ASKIDA EKMEK–SADAKA TAŞI MEDENİYETİ!...(4)

Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, medâr mürşid, müceddid, sahibi zaman ve vâris-i nebî olan birisi, verâsetine tabî olduğu ve sünnetlerine tamı tamına temessük ettiği nebî gibi, ona teb’an, zekâ kabûl etmez, sadaka almaz-alamaz.

Sahibi zaman ve vâris-i nebi, Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) Efendi Hazretleri, ömür boyu hiç bir zaman hiç bir kimseden zekât almamış, sadaka kabûl etmemiştir. Allah’ın lufu, fazl-u keremiyle, dedeleri Kaymakçı Hafız, babaları Satırlı Medresesi müderrislerinden Hocazâde Osman Efendi ve ailesi, Silistre’nin Ferhatlar Köyü’nün en varlıklı ailesiydi. Ne Silistre’deki tahsil yıllarında, ne İstanbul’daki talebelik yıllarında ve ne de Süleymaniye Sahn-i Seman Medresesindeki müderrislik yıllarında, hiç bir zaman maişet darlığı muzayakası çekmemiştir. Medreseler kapatıldıktan sonra da, dersiâm olarak vazife yaptığı yıllarda da irtihal buyurduğu 16 Eylül 1959 tarihine kadar Allah kendisini hiç bir nâmerde muhtaç etmediği gibi merd olanlara da muhtaç etmemiştir.

Burada geniş bir parantez açarak vahim bir hatayı tashih etmek isterim. Merhum, Ali Erol Ağabey, basıldığı matbaa, baskı tarihi belirtilmemiş “HATIRATIM” ismini verdiği 110 sahifeden ibaret bir risalecik hazırlamış. Risale, Fazilet Neşriyat ve Ticaret Anonim Şirketi tarafından dağıtılıyor, satılıyor. Satır satır, kelime kelime okudum, tahlil ettim. Yaşadıklarını ve hatırında kalanları kağıda dökmüş, kendi görüşüdür, saygı duymak gerekir. Ne var ki, Hazret-i Üstazımıza izafe ettiği bazı hususlar vardır ki Kurân’a ve sünnete (hadise) taban tabana zıt, Hafıza-i Beşer nisyan ile malûldür. Bu kabil hatırat günü birlik notlara dayandırılırsa isabetli olabilir ama aradan uzun zaman geçtikten sonra yazdığınız hatırat artık izafe ettiğiniz zata değil sizin şahsî görüşünüz olur.

Bakınız, Merhum Ali Erol Bey’in Hazret-i Üstaz’ımıza izafe ettiği güya hikmetli sözlerden birisi şöyledir: “Kur’ân-ı Kerim, 1500 yıl önce Güneş’in sâbit; dünya’nın kendi mihveri ve mahreki etrafında hareket ettiğini haber verir.” (Hatıratım Sahife 92) Hâşâ! Zâhirî ilimlerde de yediulya sahibi, Süleymaniye Sahn-i Seman Medresesi Âlî kısmı Tefsir ve Hadis Müderrisi, (Profesörü) Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) Efendi Hazretleri, “Güneş sâbittir” der mi? Zira Kur’ân-ı Kerim’de Cenab-ı Hakk: “Güneş kendisi için belirlenen yerde akar (döner), işte bu aziz ve alîm olan Allah’ın takdiridir.” “Ay için de bir takım menziller (yörüngeler) tayin ettik. Nihayet o, eğri hurma dalı gibi (hilâl) olur da geri döner.” “Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler.” (Yâsîn 36, 38, 39, 40)

Merhum Ali Erol Beyağabey, yine hatıratında, Hazreti Üstaz’ımıza izafeten “Bir gün Karaköy’e geçmek için kayıkçılara: “Bugün param yok, Allah için beni karşıya kim geçirir? teklifinde bulunurlar. Ses çıkmaz. Az sonra ben, diye birisi talip olur ve götürür.” (Hatıratım, Sahife 25) Bu anekdotun kısa bir devamı da var, fakat zihinleri iyice bulandıracağı için buraya almıyorum. 

