12 Temmuz 2016 “Ayasofya'da ezan susmasın” başlıkla yazıyı yazdığımda bu yana dört yıl geçti. Bu Ayasofya ile ilgili bu yazıyı sizlerle tekrar paylaşmaktan sevinç duyduğumu da söylemek istiyorum. Yazım şöyle başlıyordu. 

“Ayasofya'da düzenlenen Kadir Gecesi programının ardında bir ilk yaşandı. Diyanet İşleri Başkanı'nında katıldığı program sonunda 82 yıl aradan sonra sabah ezanı okundu (Gazeteler-01.07.2016).”

İnşallah Bizans'ın “Kilisesi,” Osmanlı'nın “Camisi,” Cumhuriyet'in “Müzesi;” ne kilise ne de müze olmadan; Osmanlı'nın Cumhuriyet'e kutsal bir hediyesi olarak ibadet için Müslümanlara hizmete devam eder.  İstanbul dolaysıyla Ayasofya İslam dünyasında olduğu kadar Müslüman-Türk devletleri için de önemli bir ülkü olmuştur. Bu ülküye kavuşmak için var güçleri ile çalışmışlardır.   Dünyanın en büyük imparatorluklarından biri olan Osmanlı Devleti’ni kurmadan önce bile,  İslam nuru ile yoğrulan Türk’ün;  Ayasofya-Konstantiniyye- Kızıl Elması” ülküsüne kavuşacağı inancı ise Hazreti Muhammed (S.A.S)’in; “Konstantiniyye (İstanbul) elbet feth olunacaktır. Onu feth eden kumandan ne güzel kumandan, feth eden asker, ne güzel askerdir.”  Hadis-i şerifi ile daha da kuvvetleniyordu. 

Çünkü Türkler’in dünya mülkü için kullandığı mecaz ”Kızıl Elma” idi. 1453 yılından önce Kızıl Elma’nın Ayasofya’nın önündeki dev imparator Jüstinyen heykelinin sağ elinde bulunan küre olduğuna inanılırdı. Heykelin o gün yıkılmasıyla, birlikte küre batıya hareket ederek Osmanlı’nın yeni hedefini simgelemeye başladı. Roma kenti. II. Mehmet’in üç kuşak sonraki, torunu Muhteşem Süleyman’ın ağzından:

‘’Roma’ya! Roma’ya’’ nidası hiç eksik olmazdı. 

Roma’nın Kızıl Elma için hedef olmasının sebebi de Vatikan’daki Sen Piyer Kilisesi’nin kubbesindedir. Roma’da güneş doğarken güneşinin ışıklarında kilisenin kubbesinin görüntüsünün “kızıl bir elma” görünümünden olması efsanevi yönünü      kuvvetlendirmektedir. Türk Milleti'nin İslâmiyet’in gaza ve cihat esasları ile uyumlu olarak fethedilmiş veyahut edilememiş birçok Kızıl - Elma’lar vardır. Bunların en mühimleri şöyle sıralanabilir:

“Ayasofya - Konstantiniyye- Kızıl Elması: İstanbul”

“Rim-Papa Kızıl Elması: Roma”

“Engürüs (Macar) Kızıl Elması: Budin”

“Orta - Macar Kızıl Elması: Estergon”

“Beç Kızıl Elması: Viyana”

İşte bunların içerisinden en mühimi olan “Konstantiniyye Kızıl Elması” yani “Ayasofya” demektir ki ve bu ad fetihten çok daha önce kararlaştırılmıştır. Millî ve dinî gayelerin birer ”kilise” şeklinde tasavvur ve tasvir ettiği bütün bu müşterek hedeflerinin camiye çevrilmesi Türk’ün en kutsal ülküsüdür. 

Yüzyıllar boyunca bütün şehitlerimiz işte bu millî ve dinî gaye uğrunda kan döküp can vermişlerdir. Millet kendi gelecekteki felsefesini genlerine kodladığı gibi liderini zafer için kodlarsa, şifresini de desteğini de ona verir. Yani lider halkın göstermiş olduğu bu sevgi ile beslenir, bu sevgi ile güçlenir ve yine bu sevgi ile inandığı kutsal dava için daha da çok çalışmış olur. İşte Ayasofya Kızıl Elması için liderini “zafer senindir” teşvikinin en güzel örneği; yıl 1451 daha İstanbul fethedilmemiştir. Osmanlı’nın Başkenti Edirne’dir. 

