Ateistliğini her fırsatta izhar eden Yunanistan Başbakanı Çipras’ın iki günlük Türkiye programında Ayasofya ve Heybeliada ziyaretleri, gündemi oldukça fazla meşgul etti. Teokratik vasfı oldukça güçlü Yunanistan’da kutsal kitaba el basmadan yemin eden ilk başbakan, Çipras’tır. Bu ülkenin, Müslümanlara karşı katliam ile kuruluşundan itibaren her döneminde patrikhane ve kilise merkezinde olup günümüz Yunan politikalarında da bu ağırlık sürmektedir. Ekonomik alanda da kilisenin önemli bir gücü ve etkisi vardır.

Yunan Başbakanın gezisinde iki ülke arasında son derece sıcak olan adalar, Batı Trakya, Doğu Akdeniz gibi konuların pek gündeme gelmemesi, en azından sorunların çözümü yönünde bir programın zikredilmemesi diplomatik açıdan kayıplar arasındadır. Halbuki bu alanlarda saldıran, ezen, ihlal eden, Uluslararası Hukuku ve mahkeme kararlarını yok sayan, bütün bunlara karşın mağdur rolünü ustalıkla oynayan Atina yönetimidir. İki günlük gezide de bu strateji başarıyla uygulanmıştır. “Ayasofya’da Yunanistan 1, Türkiye 0” başlığını atan yazarımız, haksızlıklar karşısında hırsını yutan halkımızın duygularına tercüman olmuştur.

Ayasofya’nın Ortodoks dünyasının en kutsal ikinci mabedi olduğu beyanlarına karşın Türk yetkililer ısrarla buranın müze olduğunu vurgulamışlardır. Bu anlamda, Çipras’ın kendisi ateist olsa da Ortodoks dünyası mensubu olarak bu mabet ile bütünleşen bir kimliğe sahip olduğunu gururla dile getirmiştir. İki asırdır, savaşta ve barışta uygulanan ve her dönemde bir aşama daha kazanan Megali İdea’nın son maddesinin İstanbul olduğunu hatırlatalım. Türkiye tarafından buranın sadece bir müze olduğu ifadesi ise sözkonusu mabet üzerinde zilyetlik dışında bir bağlantının olmadığının itirafıdır ki bu durum Yunanistan’ın 1-0 öne geçmesi demektir.

537 senesinde kilise olarak açılan Ayasofya’nın Ortodoks dünyasının Kudüs’teki Yeniden Diriliş Kilisesi’nden sonra en kutsal mabedi olduğu bilinmektedir. Buna karşın aynı Ayasofya’nın bütün İslam alemi için kutsiyyet sebepleri saymakla bitmez. Bundan dolayı Emevilerden itibaren o zamanki adıyla “Konstantiyiyye”yi almak için nice seferler düzenlenmiştir. Bu kutsiyyet sebebiyle İstanbul’un mânevî fâtihi kabul edilen Ebâ Eyyub el-Ensârî (Eyyup Sultan) pîrî fânî iken at sırtında binlerce kilometreyi aşıp burada şehit olmuştur.

Ayasofya ibâdete açıldıktan sonra zaman zaman hasarlar meydana gelmiştir. Bir rivâyete göre Hz. Muhammed (S.A.V) doğduğu gece diğer ünlü mâbetler ve saraylar gibi Ayasofya’nın kubbesi de çökmüştür. Bir türlü tutturulamayan kubbe için Bizans İmparatoru çare aramıştır. Nihayet son peygamberin mübarek ağız suyunun katıldığı harç ile yapılan kubbe tutmuştur. Bu yüzden kubbenin kıyamete kadar yıkılmayacağı müjdelenmiştir. Bu manevi destek ile birlikte Mimar Sinan’ın minarelerden kubbeye uzanan payandalarını, yani maddi tedbirleri de hatırlatalım. “Konstantiniyye elbette fetholunacaktır. Onun fetheden emir ne güzel emir, onun askeri ne güzel askerdir!” müjdesi de sâdır olmuştur.