1940’lı yılların son çeyreğinde, Merhume Refika-i Muhteremleri, Hafıza Hanımefendiye ailesinden kalma, İstanbul Kadıköy’ü, Koşuyolu’nda bulunan on dönüm arazi içinde bulunan muhteşem bir köşk, dört yüz elli bin TL’ye satılmış bu meblağın büyük bir bölümü, Büyükdoğu Gazetesini çıkarabilmesi için Merhum Üstad Necip Fazıl Bey’e verilmiş, bakiyesi de talebe için harcanmıştır. Diğer taraftan, Hazreti Üstaz’ımız medreseler kapatıldıktan sonra irtihal buyurduğu tarihe kadar, muntazaman dersiamlık maaşı almıştır. Demem odur ki, Hazret-i Üstazımız hayatının hiç bir safhasında, Merhum Ali Erol Bey’in anlattığı gibi hacil bir vaziyete hiç düşmemiştir. Esasen böyle bir durum akla, mantığa ve hadisatın gelişine de uymamaktadır; Bahsettiği kayıkçılar, Unkapanı, Yağ kapanı, Bal Kapanı iskeleleriyle Karaköy arasında, Haliç içinde yolcu taşıyan kürekli küçük tekne sahipleriydi. Yolcu taşıma bedeli de en fazla 25-50 kuruş... Cebinde parası olmayan birisi, Galata Köprüsünden Karaköy’e geçmek için en fazla 500 adım atacaktır, yürüyerek gitmek yerine geçmek için kayıkçılara niçin yüz suyu döksün?

Merhum, Ali Erol Bey hatıratının tarafımızdan basılması için çok ısrar etmişti. Hatta “niçin basmıyorsunuz, bütün masrafını ben karşılarım” diye de baskı kurmuştu. Beyağabeyimiz Kemal Kacar Bey’e arzettik. İzin vermediler. “Ali Bey, günbegün günlük tutmuş mu? Aradan bunca zaman geçmiş, hatırlayabildiği kadarıyla Hazret-i Üstazımıza bazı şeyler izafe edecek. Bunlardan bazılarının şer’i şerife, Tarikat-i Aliyye-i Nakşibendiyye’nin esas ve düsturlarına aykırı olacağından korkarım. Böyle bir durum, Haz.Üstaz’ımıza da iftira teşkil eder” buyurmuşlardı. Feraset ve zeka sahibi, müdebbir Beyağabey’in ne kadar haklı olduğu şimdi apaçık ortaya çıkmıştır.

Hazret-i Üstaz’ımız, hiç bir kimseden zekât ve sadaka kabul etmediği gibi, okuttuğu talebeden de herhangi bir ücret almaz, bilakis talebenin tüm iaşe ve ibatesini temin ederdi. O devirde günümüzde olduğu gibi, lüks devasa kurslar ve yurtlar yoktu. Talebe sayısı arttıkça, Üstaz’ımız, köşkler, binalar kiralar, talebenin iaşe ve ibatesini temin ettiği gibi, kiralanan yerlerin kirasını da bizzat kendisi karşılardı.

Pekâlâ! Hazret-i Üstaz’ımız bu kadar çok zengin miydi de bu kadar talebenin iaşe ve ibatesini temin ediyor, kiralarını ödüyor, hatta rahatsızlananları husûsî  hekimlere gönderiyor, yazılan reçetenin bedellerini ödüyordu. -O devirlerde, günümüzdeki gibi genel sağlık sigortası olmadığı için sağlık hizmetleri devlet hastanelerinde bile ücretliydi.-

İbn-i Abbâs radiya’llâhu anhüma’dan rivayet edildiğine göre:

Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem Muâz (İbn-i Cebeli) Yemen’e (vâli ve kadı) gönderirken şöyle buyurdu: “Ey Muâz! Yemenli’leri (ibtida= başlangıçta) Allah’tan başka ibadete layık bir ilah olmadığını ve benim de Allah’ın Peygamberi olduğumu bilmeye ve tanımaya davet et! Eğer bu iki şehâdeti kabul ederlerse bu defa onlara her gece ve gündüz üzerlerine beş vakit namaz farz kılındığını öğret. Eğer namazın vücûbunu (namaz kılarak) itiraf ederlerse, bu defa da onlara bildir ki, Allah, kendilerine mallarında zekât farz kılınmıştır. Bu zekât, zenginlerden alınır ve onların fakirlerine verilir.” (Tecrid-i Sarih Üçüncü baskı Cild /5/sahife/3, 4)

Yemen ya da Muâz Hadisinin sonunda Peygamber’imiz, Hazret-i Muâz’a, Yemenli’lere, “Zenginlerden alınıp fakirlere verilen bir sadakadan (zekât’dan) bahset buyuruyor.

