BİR AÇILIMIN SAÇILIMI
Hüseyin DAYI
İlk önce "Kürt açılımı" daha sonra da "Demokratik açılım" adı altında takdim edilen hükümet girişimi, medyada yoğun tartışmalar doğursa da, devlet kurumları arasında bir mutabakat içinde yürütüldüğü izlenimi veriyordu. Kanaatimce o izlenim doğrudur da...
Ancak, Genel Kurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un Zafer Haftası mesajında bazı hassasiyetleri dile getirmesi, en azından bazı beyanlardan rahatsızlık duyduğunu göstermiştir. Aynı gün, Ak Parti Grup Başkan Vekili Bekir Bozdağ'ın, Genel Kurmay Başkanı'nın açıklamalarını olumlu bulması ve Anayasa'nın da zaten aynı kırmızıçizgileri koyduğunu belirtmesi, o rahatsızlığı gidermeye çalışmak açısından isabetli olmuştur.
Esasen aynı türden rahatsızlıklar, toplumun değişik kesimlerinde de dile getirilmektedir ki, bunların en önemlisi şehit aileleridir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün şehit ailelerine verdiği iftar yemeğinde, merak etmeyin devlet yanlış yapmaz, şeklinde konuşması da oldukça rahatlatıcıdır. Zaten devletin de, hükümetin de bilinçli olarak millî birlik aleyhinde bir çalışma yaptığını iddia etmek, çok insafsızca bir suçlama olur.
Ne var ki, bu "açılım" çalışması sürecinde hükümetin çok önemli metot hataları olmuştur. Bu hatalar, hem psikolojik açıdan şahıslar üzerinde, hem de sosyal psikolojik açıdan toplum düzeyinde olumsuz etkiler yapmıştır.
KİTLESEL VE BİREYSEL TERCİHLER
Bir kere ismi ne olursa olsun, açılımın sadece Kürtlere yönelik tasarlanması, PKK terörüne karşı bir taviz şeklinde algılanmasına yol açmıştır ki, zaten başka türlü anlaşılamazdı. "Artık kan akmasın" türünden ifadeler de, bu anlayışı pekiştirmekten öte bir mana taşımamıştır. Oysa bu vatanın, bu milletin evlatları olarak Kürtlerden başka da; Abhaz, Arnavut, Boşnak, Çeçen, Çerkez, Gürcü, Laz ve Pomak gibi sosyal gruplarımız vardır. "Hak ve hürriyetler", grup tercihleri yapmadan ve millet bütünlüğüne zarar veriliyor intibaına zemin vermeden herkes için tanınmalıdır.
Diğer yandan, bazı gazeteci-yazar ve akademisyenlerin ismen çağrılarak çözüm için fikirlerinin alınması da şık olmamıştır. İyi ve ünlü bir gazeteci-yazar ya da akademisyen olmak ayrı şeydir, bu türden konularla ilmî düzeyde ilgileniyor olmak ayrı şeydir. Elbette ki çok sayıda fikir adamı bu konularda kafa yoruyordur, ama eminim ki bir siyasî kategoriye mensup olmayanlar, ne yapsalar seslerini duyuramamaktadır. Bu emin oluşum, onlardan biri olmamdan dolayıdır. Bu "açılım" başlamadan çok önce, ta 2003 yılından beri başta Önce Vatan olmak üzere çeşitli gazetelerde bu konularda yazılarım, en sonuncusu TİMAŞ Yayınlarından olmak üzere üç ayrı yayınevinde yayınlanmış kitaplarım, ulusal ve uluslar arası bilim kongrelerinde sunulmuş tebliğlerim olduğu halde; ne bir kurum, ne bir parti tarafından ilgi gördüm. Bu arada sayıları on kişiyi geçmeyen değişik partilerden milletvekilinin münferiden ilgilenmiş olduğunu belirteyim. Tabi ki benim durumumda daha birçokları vardır. Aslında hükümetin yapması gereken, yüksek tirajlı gazetelerde hemen her gün yazdıkları için, fikirleri zaten herkesçe bilinenleri tekrar dinlemek yerine, ciddi çalışmalarla değişik görüşler ortaya koymuş insanları da dikkate almaktı. Bunu da halka göstere göstere yapmaya da lüzum yoktu. Devletin ilgili kurumları ve siyasî partilerin temsilcileriyle bir kurul oluşturulup bütün fikirleri dikkatle inceleyerek bir mutabakata varılması halinde, o ortak görüş kamuoyunun takdirine sunulabilirdi. Böyle bir ortak görüş olmadan kitleleri tartışmaya çağırmak, iyi niyetle yapılsa da düşüncelerden ziyade duyguları öne çıkarır.
KİTLELER KIRICIDIR, KIRILGANDIR
Kitlelerin duyguları ise Gustave Le Bon'un dediği gibi, genellikle yapmaya değil yıkmaya yöneliktir. Ortaya yeni bir fikir koymadan, belli görüşlere sahip insanlara yöneltilen sorularsa ancak yerleşmiş "tutum"u tekrarlatır.
Sosyal psikologlar, "davranışlarımıza etki eden bir yapı" diye tarif ettikleri tutumu ölçmek için soru sorma yöntemini de kullanmaktadırlar. Bu yöntemle ABD'deki ırkçı tutumlar üzerinde araştırmalar yapılmıştır. Prof. Dr. Sibel A. Arkonaç'ın Sosyal Psikoloji kitabında (Alfa Yayınları) anlattığı bu araştırmalar, çok ilginç sonuçlar göstermektedir. Bunlardan bir örnek vereyim:
ABD'de Çinlilere karşı ırk ayırımının zirvede olduğu 1930'lu yıllarda, LaPiere isimli Amerikalı araştırmacı, yanına bir Çinli çifti alarak bütün ABD'yi gezer. Bu gezi boyunca girdikleri 66 otel ve 184 lokantadan sadece biri hariç, hepsi onları içeri alır. Bu olumlu sonuçtan altı ay sonra, LaPiere aynı lokanta ve otellere mektup yazarak kendisi ve misafiri olacak Çinli bir aile için rezervasyon talebinde bulunur. Cevap verenlerden sadece %1'i bu talebi kabul eder. Tereddütte kalanların oranı %7'dir. %92'lik büyük ekseriyet ise talebi kesinlikle reddeder. Aynı işletmelerden alınan bu iki zıt sonucu değerlendiren uzmanlar, hassasiyet duyulan bir konuda soru sormanın, yerleşik duyguları harekete geçirdiğini; buna karşılık nefret edilen kesimdekilerin yanında iyi giyimli, güler yüzlü bir başkasının bulunmasının, duyguları olumluya çevirdiğini belirlemişlerdir.
Allah'a şükürler olsun ki, ülkemizde o ölçüde bir ırkçılık yoktur. Ama PKK'ya karşı haklı bir nefret vardır. İşte bu yüzdendir ki; konuyu sadece "Kürt Meselesi" üzerinden düşünmek, bir çok çevrede rahatsızlıklara sebep olmaktadır. Ayrıca, "Abdullah Öcalan da görüş bildirsin, ne de olsa mülkiyelidir" diyen "siyasetbilimci akademisyen muhafazakâr gazeteci-yazar" ve benzerleri, bu açılımı kitlelere sevdiremezler. Ancak "ret" oranını artırırlar.
"Türk" kavramını etnik anlamda kullanmak da çok menfi bir tesir yapmaktadır ki, istedikleri kadar aksini iddia etsinler, bu hataya "Türk milliyetçileri" de ortaktır.
Yorumlar