Eski Türkiye’de halk ciddiyet ve vekar sahibiydi. Ağır başlıydı. Bundan dolayıdır ki kahkahalarla gülmezler, yalnız gülümsemekle yetinirlerdi. Bu hâl onlarda âdeta tabîat ve huy hâline gelmişti. Eğlencelerde bile ağır başlılıklarını korurlardı.

     O vakur ve ağır başlı insanlar, gevezelikten nefret ederlerdi. Fikirlerini kısa sözlerle ifade ederlerdi. Kendilerine de öyle hitap edilmesini isterlerdi.

     Ağır başlı oldukları için heyecanlanmazlardı. Gürültüden, bağırıp çağırmadan hoşlanmazlardı. İşte bundan dolayı Türkiye sokaklarında gürültü, koğalama, taşkınlık, coşkunluk, nâra atma vesaire gibi sahnelere rastlanmazdı.

     Aile çevresindeki babanın ağır başlı, ciddî ve haysiyetli oluşu çocuk terbiyesinde en önemli etkenlerdendi. Bütün millette ciddiyet ve ağır başlılığın verdiği soylu bir büyüklük ve görkem ve heybet vardı. Türkiye’ye gelen yabancıların en çok gözlerine çarpan millî özelliklerden biri de işte bu hâldi.

     Bu zarif ağır başlılıkla vekar yalnız yüksek tabakaya ait değildi. Aynı hâl ayırımsız, bütün halk tabakalarını içine alıyordu. Oysa meselâ Avrupa kayıkçıları terbiyesizlikleri ve kavgacılıklarıyla şöhret bulmuşlardı. Bizim eski kayıkçılarımız ise terbiye ve nezaketleri, temizlikleri, vekar ve ciddiyetlerinin zarafetiyle ünlü idiler. Ve bundan dolayı dikkat nazarlarını üzerlerine çekerlerdi.

     Ağırbaşlılık, ciddiyet ve vekar yalnız büyüklerde görülmüyordu. Küçük çocuklar bile ağırbaşlı, ciddî ve vakurdu. Onlar da gürültü ve patırdı etmezlerdi. Yavaş konuşurlar, kimseyi rahatsız etmeyecek oyunlar oynarlardı. (a.g.e., s. 68)

     “Büyüğe hürmet ve küçüğe şefkat” esası yalnız çocuklara ve çocukluk çağına özgü değildi. Büyüyüp hayata atılan evlâtlar da ana babaya daima hürmet ve itaatle yükümlüydü. Hattâ bu yükümlülük “sıla” mecburiyetine bile dayanacak kadar kuvvetliydi. Eski Türkiye’de “sıla” vatanla ana babadan ibaret olmasından dolayı, âile ile vatan aynı kutsallığı taşıyordu.

     Çocuğun hayatı iki devre ayrılabilirdi. Küçük yaşlarda mutlak bir şefkat görüyordu. Gençlik çağına gelince de, mutlak bir baba nüfuz ve hâkimiyeti altına girmekteydi. Bu terbiye tarzı, bütün ihtiyarlara ve ihtiyarlığa hürmet şuuruyla neticelenmiştir. İşte bundan dolayı Eski Türkiye’de ihtiyarlık ve yaşlılık âdeta bir rütbe ve ayrıcalık durumundaydı.

     Gençler arasında yüz kızartıcı hareketler görülmemesi işte bundandı. Büyüklerin küçüklere karşı gösterdikleri sevgi ve şefkat da âdeta bir hürmet derecesindeydi. Avrupa’da ana  baba ile evlât ilişkilerinin düzgünlük devri çocuğun hayata atılışına kadar devam ederdi. Ondan sonra bozulurdu. Bu yüzden Batı aile kurumu, eski Türk âilesi kadar sağlam değildi. (a.g.e., s. 73 - 74)

     Eski Türkiye’de taassuptan eser yoktu. İşte bundan dolayı hiç kimsenin din ve imanına karışmamışlardı.

     Avrupalı esirlere o kadar iyi davranmışlardır ki, bunlardan bâzıları serbest bırakılıp memleketlerine gittikten sonra, o medenî ve insanî esaret devirlerine hasret kalıp, tekrar Türkiye’ye gelmişlerdir. Eski esaret zincirlerini kendi elleriyle tekrar boyunlarına geçirmişlerdir.

     Eski Türkiye’de esir pazarlarından ihtiyar ve hasta kölelerle câriyeleri satın alıp, sevabına beslemek millî bir an’ane hâline gelmişti. (a.g.e., s. 88)

     İslâm’ın beş şartından biri zekâttır. Misafirperverlikle hayrat ve hasenat telkin ve anlatımında İslâmiyet bütün dinlerden üstündür. Eski Türkiye halkının hayrât ve hasenatçılığının yâni hayır ve iyilikseverliğinin kaynağı işte budur.

     Eski Türkiye’de milletimiz yeryüzünün en insaniyet-perver milletiydi. Halkımızın hayrat ve hasenatı yani hayır ve iyilik yapmaları din, mezhep ve milliyet farkı gözetilmeksizin bütün insanlığı içine alıyordu.

     Hayrât eserlerinin başlıcaları Hastâneler, Tımarhâneler yani Akıl Hastâneleri, Câmiler, Medreseler, Mektepler, Hanlar, Kervansaraylar, Bentler, Çeşmeler, Sebiller, Sarnıçlar, Kuyular, Köprüler, Yollar, Kaldırımlar, İmarethâneler yani Aşevleriydi.

     Eski Türkiye’de yaz sıcaklarında çeşmelerle sebillerde karla soğutulmuş sular verilirdi.