Meşrutiyet’in ilanından üç ay sonra 19 Mart 1877’de “Meclis-i Mebusan” ilk toplantısını Dolmabahçe’de yaptı. Meclis başkanı olarak Ahmet Vefik Paşa seçildi. Yemin ederek göreve başladı.

Bundan sonra birkaç defa toplanan Meclis'te ne yazık ki hiç vakit kaybetmeden-derhal-; “gayrimüslim milletvekillerinin imparatorluğun umumî menfaatlerine, kendi milletinin menfaatlerini feda edemeyerek ihtilâf çıkardıkları görüldü.” Hatta Meclis müzakerelerini dinleyen Abdülhamit'in; "kavmî ihtilâf veya demokrasi mevzusunda yapılan münakaşalarda daha iyi yetişmiş olan gayrimüslim mebusların ağır bastığını, karşı tarafı susturduğunu, seviye bakımından bizimkilerin düşük olduğunu, fikirden ve ilimden nasiplerinin az olduğunu görerek üzüldüğünü” ve bunun için Meclis'i feshettiği rivayet edilir.

Meclis 1877 Rus Savaşı’na karar verdikten sonra, bir de, mağlûbiyet üzerine “antlaşmaya” başlangıç olmak üzere yapılacak, “ateşkes” kararlarını görüşmek için toplandı. Bu toplantıda savaşın sevk ve idaresi, neticesi hakkında büyük dedikodular ve sert münakaşalar oldu. Abdülhamit, İngiltere ve Ruslar rekabet edip İstanbul'a gelmek isterlerse, yapılacak hareket tarzını kararlaştırmak için kendi başkanlığında, hükümet üyeleri ve bir kısım mebusların iştiraki ile, Meclis salonunda değil, Yıldız Sarayı'nda bir toplantı daha yaptı. Görüşme pek heyecanlı münakaşalara yol açtı. Meclis'te bulunanların bir kısmı, karşı konulmasını ileri sürdü. Bir kısmı ise, “İş bu raddeye geldikten sonra direnmek imkânsızdır. Direnmek, Padişah da başımızda olduğu halde cümlemizin, helâk veya esaretine yol açar. Buna meydan vermemek için şimdiden devlet, heyetiyle birlikte Anadolu yakasına geçmelidir.” fikrini ileri sürdü. Sonunda; “Düşmanca olmamak şartıyla Rusların icabında bir tümenle İstanbul'a girmelerine razı olunacağına dair karar verildi.”

Düşman, İstanbul kapılarına geldikten sonra, elde avuçta, direnmek için doğru dürüst bir kuvvet de yok iken devlet ricâlinin oturup; direnelim, yok çekilelim şeklinde hararetli münakaşalar yapmasına çok üzülen İstanbul mebuslarından Ahmet efendi söz istedikten sonra:

“Çok geç kaldık, çok! Huzur-ı şahanede böyle bir Meclis toplanıp tehlikeler uzakta iken düşünüp karar almak vaktinde gerekti. Hazırlanmak, karar vermek için fırsatlar kaçırıldı. İş bu dereceye geldikten sonra alınan kara neye yarar? Ruslar, İstanbul'a geldikten sora ister dostluk maskesi altında gelsinler, ister açıkça düşman olarak gelsinler, bence bunun farkı yoktur. Savaş halinde değil miyiz? Düşmanın şehre girmek istemesine nasıl mâni oluruz?” Dedi.                                 II. Abdülhamit, Ahmet Efendi'nin sözünü keserek: 

“Size Sait Paşa cevap versin” dedi. 

Sait Paşa cevap vermeye hazırlanırken, padişah ayağa kalkıp-zira kızmıştı:

“Ben memleket ve milletin hukukunu ziyan etmedim. Benim başıma gelenler ecdadımdan hiçbirinin başına gelmedi. Devletin yıkılmasından en çok felâkete uğrayacak benim; hukukumdan en çok ben kaybederim. - Ahmet Efendi'yi işaret ederek- Bu adamın sözlerini hiç bir şekilde kabul edemem. Vazifemin icrasında gösterdiğim ikdamdan dolayı mükâfat beklerken mücazat buluyorum” dedi.

