Bu ay içinde üç ülkede ölen üç şahıs, o ülkelerin siyasî ve ekonomik yapısı açısından büyük önem taşımaktadır.
Kuzey Kore’de 17 Aralık 2011 tarihinde ölen Kim Jong Il, ülkesini dikta rejimi altında tutan devlet başkanıydı. Çek Cumhuriyeti’nin 18 Aralık 2011 günü kaybettiği Vaclav Havel, Çekoslovakya’nın komünist döneminde demokratikleşme yolunda verdiği mücadelelerle ülkesinin demokrasiye geçmesini sağlayan en önemli öncülerden biri olup, yapılan ilk serbest seçimlerde de devlet başkanı seçilmişti. Türkiye’de 23 Aralık 2011 tarihinde vefat eden Aydın Menderes, Türkiye’nin demokratikleşmesinde önemli hizmetleri olan bir ailenin mensubuydu. Babası Adnan Menderes, demokrasinin kökleşmesinde en etkili şahıs olmuş, bu özelliğiyle o zamana kadar egemen olmuş güçlerin hışmına uğrayarak, başbakanlığı döneminde ihtilalle devrilmiş ve iki bakan arkadaşıyla birlikte idam edilmişti.
Belirtilen şahısların temsil ettikleri siyasî sistemlerin, devletçi veya serbest piyasacı olarak ülkelerinin ekonomisine aksedişi, kalkınma ve sosyal refah artışının hangi şartlarda gerçekleştiğini göstermektedir.
İKİ KORE’NİN MUKAYESESİ
Kore, 1945 yılında Kuzey ve Güney olmak üzere ikiye bölünmüş; Kuzey, komünist olmakla devletçi, Güney ise, serbest piyasa esaslı ekonomiyi tercih etmiştir. İngiliz ekonomistlerden Angus Maddison, birçok ülkenin ekonomisi üzerinde yaptığı analitik çalışmada bu iki ülkenin ekonomisi hakkında mukayeseli bilgiler vermektedir.
Başlangıçta, ikisi de aynı derecede fakir olan iki Kore’nin kişi başına düşen gelir benzerliği, 1970’lere kadar devam etmiş; daha sonra ise, gittikçe büyüyen bir farklılıkları olmuştur. Maddison’un verdiği rakamlarda, 2010 yılı verilerine göre geldikleri son durum şöyledir:
GSYİH bakımından Güney Kore 26,5 milyar dolarlık bir büyüklük sergilerken, Kuzey Kore ise 1,014 milyar dolarlık büyüklüğe sahip olabilmiştir. Bu açıdan Güney, Kuzey’den 26 kat daha büyük olmuştur. Kişi başına nominal gelirde Güney, 20.746 dolara ulaşmış; Kuzey ise 1.097 doları ancak bulmuştur. Bu açıdan Güney, Kuzey’in 19 misli bir güce sahip olmuştur.
SİSTEMDEN SİSTEME ÇEK CUMHURİYETİ
Çekoslovakya, 1968 yılında Varşova paktı tarafından işgal edilmeden önce o zamanki şartlara göre gelişmiş bir demokrasiye ve ekonomiye sahipti. Bu yüzden komünist dönemde Varşova Paktı’ndaki diğer Doğu Avrupa ülkelerine kıyasla daha iyi durumdaydı. Buna rağmen komünizmin devletçi ekonomisi, bu ülkenin gerekli büyümesini engelledi. Fakat liberal geçmişinden kaynaklanan potansiyel gücü sayesinde, 1989’daki “Kadife devrim” ile tekrar demokrasiye geçişinde, benzeri diğer ülkelere kıyasla güçlükleri daha kolay yendi. Mesela geçiş dönemlerinin en büyük tehlikelerinden olan işsizlik, benzeri başka ülkelerde çok yüksek oranlarda iken, Slovakya’dan ayrılmış hâliyle Çek Cumhuriyeti’nde en kalkınmış liberal ülkelerdeki durumdan bile daha iyiydi. 1995’teki işsizlik oranı ABD’dekinden düşük olduğu gibi, OECD ülkeleri içinde de işsizlik oranının düşüklüğü açısından Japonya’dan sonra ikinci konumdaydı. Çek Cumhuriyeti’nin o başarısı, birçokları tarafından “mucize” olarak nitelendirilmiştir.
