‘Zaman, onu iyi kullananları asla mahcup etmez’ Oğuz Çetinoğlu: Taşrada kültür, sanat, edebiyat dergisi yayınlamak, çileye tâlip olmak anlamına gelir mi? Av. İsmail Özmel: Edebiyat dergisi ne için çıkarılır, onların işlevlerinin ne olması gerekir sorularını sorarak söze başlamak istiyorum. Edebiyatımızın temeli ve ifâde vasıtamız olan Türkçe’mizin mâruz kaldığı ilgisizlik ve onu gerektiği kadar titizlikle öğretmemek, hâlen karşımızda büyük bir problem olarak durmaktadır. Sâdece bütün edebiyat dergileri demiyorum, bütün periyodik yayın organlarının haftanın en az bir gününde Türkçe’nin mâruz kaldığı çevirme hareketi üzerinde durmalı ve bu işe gönül vermiş eli kalem tutanlar, bu konuda görevli olanları aydınlatmalı, yâni yönetenlere de yol göstermeli diye düşünüyorum. Dört yıl önce, Akpınar Dergisi bir ilham gibi içime doğdu desem yeridir. Bir gün bir edebiyat dergisi çıkarayım diye karar verdim, arada sırada bir araya geldiğimiz edebiyat ve sanat konularını konuştuğumuz arkadaşlarımı yazıhaneme çağırdım. Bir dergi çıkarmak istiyorum, adı ne olsun diye söze başladım. Birçok teklif oldu, ben Akpınar üzerinde durdum, kabul ettiler. Dergimizin çıkma amacını, Ocak-Şubat-2006 döneminde yayınlanan birinci sayısının takdim yazısında: şöyle açıklamışım: ‘Türkçenin dünü, bugünü ve yarını üzerinde, şöyle gönül rahatlığıyla, düşünmeye hiç vaktiniz oldu mu? Adını yüzyıllar önce taşlara yazdıran, hem bir anlatım gösterisi, hem de yöneticilere tavsiyeler içeren o ölümsüz yazılar üzerinde bir nebze düşünme imkânınız oldu mu? Dede Korkut ve Yunus Emre’nin yüzlerce yıl ötesinden bize ve insanlığa hitap etmeye devam ettiğini, hâlen onlardan öğrenecek güzelliklerin ve inceliklerin olduğunu biliyor musunuz? Bütün bunların ve sonra gelenlerin, Türkçe’nin tarihin derinliklerinden ebede kadar yaşayacak yankıları olduğunu hiç düşündünüz mü? Sorular uzatılabilir. Yerli ve yabancı birçok bilim adamı, çok geniş bir coğrafyada konuşulan Türkçe’nin, tarihî eskiliğini ve zenginliğini, yeni kelimeler üretmekte ve türetmekteki benzersiz kabiliyetini hayranlıkla ifâde etmişlerdir. Meselâ, Meşhur Alman Türkolog’u Maks Müller, Türk Dili’nin büyüklüğü, güzelliği hakkında şöyle yazıyor: ‘Türk Dili’nin kaideleri o kadar muttarit, o kadar mükemmeldir ki, bu dili lisaniyat âlimlerinden mürekkep bir heyet, bir akademi tarafından şuurla yapılmış bir dil zannetmek mümkündür.’ Bu büyük ve ölümsüz dil tarih içinde, bir kısım aydınların ve yöneticilerin gafleti sonucu, yabancı dillerin istilasına uğramıştır. Hem de milletin ve halk şairlerinin gürül gürül Türkçe konuştukları ve yazdıkları bir zamanda… Bugünkü durum çok mu farklı sanki? Türkçe’nin başında bu sefer batı kaynaklı rüzgârlar esmekte, yine bir kısım aydınlar, yarım yamalak bildikleri İngilizce’den aktardıkları kelimelerle Türkçe’yi kirletmeye devam etmektedirler. Milletimizin anlamadığı bu kelimeleri, Avrupalılık adına mı kullanıyor, yoksa kendini küçük görme duygusunun etkisiyle mi böyle davranıyorlar bilemiyoruz. Kendi dilinin inceliklerini yeterince bilmeyen, onun kelimeler ve kavramlar dünyasından habersiz olanların, bir yabancı dili gereği gibi öğrenmeleri