Ahmet Efendi:

“Hünkârım sözlerimi izah edemedim., muradım tariz değildir. Halimizin vahametini beyandan ibarettir” dedi ise de huzur ve sükûnetini tamamen kaybetmiş olan Padişah: 

“Böyle bir meclis akdi devletimizde usul haricidir. Fakat ben bu usulü bozmuş, bir meclis akdetmiştim. Şu efendi önce bunu bilmiyor. Şimdi, eğer Rusların şehre dostça girmelerine müsaade edilmezse, düşmanca ve zorla girmeleri muhtemeldir. O takdirde bana bir vazife düşüyor O da kimler benimle gelirse, onları alıp ölünceye kadar Ruslar ile cenk etmek .. Şayet benimle gelmezse, din ve millet uğrunda sadakatle can vermeye hazır olduğumu ispat için, yalnız başıma Rus ordugâhına giderim. Kumandana kendimi bildiririm. Önce, bir tabanca ile onu öldürür, sonra bana yapılacak hücumu durdurur, ayaklar altında kalır, ölürüm. - Yine Ahmet Efendi'yi göstererek,- Hükümdara karşı gösterdiği saygısızlığın cezasını Meclis versin. Ceddim Abdülmecit Han’ın izinden giderek millete hürriyet vermekle hata etmişim. Artık ecdad-ı izâmım Sultan Mahmut Han’ın yolundan gitmeye mecburum” diyerek Meclis-i Mebusan'ı kapamış ve bir kere de 33 sene sonra 24 Temmuz 1908'de açmıştır.

Kendisini hürriyet düşmanı ve ürkek gösterenlere karşı verdiği cevap enteresandır. Şöyle ki; 1883'de kendisini ziyaret eden gazeteci M. de Boiwitz'e: 

“Beni hürriyet düşmanı göstermek haksızlıktır. Ben bir memleketin muasır seviyeye yükselmesinin lüzumunu takdir edenlerdenim. Fakat ruhu ve kullanış tarzı bilinmeyen bir hürriyetin taşkın mevcudiyeti de, yokluğu kadar tehlikelidir. Kullanılması bilinmeyen bir memlekette hürriyet, nasıl kullanılacağını bilmeyen bir adama silâh vermeye benzer. Hürriyet ihtiyacının bahis mevzuu olduğu bir yerde, her şeyden önce hürriyetin nasıl kullanılacağını halka öğretmek lazımdır: Onun için de halkı hürriyet kültürü ile yetiştirmek icap eder. Hürriyeti kullanmasını bilen bir cemiyet yetiştirmek fikri beni korkutmaz. Onun için de memlekette şimdiye kadar 1300 mektep açtım.” demiştir. 

Kısacası; Abdülhamit asla hürriyet düşmanı değildir.. Korkak ve ürkek asla değildir. O cesur, aydın ve çok vatansever bir kahramandır. O Meclis-i Mebusan’da bulunan gayrimüslim ve Müslim milletvekillerinin hürriyeti kendi toplumlarının bağımsızlığı için kullanmalarına karşı geldiği için hürriyet düşmanı ilan edilmiştir. Çünkü o vatanın bölünüp parçalanmasına asla müsaade etmeyeceğini söylüyordu.. Dahası bu ayrılıkçı milletvekillerinin bunlarla yanyana olmasına kızdığı ve karşı geldiği için hürriyet düşmanı ilan edilmiştir. 

Sonuç olarak; bugün bile Abdülhamit’in vatan, millet ve din için verdiği korkusuz mücadelesinden, örnek ve de ibret almak gerektir.,. diyorum!.