İstanbul’da meydana gelen bir deprem, Ayasofya’nın kuzey kısmını bir tarafa eğmiş ve yıkılma tehlikesine maruz bırakmıştı. Bu hal Bizanslıları korkuttu. İmparator her taraftan yardım istedi II. Mehmet o sırada hayatta olan mimar Ali Neccar’ı büyük bir dostluk eseri olarak Ayasofya’yı tamir etmek üzere gönderdi. Bursa ve Edirne’deki büyük camilerin mimarı olan bu zat, her biri Yecüc’ün (Çin’in) setlerine benzeyen dört payanda ile mabedi yıkılmakta kurtardı. Mimar Ayasofya’nın sonradan sarıkçı dükkânları olan kısmındaki istinat (Türk Göğüsleme duvarı) duvarlarının içine iki yüz basamaklı bir merdiven yapmıştı. İşin sonunda Bizans İmparatoru ona bu merdivenleri ne maksatla yaptığını sorduğu zaman icabında kurşunluğa çıkmak için cevabını vermişti. Bunun üzerine İmparatorun çok kıymetli hediyelerine nail oldu. Ali Neccar Edirne’ye varışında Sultan Mehmet’e: “Ey hükümdarım, dört büyük payanda ile Ayasofya’nın kubbesini kurtardım. Tamir vazifesi bana kısmet oldu, onu fethetmek vazifesi de size düşüyor; hatta yapacağın minarenin temelini de hazırladım ve üzerinde ilk namazı da ben kıldım, “ demişti. Üç yıl sonra da Sultan Fatih tam bu temelin üzerine altı köşeli güzel bir minare (tuğla minare) yaptırdı. İşte bu olay, ” Türk Milleti’nin “Kızıl Elma” ve liderine olan inancının güzel örneklerinden biri olarak da tarih sayfalarına altın harflerle yazılacak cinstendir. 

Âdeta bir kanun gibi daima riayet edilmiş muhteşem bir Türk ananesi vardı: 

Her hangi bir kale yahut şehir fethedildiği zaman surun üstüne bayrak çekilirken mutlaka ezan okunur ve Türklüğün sembolüyle Müslümanlığın ses ordunun zaferini birlikte ilân etmiş olurdu. En büyük kilisenin camiye çevrilmesi de işte bu ilk fetih gününün ilk işiydi. Bu ezan sonrası böylece “Kızıl Elma’sına” kavuşmuş sayılır ve ilk Cuma namazı işte o “Kızıl Elma” camiinde, yani hem İslâmiyet’in, hem Türklüğün hâkimiyet timsali olan büyük camide kılınırdı. Bu gibi camilere genellikle; “Fethiye Camii” veyahut “Kilise Camii” denilir ve bazen de Ayasofya’da olduğu gibi eski adı bir zafer alâmeti olarak bırakılırdı. İşte bütün bunlardan anlaşılacağı gibi, kiliseden çevrilmiş büyük cami demek; Türk ordusunun tarihî, millî ve dinî bir zafer anıtı ve aynı zamanda Kızıl Elma’nın en büyük sembolü demektir. Bu vaziyete göre “Ayasofya Camii” yalnız bir İslâm mabedi değil, aynı zamanda Türk fethinin en büyük millî ve tarihî abidesidir. 

Ayasofya İstanbul’un fethinde usulden olduğu üzere şehrin büyük kilisesi olarak camiye çevrildi. Tursun Bey’in ifadesine göre kubbeye kadar çıkan Fatih Sultan Mehmet binanın ve çevresinin harap görüntüsü karşısında meşhur Farsçabeytini söylemiştir.  Tursun Bey, Fatih Ayasofya’ya girdiğinde; “vakta ki bu binayı hasisün tevabi ve levahikin harab u yebab gördü” der ve Sadî’nin şu meşhur Farsça beytini söylediğini rivayet eder:

Perde-dârî mî küned der tâk-ı kisrâ ankebût

Bûm-i nevbet mî zened der kal’a-ı Efrâsiyâb

Yani; “Örümcek Kisrâ’nın penceresinde perdedarlık yapıyor/ Baykuş Efrasiyab’ın kalesinde nöbet bekliyor.” Fatih Ayasofya’nın tahribini önlemiş, burada müezzinlerinden birine ezan okumasını emretmiş, müezzin ezan okuduktan sonra maiyeti ile beraber ilk namazı kıldıktan sonra camiyi kendi hayratının ilk eseri olarak vakfetmiştir. 

Sonuç itibariyle İstanbul’un 29 Mayıs 1453 Salı gününe rastlayan fethinden 24 Kasım 1934 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrilinceye kadar, Miladi takvim’in ıslahından doğan on günlük fark da hesap edilmek şartıyla 481 yıl, 5 ay, 16 gün cami vaziyetiyle “Kızıl Elma” sıfatını muhafaza etmiştir. İnşAllah bundan sonra da Türk Milleti'ne Fatih Sultan Mehmet'in kutsal hediyesi olan Ayasofya Camii” olarak hizmete devam etme imkânını bulur: ve de bundan sonra dört minaresindeki ezan sesleri susmaz, sonsuza kadar devam eder.” Diye yazımı bitirmiştim!

Siyasal literatürde çok önemli bir söz vardır: “Söylenme zamanı gelen düşünceyi kimse engelleyemez.” İşte Ayasofya için bu sözün söylenme zamanının ispatı; 10 Temmuz 2020 günü Cumhurbaşkanlığı kararı ile; 

"İstanbul İli, Fatih İlçesinde bulunan Ayasofya Camiinin müzeye çevrilmesi hakkındaki 24/11/1934 tarihli ve 2/1589 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı, Danıştay Onuncu Dairesinin 2/7/2020 tarihli ve E:2016/1615, K:2020/2595 sayılı Kararı ile iptal edildiğinden, Ayasofya Camiinin yönetiminin 22/6/1965 tarihli ve 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki Kanunun 35'inci maddesi gereğince Diyanet İşleri Başkanlığı'na devredilerek ibadete açılmasına karar verilmiştir."