mümkün değildir. Çünkü insan ana dili ile düşünür. Düşünme, muhâkeme etme, karşılaştırma ve değerlendirme dünyası, bildiği kelime ve kavram sayısı ile orantılıdır. Kendi diline hor bakanlar, onun güzelliğinden ve zenginliğinden haberdar olmayanların, yabancı dil bilgileri de yarım yamalak olmaktadır. Nihat Sami Banarlı Türkçe’nin Sırları adlı eserinde; ‘Türkçe bir imparatorluk dilidir. Aslan ne yerse yesin onu hazmeder ve aslan vücudunun bir parçası haline getirir.’ diyor. Başka bir örnek: Farsça’nın gul’unu almış, gül yapmışız. Ona bir güzellik ve incelik kazandırmış, hem de bu yeni kelimeyle şiirler, nesirler yazmışız. Fuzûlî’nin gülle ifâde ettiği güzelliğe bakınız: ‘Gülüm şöyle, gülüm böyle demektir yâre mutadım Seni ey gül sever canım ki canana hitabımsın.’ Yâni Türkçe bünyesine kattığı kelimelerin bir kısmını hançeresine uydurarak hazmetmiş ve çoğu zaman farklı anlamlarda kullanarak, hem geldiği dille ilgisini kesmiş, hem de Türkçe’nin ayrılmaz bir parçası hâline getirmiştir. Dilimiz bu bâdireyi, bir takım zorlukları aşarak, sonuçta bir anlamda, kazançla atlatmıştır. Kazanılan kelimeler dilimizin diğer kelime ve kavramlarıyla anlam ve âhenk birliği içine girmiş ve Türkçe’nin ayrılmaz bir parçası hâline gelmiştir. Kazandığı yeni anlam ve söyleyiş özellikleriyle de, geldiği dille ilgisini tamamen kesmiştir. Her büyük dil başka dillerden kelime almış ve başka dillere kelime vermiştir. Yapılan bir araştırmada, Türkçe’den 35.000’i geçkin kelimenin başka dillere gittiğini görmekteyiz. Türkçe üzerine yaptığımız kısa gezintiden sonra Akpınar’ı neden çıkarmak istediğimizi birkaç cümleyle ifâde etmek istiyoruz. Bir kültür ve edebiyat dergisine olan ihtiyacı uzun zamandır hissediyorduk. Önce bir isim bulmak gerekiyordu. Niğde’nin yaylalarından birisi olan Akpınar’ı dergi adı olarak seçtik. Böylece hem yaylamızın adını unutturmayacak, hem onun pınar suları gibi arı duru havasını, kültürümüze, sanatımıza ve edebiyatımıza taşıyacak, hem de kültür hayatımızın bir ihtiyacını karşılayacaktık. Bu düşüncelerle yola çıktık.’ Taşrada bir dergi çıkarmak elbette çileye tâlip olmak anlamına gelmez, gelmemelidir. Ama zahmeti, bir çile olarak algılarsak, eser yazmak, eser sâhibi olmak zorlaşır. Hayatı hâtırâlar, birikimler ve eserler olarak ele alırsak, çile sevgilinin nazlarına katlanma olarak da değerlendirilebilir. Çile çeken böylece hem hayatını yaşar hem de hayatın şiirini yazar. Benim yazı hayatım rûhen ve fikren tatmine yöneliktir ve bunu kalıcı sevgilere, buna bağlı heyecanlara ve tatmine borçluyum diyebilirim. Okuyarak ve yazarak yaşadığımı anlıyorum desem yeridir. Reşat Nuri Güntekin, zamanında Çanakkale’de hastalandığını ve bu sebeple altı ay hastanelerde kaldığını, bol bol okuduğunu, yazı yazmasına da bu okumaların sebep olduğunu hâtırâlarında anlatıyor. Benim de İstanbul lise öğrencilik yıllarımda 18 ay süren bir hastalık dönemi geçirdiğimi, şark ve garp klasiklerini, kendi yazarlarımızı bu dönemde okuduğumu, şiir denemelerimin bu dönemde arttığını söylemeliyim. İşte bu uzun okumalar sonunda yazmak ve yazdıklarımı yayınlamak hevesi gönlümden hiç eksilmedi. Lise öğrenimimi