Zekât’ın ne zaman farz kılındığı hususunda ihtilâf vardır. Ancak Hicret-i Nebeviyye’den sonra farz kılındığı hususunda ihtilâf yoktur. Müdellel ve kuvvetli görüşlere göre, zekât, Hicret-i Nebeviyye’nin ikinci yılı ile yedinci yılı arasında farz kılınmıştır.

Zekât farz kılındıktan sonra, Medine Şehir Devletinde, zenginler zekata tabi mallarından fakirlerin hakkı olan malları Resûlullah’ın huzuruna getirirler, kocaman bir hurma harmanı-çeci oluşurdu ve orada fakirlere verilirdi. Hurmadan misal vermemin sebebi, Medine’deki Müslümanlardan bazılarının zekata tabi mal olarak develeri vardı. Fakat ekserisinin geniş hurma bahçeleri vardı. Bilindiği gibi, toprak mahsûllerinin zekatı nisaba-miktara bağlı olmaksızın hasad edilen mahsûlün öşr’ü (onda biri % 10’dur) istisnâî hallerde ürünün cazibe ile değil de hayvan gücü, dolap, motor-makine gücüyle sulanması gibi hallerde ürünün beşte biridir.

Süleyman Efendi Hazret’leri, okuttuğu talebenin iaşe ve ibate işiyle sağlık hizmetlerini, müntesiplerinden-bağlılarından, başta büyük damadı, merhum, beyağabeyimiz, Kemal Kacar, Konyalı olarak ma’ruf, merhum Mustafa Doğanbey, Kayseri’li, merhum, Hacı Refik Bürüngüz, Kayseri’li merhum, Hacı Süleyman Kuşçulu, merhum, fabrikatör, Hacı Mehmed Üretmen, merhum, Hacı Nazif Çelebi ve burada isimlerine yer veremediğim hepsini rahmetle, minnetle ve şükranla yad ettiğim zevatın kendisine verdikleri zekat ve teberrularla yapıyordu. Toplanan bu zekât ve sadaka fonu akıllı ve tedbirli olarak kullanılır, geçtiğimiz Eylül ayında ebediyete intikal eden, merhum, Hafız Mehmed Bozkurt (Bozkırlı) gibi vekil harçlar tarafından Efendi Hazretlerinin rahle-i Tedrisinde oturan talebe için harcanırdı. 1940-1950’li yıllarda İstanbul’da tekâmüle alınan binlerce talebe, Üstazımızın tedrisinde, sarf, nahiv, metinler, akaid (ilm-ü  Kelâm), belagat-fesahak, fıkıh, usûl-ü fıkıh, hadis ve tefsir derslerini ikmal edip, Diyanet İşleri Reisliği’nin açtığı müftülük-vaizlik imtihanlarını kazanarak, yüce dinimize ve Aziz Milletimize uzun yıllar hizmet verdiler. İşin içyüzünü bilmeyenler, “Süleyman Efendi Hazretleri, ömrünü Kur’ân okutarak geçirdi” diyorlar. Oysa ki, Efendi Hazretlerinin huzuruna, rahle-i Tedrisine gelenlerin ekserisi, hıfzını başka yerlerde tamamlayan ve İslâmî ilimleri tahsil için gelenlerdi. Efendi Hazretleri bunlara, küçük adlarının önüne birer “Hafız” ilâve ederek hitap ederdi. “Hafız Hüseyin, (Hüseyin Kaplan) Hafız Mehmed, (Mehmed Emre) Hafız Abdurraühman, (Abdurrahman Bengi) Hafız Ahmed, (Ahmed Gül) ve diğerleri. İttihad ve Terakkî bakiyesi tek parti mütegallibe CHP idaresinin matbuat (basın yayın) umum müdürü Vedat Nedim Tör, İstanbul Valiliğine bir tamim göndererek “Son zamanlarda İstanbul Matbuatında sık sık, Allah’tan bahsedildiği müşâhede edilmiştir, tedbiren bu hususlara son verilsin” talimatının verildiği, gerçekten “Allah” demenin yasak olduğu bir dönemde Efendi Hazretleri, binlerce talebeye, sadece Kur’ân okumasını öğretmemiş, Ashab-ı Suffe usûlü bütün İslâmî ilimleri tahsil ettirmiştir...

(Devam edeceğiz...)