Özetlenen bu hususlar ile ilgili oldukça zengin, bir o kadar da farklı rivâyetler vardır ki hepsi de Ayasofya’nın Müslümanlar açısından kudsiyyetini teyit etmektedir. İstanbul’un fethi ve Osmanlı döneminde de birçok manevi değeri önemli hadiseler yaşanmıştır. Bu gibi rivayetler konusunda, özellikle kiliseden muhavvel üniversitelerde kariyer yapan, ruhban sınıfı mensubiyetini “bilimsel” cüppeyle gizleyen akademisyenlerden feyz alan ilâhiyatçılarımız muhaliftirler. Modern bilimin temellerinden olan referans (dipnot) usulünün hadis alimlerince ilk defa kullanıldığını mühendis bir profesörden yeni öğrendim. Ayasofya’nın Müslümanlar açısından kutsiyyeti ile ilgili rivâyetleri inkârı vazife edinenleri iknâ edemeyiz. Ancak Çipras’ın inanmadığı halde Ayasofya ve Heybeliada’yı ziyaret edip oradaki ayine katılma sebeplerini, inkârcı ilahiyatçılarımızın da düşünmelerini öneririz. Ve Megali İdea’nın son aşamasını heyecanla bekleyenlerin değirmenlerine su taşımamaları gerektiğini hatırlatırız. Netice olarak Ayasofya’nın kutsiyyeti konusundaki Müslümanların inancı, bilimsel delillendirmelerden önemlidir.

Ayasofya, hiçbir zaman kilise mülkü olmayıp İmparatorun şahsi mülkü üzerinde kurulmuştur. Fetihten sonra dönemin Uluslararası Hukuku tarafından tanınmış haliyle kamu malı olarak yeni yönetimin hakkı olmuştur. Fatih Sultan Mehmet burayı kendi mülküne geçirmiş, cami olarak vakfetmiştir. Bununla beraber Hıristiyanları kendi kiliselerinde, mabetlerinde hür bırakmış, hatta yıkık kiliselerini tamir ettirmiştir. Halbuki 8 asır boyunca Endülüs’te, Kurtuba’da, Malaga’da ve diğer İspanya kentlerinde Müslümanlarca  inşa edilen camilerin tamamı ya yıkılmış veya kiliseye çevrilmiştir. Yunanistan’da da belgelerle varlığı sabit Osmanlı’dan kalan yüzlerce caminin yerinde yeller esmektedir.

Heybeliada Ruhban Okulu’nun Osmanlı tarafından açıldığını, bunun Osmanlının büyüklüğünü gösterdiğini, yeniden açılmasıyla Türkiye’ye daha da büyüklük kazandıracağı yönündeki iddialar, bazı çevrelerce özellikle Osmanlıcı kılıflarla yayılmaktadır. Ancak aynı Osmanlının Ayasofya’yı cami olarak muhafaza etme konusundaki hassasiyetini hiç hatırlamıyorlar! Heybeliada’daki okulun, mevcut yasalar dahilinde açılabileceği her fırsatta bildirilmiştir. Patrikhane ise TC yasalarına uymadan devlet içinde devlet hatta ekümenik (evrensel) bir güç olarak, kendileri dışında konulan kurallarla bağlı olmadan hareket etmektedir. Bu durumda bir de Batı Trakya’daki Müslümanların dînî, kültürel ve eğitim konularında Yunanistan’ın uygulamalarına bakmak gerek.

Ayasofya’nın statüsü ile ilgili Lozan’da bir karar alınmadığı halde tamir gerekçesiyle kapatılıp sonra da müze olarak açılmasının yasal bir temeli de bilinmemektedir. Bu konuda verilen soru ve yasa tasarıları es geçilmektedir. Türkiye egemen bir devlet olarak tarihinin, halkının inanç ve hassasiyetlerinin gereğini yerine getirmelidir.