Niğde Lisesi son sınıfına naklettiğimde İbre adlı bir duvar gazetesini iki arkadaşımla beraber çıkardık. Bu duvar gazetesi yayınını, içimdeki yazma ve bunları duyurma isteğinin ilk belirtileri olarak değerlendiriyorum. Çetinoğlu: Zahmetli bir işe, aşk olmadan katlanmak da mümkün olmadığına göre… Sizdeki kültüre, sanata edebiyata hizmet aşkı nasıl oluştu? Özmel: Liselerde; o zamanın modası ile; münâzaralar yapılırdı. Lise fen ve edebiyat bölümlerinden iki ekip oluşturuldu, fen bölümünün münâzara ekip başkanı benim, ekip başkanı konuşma birincisi ve ekibi de münâzarayı kazanan taraf oldu. Ankara Hukuk Fakültesine gidişimizle kader değişmedi, orada da bir münâzara ekibinin başkanıyım. Sonuçta münâzarayı ekibimiz kazandı. Böylece kültür ve edebiyat toplantılarının ya tertip edeni, ya takdim edeni, veya konuşmacısı oldum. Bütün bu faaliyetler beni okumaya, öğrenmeye ve yazmaya iten önemli faktörler oldu. Artık bir iddia sâhibi olarak eğitim, kültür, edebiyat, sanat ve medeniyet gibi temel kavramlara odaklanan yazı ve konferanslarımla kendime güvenim arttı. Kitaplar yirmiye yaklaşınca, periyodik bir dergi çıkarmak ihtiyacını duydum. ‘Sihirli Zaman’ adlı kitabımda; ‘Zaman, onu iyi kullananları asla mahcup etmez.’ Demiştim. Zamanı iyi kullanarak verimli sonuçlar alacağımı yaşayarak gördüm. Bir şey yazmaya, okumaya başladığımda muhakkak saate bakıyor ve ne kadar zamanda ne kadar okuduğumu, okuduklarımdan bende kalanların ne olduğunu düşündüm. Malzemeleri süzgeçten geçirmek, farklı yorumlar üzerinde düşünmek ve mukayeseler yapmak, bu düşünceleri çevremdeki birikimli insanlarla paylaşmak, icap ederse münâzara ve münâkaşa etmek… bütün bunlar beni düşünce hayatımızda bir iddia sâhibi insan hâline getirdi ve kendimi Türk düşünce hayatına bir şeyler verecek birikimde ve gayrette buluyorum. Dilime dolanan düşünce kırıntılarını, mısra parçalarını yolda, gezmede, işyerimde evde, nerede olursam olayım onları hemen yazılı hâle getirme alışkanlığını elde ettim. Onun için defterler dolusu yorumlar birikti. Kendimi âdeta fikrî bir koşunun içinde buldum. Ürettiklerimin ilgi görmesi beni daha büyük sentezlere gitmem hususunda âdeta teşvik etti. İçimdeki sevgi ve aşk, çalışmak ve üretmek konusunda bana desteğini sürdürüyor. Çetinoğlu: Türkçe’yi seviyor olmalısınız. Bu sevginin kaynağını da öğrenebilir miyim? Özmel:Dil denilince benim aklıma Türkçe gelir. Kalemimin kanadı, çağların adı, ağzımın tadı Türkçe. Annemden babamdan, kardeşlerimden çevremden dinleyerek büyüdüğüm, ninnilerin dili, sevgilerin dili, ana kucağı gibi sıcak, ana kucağı gibi doyurucu Türkçe’yi bu topraklarda yaşayan, bu toprakların bereketi ile karnını doyuran, doyuramayan herkes gibi, ben de Türkçe’yi seviyorum. Okullarda öğretmenlerim, ailem, çevremdeki insanlar onu bütün tabiiliği, akıcılığı içinde ve olanca şiiriyeti ile konuşarak bu sevginin büyümesini sağladılar. Türkçe’nin tarihî derinliği ve zenginliği bende hayranlık derecesinde duygular uyandırdı. Yarım asra yakın onunla yatıyor onunla kalkıyorum. Kâşgarlı Mahmud, Divanü Lugati’t Türk’te, ‘Nişâbur halkının bir imamından işittim. Dedi ki ‘Türklerin lisanını öğrenin, çünkü onların saltanatı uzun sürecektir. Bu hadis sahih ise-vebali boyunlarına olsun- Türkçe’yi öğrenmek dinî bir vecibedir. Eğer sahih değilse, mârifet bunu gerektirir.’ Diyor. Yazdığım şiirlerden birkaç mısra: ‘Bir haber ulaştır, bir bakış lütfet Yapsın resmini bu rüzgâr. Susmak düştü hayale İşte yeryüzü, işte ufuklar. Kudret eli değmiş yağan kara Dağa, taşa, kuşa, insana. Yaba önünde savruluyor sanki Ölçüler üstü bir manzara.’ İsmail Özmel (Kış) Türkçe’nin kışı böyle ya yazı nasıl olur? ‘Ellerimde bayraklar, Ayaklarımda kaykay. Dilimde rüzgârgülüm Başımda fırtınalar.’ İsmail Özmel (Türkçe’nin Rüzgârında Mutlu Saatler) (İsmail Özmel, Bütün Şiirler. Salkımsöğüt Yayınları.2006-Ankara) Şiir kitaplarımdan beşincisi ‘Türkçe’nin Rüzgârında’ adını taşıyor. Türkçe edebî mahsullerin zenginliği, gelişimi, merhaleleri ve sâhip olduğu çeşniler ve eserler, ona karşı olan sevgimi artırdı. Hele denemeleri yazarken kalemimin kâğıdın üzerinden kayıp gitmesi, aklımdan hayâlimden geçen her görüntüye bulduğum kelimeler ve bunun rûhumda oluşturduğu tatmin ve mutluluk, Türkçe’nin güzelliği ve zenginliği ile ancak anlatılabilir diye düşünüyorum. Her şeyden önce Türkçe yegâne anlaşma vasıtamız, birbirimizi onunla anlıyoruz, en güzel edebî mahsulleri onunla yazmışız, eserler onun çeşitli dönemlerinin rüzgârını, esintisini bizlere o ulaştırdı ve yüreğimizi onun mısraları ferahlattı, tefekkür dünyamızı onun birikimleri zenginleştirdi. Dünya, onun ağzıyla bize ulaştı. Bu duygularımı bir şiirimde şöyle dile getirdim: TÜRKÇE’NİN TADINA VARDIĞIM ZAMAN ‘Türkçe’nin tadına vardığım zaman Derin bir uykudan uyandım meğer. Müjde oldu kaleme, gönle doğdu aydınlık Uykusuz gecelerin hediyesi bu seher.’ ‘Sihirli Zaman’ adlı denemeler kitabımda: TÜRKÇE ‘Bir zamanlar, sana kimse bakmaz imiş… Güzellikler bakmadan görülmez ki, Tatmadan sevilmez ki. Sen duyulmadık güzelliklerin kapısı… Sen her âfetten bizi koruyan sığınak Önümüzü aydınlatan ışık Her şeyimizi sakladığımız hazine. Çağlar, zamanlar boyu çok yaşa! Bizi de yaşat…’ (İsmail Özmel. Sihirli Zaman. Salkımsöğüt Yayınları Ankara.2006, s:15) Çetinoğlu: Türkçe’miz, imparatorluk dili. Artık, bu cümleye ‘idi’ kelimesini eklemek gerekiyor. Çünkü gençlerimize, aşiret dili bile ağır geliyor. Kabile dili ile konuşuyorlar. Özmel: Bir düşünürümüz Osmanlıca medeniyet dilimiz, Türkçe kültür dilimiz demişti. Biz bu medeniyet dili üzerinde hiç durmadık. Ziya Gökalp bu cümlesi ile İslâm’ı kabul ederek girdiğimiz yeni kültür dâiresinin; dilimize olan etkilerini anlatmak, böylece Arapça’nın Türkçe’yi derinden etkilediğine dikkatleri çekmek istemiştir sanıyorum. Mukaddes kitabımız Kur’anı Kerim’de ‘Ey Muhammed! Biz düşünüp öğüt alır diye Kur’an’ı senin dilinde indirerek kolayca anlaşılmasını sağladık.’ (Duhan/58) denilerek mukaddes kitabın herkes için anlaşılır hâle getirilmesi gerektiği anlatılmaktadır. Bu kural yeni dinin her kavramının karşılığının Türkçe’de olması gerektiği gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Zamanın kalem sâhipleri bu ihtiyacı duyarak eserlerinde bu noktaların aydınlanması için gayret göstermişler ve kavramlara karşılıklar bulmuşlardır. Türkçe yüz yüze geldiği bu noktada, zamanın kalem sâhipleri, dilin içine nüfuz eden yeni kelimelere karşılıklar bulmaya çalışmışlar. Yeni kelimelerin bazıları Türkçe’nin âhengine ve söyleyişine uymuşlar, diğer kelimelerle anlam ve âhenk birliği kurmuşlardır. Böylece gelen kelimelerin söyleyişleri Türkçe’ye uymuş hem de Türkçe bâzılarına yeni özel anlamlar kazandırarak geldiği dille olan ilgisini kesmiştir. Bugün azbuçuk Arapça bilenler, Arapça’da bu kelime şu anlama gelir, bizimkiler bunu bilememişler ve farklı bir anlamı bu kelimeye kazandırmışlar diyerek kusur, noksan aramışlardır. Sanki Ecdad onlar kadar Arapça bilmiyordu. Onlara verilecek en kısa cevap, o kelime Arapça’nın kelimesi iken o anlama kullanılması doğrudur ve normaldir, ama Türkçe kelimeler ailesine katılınca ona Türkçe’nin ses ve âhengini vermemiz ve Türkçe’yi kullanan halkın yüklediği anlamları da Türk hançeresinin ve dilinin başarısı olarak selamlamamız gerektiğini anlatmalıyız. Dil konusunda bir örnek olsun diye İngilizce’ye bir İngiliz yazarın gözü ile bakalım. İngilizce’nin 17 dilin karması olduğunu açıklayan batı kaynaklı eserlerden birisi de T. S. Eliot’un yazdığı ve dilimize Sevim Kantarcıoğlu’nun kazandırdığı ‘Kültür Üzerine Düşünceler’ adlı eserdir. Yazar İngilizce’nin zenginliğini ve âhengini başta Almanca olmak üzere, İskandinav dillerinden, Norman Fransızca’sından, çeşitli tarihlerde Fransızca’dan, Latince’den, Grekçe’den ve Keltçe’den aldığı kelimelerle sağladığını uzun uzadıya anlatmaktadır. (s:121-122) Bir dilin başka dillerden kelime alması dilin kusuru değildir, bunlar tarihî ve kültürel zaruretlerle ortaya çıkmışlardır. Bu harpler, siyâsî, ticârî ve kültürel münâsebetlerin, bir yeni kültür ve medeniyetin çeşitli yollarla etkilediği, ihraç ettiği kelimeler ve kavramlar olagelmiştir. Dil bu yeni kelimelere ve yeni bakışlara karşı kendini koruma inisiyatifi içine girmiş ve Cumhuriyetle birlikte bu mücâdele daha anlamlı ve şuurlu bir biçimde; yazarlar ve kamu kurumları vasıtası ile; yapılmaya çalışılmıştır. Bu konuda yapılanları az bulabiliriz, eksik bulabiliriz, yanlışlarını, aşırılıklarını bulabiliriz ama bunca gayreti de görmezden gelmek mümkün değildir. Çetinoğlu: Dilimizin fakirleşmediğini söylüyorsunuz… Özmel: Türkçe’de kaybolmuş kelime veya kavram yoktur. Osmanlıca bütün haşmeti ile metinlerdedir. Cumhuriyet döneminin muazzam birikimleri ciltler hâlinde mahzenlerdedir. Bunları günlük kütüphânelere sokmuyorsak veya kısmen koyuyorsak, ders kitaplarında onlara yer vermiyorsak veya az veriyorsak, bunun kabahati kimdedir? Türkçe’nin ders saatlerini azalta azalta neredeysek kaldırma noktasına geliyorsak, bunda dilimizin, edebiyatımızın ve birikimlerimizin ne kabahati vardır? Divan edebiyatının aruzdan ibâret olduğunu zanneden kimselerin Millî Eğitimin etkili yerlerine geldiği dönemleri hatırlamalıyız. Kelimeler ve kavramlar metinlerde, mısralarda yaşarlar. Onu iştahla tüketecek, okuyunca beslenecek nesillerin sofrasına bu gıdalardan koymazsanız, elbette beslenme eksik olur ve bünye istediğimiz gibi güçlü olmaz. Her rüzgâr, her esinti onları alabora eder, yabancı, bozucu unsurların tesir