2008 yılında tüm liberal dünyayı etkileyen global krizden önceki üç yılda, Çek ekonomisindeki büyüme, %6’nın üzerinde olmuştur.
TÜRKİYE’DE DEMOKRASİ VE EKONOMİ
Türkiye’de demokrasi geliştikçe ekonomide büyüme olduğu net olarak gözlemlenmiştir. 1950 yılından itibaren zaman zaman kesintilerle karşılaşılsa da gittikçe köklü hâle gelen demokrasi, beraberinde kalkınmayı da yaşatmıştır.
Kültürel ve ekonomik açılardan devletçi ağırlıktaki CHP’nin temsil ettiği tek parti iktidarının yerine Adnan Menderes başbakanlığındaki Demokrat Parti iktidarı geldikten sonra, her alanda hürriyetlere öncelik tanınmış; o çerçevede hemen 1950-1954 yılları arasında ekonomide açıkça görülen gelişmeler, bütün sosyal kesimlerin gelirinde önemli oranlarda artışlar sağlamıştır. Bu arada, tarımda %13,2’lik, sanayide %9’luk büyüme sağlanmıştır. Bu başarısı sayesinde DP, üç dönem üst üste seçim kazanarak tek başına iktidara gelmiştir.
Başbakan Adnan Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun idamlarıyla neticelenen 1960 ihtilalinde DP tarihe karışınca o gelişme, büyük ölçüde yavaşlamıştır. Daha sonraki yıllarda aynı büyüme, yine sağ parti hükümetleri tarafından devam ettirilmiştir. Özellikle dışa açılma gayretine de girmeleri hâlinde büyümede daha göz kamaştırıcı görüntüler doğmuştur. Mesela 1980 yılında Türkiye, 2,9 milyar dolarlık ihracat yapabilmişken, Turgut Özal tarafından kurulmuş olan Anavatan Partisi’nin iktidarı devrettiği yıl olan 1991’de 12 milyar dolarlık ihracat rakamına ulaşmıştır.
Şimdilerde iktidarda bulunan Recep Tayyip Erdoğan başbakanlığındaki Ak Parti hükümetinin en büyük emelinin demokrasiyi Türkiye’de daha ilerletmek ve sağlamlaştırmak olduğu bilinmektedir. Bu dönemde 2008’de başlayan global krizden Türkiye pek etkilenmemiş, tam aksine ekonomik ve siyasî alanlarda dünyanın dikkatini çekecek derecede büyümüştür.
DEMOKRASİNİN EKONOMİK ZAFERİ
Liberalizme bu yazının muhtevasına almadığımız bazı eleştirilerimiz olmakla beraber, devletçi ekonomiye kıyasla, kalkınmayı ve sosyal refahı toplumun geneline yayarak artırdığı açıkça görülmektedir. Bunda da şahısların, hürriyetlerine kavuşmasından doğan mutlulukla ülkeye bağlılık ve çalışkanlıklarının arttığı anlaşılmaktadır. Ayrıca, doğan rekabet ortamının getirdiği şahsî bilgileri artırma mecburiyeti, emtiaya ve insana kalite kazandırmaktadır. Hür demokratik ortamdaki işverenlerin, büyük bir güvenle yatırım yaptıkları da inkâr edilemez bir gerçektir. Ekonomik analizleriyle tanınan MÜSİAD’ın eski genel başkanı Dr. Ömer Bolat’ın şu sözleri, bu gerçeğin en güzel ifadesidir:
“Tartışma konumuz ister ekonomik olsun ister kültürel, dönüp dolaşıp hürriyet meselesine takılıyoruz.”