En Yeni Dünya Düzeni: DİLEDİĞİNİZİ VURUN
Hüseyin DAYI
Bugün halen devam etmekte olan uluslar arası düzenin en belirgin yapısı, Birleşmiş Milletler Teşkilatı'dır. İkinci Dünya Savaşı'nın etkisiyle ve barışçı maksatlarla kurulmuş olan bu örgüt, Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından, kurucularından olan ABD tarafından pasifize edilmiştir.
Diğer yandan, soğuk savaş döneminin askerî alandaki yapılanmalarından olan NATO, rakibi olan VARŞOVA paktının tarihe karışması ile kendiliğinden bir anlamsızlık pozisyonuna düşmüştür. Bir taraftan eski müttefiklerini "Bağımsız Devletler Topluluğu" ismi altında bir araya toplamaya çalışan Rusya ile, öte yandan Doğu Avrupa'da Rus etkisini sıfırlamaya çalışan Batı arasında, yeni bir rekabet doğdu.
Bu rekabet, eski Varşova Paktı üyesi Doğu Avrupa ülkelerine AB için yeşil ışık yakılmasını sağladı. Onların AB'ye girmelerinden önce de NATO'ya kabul edilmeleri söz konusu oldu. Bu teşebbüs ABD'nin yeni rakibi, AB'ye, askerî bir güç olma fırsatı vermeme arzusuna dayanıyordu.
Peki, genişletilen NATO'nun şimdi mücadele edeceği düşman kim olmalıydı? Muallakta kalan bu soruya cevap vermek için imdada 11 Eylül saldırıları yetişti. Bir düşman bulunmuştu: TERÖR. Bu düşmanın menşeî ise "İSLAM DÜNYASI" olarak kararlaştırıldı.
Başkan Bush, 1 Haziran 2002 tarihinde ABD Harp Akademisi West Point'te yaptığı konuşmada yeni bir strateji ortaya koydu: ÖNLEYİCİ VURUŞ (Pre-emptive strike). Bush'a göre ABD'nin o zamana kadarki stratejisi olan "çevreleme ve caydırıcılık", bu yeni düşman karşısında etkili olamazdı.
1990'lardan beri ABD'nin dünyaya dayattığı KÜRESELLEŞME ideolojisi, böylece saldırgan bir metot kazanmış oluyordu. ABD'nin keyfince belirlediği "şer ekseni" ülkelerine karşı takınacağı tavır böylece netleşmiş oldu: Onların oluşturdukları varsayılan tehlikeyi önlemek için herhangi bir zamanda vurmak.
Bilindiği gibi Irak harekâtı bu mantıkla yapılmıştı ve sözde kitle imha silahlarına sahip Saddam rejimi ile söz konusu silahları bertaraf etmek maksadını içeriyordu. İşgalden sonra hiçbir kitle imha silahına rastlanmayışını ise sorgulayabilecek bir güç, dünyada yoktu.
Onaltıncı yüzyılda kabul edilmiş, daha sonra Birleşmiş Milletler antlaşmasında da yer verilmiş olan, "Savaşın Üç Altın Kuralı"nda birincisi; meşru müdafaa veya maruz kalınan ağır bir tecavüzü, savaş ilanını haklı kılan sebep olarak göstermiştir. Meşru müdafaa; bir saldırıya uğradığınızda, kurtulmak için gerekli önlemleri almanız ve icap ediyorsa güç kullanmanızdır.
Teknolojinin ilerlemesiyle ani saldırıların, muhatabın bütün gücünü, bir anda yok edebilecek düzeye kadar etkili olabilmesi, meşru müdafaa için fiili saldırı şartını ortadan kaldırmıştır. Ancak tehlikenin bir iddia şeklinde değil, dünya kamu oyunun açıkça bildiği bir nitelikte olması gerekmektedi.
Uluslar arası hukukun bu prensibine rağmen ABD'nin savaş suçlusu olarak sorgulanamaması, o ülkeyi daha fazla şımartmış ve hedef alanını "şer ekseni" ülkelerinden bütün Ortadoğu'ya yaymıştır.
İşin bir ilginç yanı da geçmişten beri ABD'nin rakibi durumunda olan Rusya'nın da bu yanlış tutumları durduramayınca, aynı prensibi kendisinin de uygulama hakkına sahip olduğunu vurgulamasıdır.
2003 Ekim'inde Rusya Federasyonu Başkanı Putin, Almanya Başbakanı Gerhard Shröder'le yaptığı görüşmenin ardından yaptığı açıklamada şöyle demişti:
"Önleyici vuruş uygulamalarının yaygınlaşması ve güçlenmesi halinde, Moskova bu uygulamaya başvurma hakkını saklı tutmaktadır."
Görüldüğü gibi uluslar arası hukuka aykırı olan bu anlayış, büyük devletlerce gitgide bir "hak" şekline dönüştürülmektedir.
Giderek hukuk ve vicdan ölçülerinin terk edilmeye yüz tuttuğu böyle bir dünyada Türkiye "garantör devlet" sıfatıyla Kıbrıs'ta ve gelişmeleriyle ülke bütünlüğümüzü tehdit eder mahiyete olduğu açıkça görünen Irak'taki uygumalarda, gerçek kanuni haklarını kullanmasın mı?
Yorumlar