tevazu elbisesi ile örttü amca: -Git işine oğul... Yaşamak kiiiimmm, biz kiiiiimmmm?.. Israrlıydı. İddiasız, samimi, içten, sade bir kıyafetin altında muhteşem bir hâl vardı. Soracak, O nasıl yapmışsa o da yapacak, gerekirse el alıp teslim olacaktı. Aklını kullandı. Fuzuli geldi hatırına. Ne diyordu ünlü şair Fuzuli; "Aklıma sordum ve ondan delalet istedim. Aklım bana dalalet gösterdi" Demek ki aklın feraseti olmazsa, doğruyu bulamıyordu sırf aklıyla insan... Felsefe okumuştu ya. Hatta doktora yapmıştı, felsefede. Aklı hiç bırakmadı zaten yakasını. Belki ondan teslim olamıyordu. "Çok bilenin, çok okumuşun teslimiyeti zordur" demişti yıllar önce bir zat-ı muhterem. Tekrar sordu: -Amca n'olur söyle bu hali nasıl kazandın? -Peki, yapabilir misin? -Ne demek tabii yapacağım. Amca devam etti: -Bak oğul, ben sabrederim. İddiam yok ama mademki hal gördün, gördüğünü sabırla kazandım. Durdu. "Kolay" dedi... "Nasıl sabrettiğini anlat hele!.." Amca yineledi: -Yapabilir misin? Kükredi: - Yapmazsam ne olayım, yaparım tabii!.. -İyi dinle o halde. Diyelim ki sen bir çay ocağının sahibisin. Askıya 15 bardak çay koydun ve müşterilere vermek üzere masaları dolaşıyorsun. O esnada haşarı bir genç muziplik olsun diye ayağını önüne uzattı, düştün, tepsi ile yere kapaklandın. Ne yaparsın? Hemen patladı: -Haddini bildirir, ağız-burun girişim edepsize!.. İhtiyar amca gülümsedi: -Yaaa!.. Yapabilir misin diye boşuna sormamışım. -İyi de amca başka ne yapılır ki? -Ne mi yapılır? Bak anlatayım. Ben kalkarım yerden. Üstümü başımı temizler, o gence; "Evladım özür dilerim, ayağınız acımadı ya", diye gönlünü alırım. Müşterilere geciktiğim için af diler yeni çaylarını hemen vereceğimi söyler, işime bakarım. -Yoooo!... Bana gelmez amca bu iş.. Orada dur şimdi. -Ben hep buradayım evladım. Sordun, söyledim. Biraz düşündü. Amca haklıydı galiba. Ama zordu bu iş. Amca bu hâlini millete anlatsa ya diye geçirdi içinden. Hem çok kimseye yeni ufuklar açılır, insanlar faydalanırdı. -Tamam amca. Yapamasam da dediğin Hak!.. Bunları anlatsan millete!.. -Ben konuşamam ki evladım, vaaz hocaların işi. -Ya da bir hatırat yazsan. -Çocuğum ben kim yazarlık kim, yazamam ben. Düşünürler yazar. Derin düşüncelerle çalışma odasına döndü. Hayatı tekrar sorguladı. Hayatı sabır ile şükür arasında gidip gelen bir sarkaca benzetti. Düşünce ve düşünmeyi gözden geçirdi. Hani günlerce bu iki kavramı aklında muvazene etmiş. Düşünmenin psikolojinin işi, düşüncenin ise felsefenin işi olduğu kararına varmıştı. İnsan ne ile düşünürdü. Elbette eldeki paradigmalarla, yani aldığı kültür, eğitim, sanat ve çevreyle düşüncesi şekillenirdi. Hür olmayan bir ortamda hür düşünüp, hür düşünce ortaya konabilir miydi? Aslında problemin aslı burada yatıyordu. İnsanlar bilgi sahibi olmadan fikir sahibi oluyorlardı. Netten görüştüğü, fikirlerini paylaştığı biri mail atmıştı: -Bir gün şöyle otursak, fikirlerinizi paylaşsak bir çay içimi olur mu, diye soruyordu. Cevap yazdı: -Sakın kardeşim!.. Sakın haaa!... Beni tanımanı hiç önermem. Sen beni netten takip et ki; hayalindeki suretim yıkılmasın. "Baharı koklamak için dallara tutunmayınız. Kırılır elinizde kalır. Siz ağaca sarılın, ağaçların kökü sağlamdır!..." Dallar, çiçekler güzeldi ama tutunacak kadar güçlü değildiler. İlim ağacına sarılacak, âlim dallarına tutunmayacaktı. Hakikate bağlanacak, yolculara asılmayacaktı. Yaşamak; yalan mıydı? Meczup biri geldi aklına. "Hayat zaten rüya, oyuncularda gerçek mi ararsın? Komik, çok komik!.." demişti. Rüyada gerçeği aramak, nasıl işse!?.. Beyni zonkladı düşünmekten. Çaresiz; şu beyitteki manaya teslim oldu: "Ta ezelde yazıldı bu piyes Oyna rolünü sesini kes!"