sahasında bırakır. Biz bilmekle kullanmak arasındaki farkı bilmiyoruz. Efendim divan edebiyatını öğrenip de ne olacak, günlük konuşmalarda bu eski kelimeleri mi kullanacağız, derler. Türkçe’nin Yunus Emre ve halk edebiyatı ile başlayan şiir hazinesinin Divan edebiyatıyla birleşince büyük bir varlık kazandığını, Cumhuriyet döneminin çok yönlü ve zengin edebiyatı ile birleşince, bir dünya şiir ve edebiyat galerisi ortaya çıktığını, oradaki târifsiz güzellikteki ifâdeleri, teşbihleri ve diğer sanatları öğrenseler, bu örneklerden âhengi ve derinliği görseler, onların düşünme ve hayal güçlerini ne kadar artacağını, bakış açılarının ne kadar genişleyeceğini takdir edebilecekler midir? Kültür denilen zenginliğin, nelerin bir arada bulunması ve nelerle birlikte mayalanarak hayat felsefemizi, yaşama umudumuzu ve hayata bağlılığımızı güçlendirdiğini bunlara nasıl anlatacağız? Kelime hazinesi ne kadar zenginse, düşünme ve çözüm önerilerinin de o kadar zengin ve ihatâlı olacağını nasıl anlatacağız? Umarım bu noktalar zannettiğimizden daha önce geride bıraktığımız, bir hâtırâ hâline dönüşmüş, handikaplar olur dileğindeyim. Arapça dilbilgisi kuralları ile yapılmış, Türkçe’nin yabancısı bir terkipler furyası içinde Türkçe âdeta gölgede bırakılmıştır. İlim dili Arapça olsun demiyorlar mıydı, bugün de ilim dili İngilizce olsun diyenler vardır ama bu tarihî tecrübe milletimizi uyandırmış ve bu son iddia sâhipleri çok azınlıkta kalmışlardır. Tabii ki dilimiz Türkçe üzerindeki çalışmalar Osmanlı Devleti’nin son döneminde Genç Kalemlerin öncülüğünde bir sâdeleşme ve zenginleşme hamlesi olarak ortaya çıktı. Bu hamle Cumhuriyetle birlikte müesseseleşti ve zaman içinde Türk Dil Kurumu (TDK) adını aldı. Yeni nesillerin bilemediği bazı gerçekler vardır. Dil kurumu ‘hostes’ kelimesine karşılık, ‘gök konuksal avrat’ diye bir kelime ürettiğini o zamanın karşı ekibi yazıyor biz de inanıyorduk. Bu gün de böyle iddiaları ileri süren, gelişmelerden habersiz olanlar vardır. Türkçe’nin kat ettiği merhalelerden haberi olmayanlar böyle söylemeye devam edeceklerdir. Türk Dil Kurumu ve Türkçe’nin sevdalılarının gayretleri ile 10.000 kelimeyi geçkin yeni kelime dilimize kazandırılmıştır. Müddeiumumi’yi söyleyen, kullanan kaldı mı, savcı dururken, ama hâkim de yargıç ta beraber hayatiyetini sürdürmektedir. Artık Erkânı Harbiyeyi Umumiye Riyaseti diyen kaldı mı? Şimdi efendim genel kelimesi Fransızca bir kelimeyi hatırlatıyor, olabilir ama söyleyiş Türkçe’nin ahengine ve akışına uygun hâle gelmiştir yâni bizim olmuştur. Kelimelerin kökenini ön planda tutarsak, bir anlamda kelime ırkçılığı yapmış olmuyor muyuz? Zaten üretme ve türetme imkânları yönünden, fiil köklerinin çokluğu yönünden Türkçe’nin yeni kelime üretmesi ve türetmesi hiçbir zaman bir mesele olmamıştır. Yeter ki biz onu işlemeye ve âhengine âhenk, anlamına anlam katmaya devam edelim. ‘Türkçe’yi koruma kanununun çıkmasını daha ne kadar bekleyeceğiz?’ diyerek soran İsmail Özmel; ‘Edebiyat dergileri ve diğer gayretler bu konudaki tahribatı önlemeye yetmiyor.’ Diyor. (BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU. İKİNCİ BÖLÜM YARIN VERİLECEKTİR.)