İnsan bu dünyada ya saadet içindedir, ya da mutsuz bir hayat sürmektedir. Saadet ve mutluluğu kazanmak; insanın elinde olduğu gibi, kendini memnun olmadığı bir yaşam tarzı içinde bulmak da yine kendi yüzündendir.

Çünkü insan “Ahsen-i Takvîm” üzere yaratılmıştır. Yani maddeten ve mânen en güzel şekil ve surettedir. Evet insan ahsen-i takvîmde vücûda getirilmiştir. En güzel kıvamda, tam kıvamında olarak dünyaya gönderilmiştir.

İnsanı başka şekilde düşünmemiz mümkün değildir. Yani insanı üç gözlü veya tek gözlü olarak düşünemeyiz. İnsanı bir kulaklı olarak da hayal edemeyiz. Mesela gözünü başka bir yere yerleştiremeyiz. Kulağı başka  neresinde olsa, insan daha güzel olurdu diye araştırsak; ancak bulunduğu yeri en güzel yer olarak beğeniriz.

Başka bir yere kulağı asla konduramayız. Çünkü çirkin olur. Yakışıksız olur. Üstelik işitme işlevini lâyıkı şekilde yerine getiremez bir hâl alır. Her uzvumuzu bu şekilde ele alıp, onlar için başka başka yerler arasak kat’iyyen bulamayız. Döner dolaşır, eski yerlerinde karar kılarız. Evet insan vücûdunda en ufak bir eksik, en küçük bir gedik tek bir noksanlık veya azıcık bir fazlalık bulamayız. İşte insan ancak böyle olur. Başka türlüsü muhal, imkânsız ve olası değildir der “Allahü Ekber.” nidasıyla haddimizi aşmaktan, haddimizi bilmezlikten Allaha sığınırız.

İnsan vücûdu, bedeni ve cismi “Ahsen-i Takvîm” / “En Güzel Sûret ve Kıvamda.” olduğu gibi, manevî tarafları, mânevî yönleri; görünmez özellikleri de “Ahsen-i Takvîm” üzere yaratılmıştır. Çünkü Esmayı Hüsnayı / Allahın Güzel İsimleri’ni gösterir, aksettirir.

Güzel isimlerin akisleri, yansımış hâlleri de güzeldir şüphesiz. Çünkü insanın manevi vasıf ve nitelikleri de Allah vergisidir. Mevhibe-i İlahiye’dirler. Güzelden geldikleri için güzeldirler. İşte bu şekilde yaratılan insana gayet câmi, son derece kapsamlı ve içerikli bir istidat ve kabiliyet verilmiştir. Bu yüzen insan “esfel-i safilîn”e / “aşağıların aşağısı”na düşebilir. Oradan tâ “âlâ-yı illiyyîne” / “yükseklerin en yükseğine” çıkabilir.

“Ferşten ta Arşa” / “Yerden ta Göğe” yükselebilir. Oralardan aşağıya düşebilir.

Zerreden / atomdan şemse / güneşe kadar dizilmiş olan makamata / makamlara, meratibe / mertebelere, derecata / derecelere çıkabilir. Aynı insan bunun tam tersi derekata / en aşağı mertebelere yuvarlanabilir.

İşte insan; inişli-çıkışlı böyle bir imtihan ve sınama meydanına atılmıştır. Nihayetsiz sukut ve düşüşlere, sonsuz suud ve yükselişlere giden iki yol önünde açılmıştır.

İşte insan böyle bir kudret mucizesidir.

İşte insan böyle bir hilkat ve yaratılış neticesidir.

İşte insan böyle hayret verici acip bir sanattır.

Evet insan böyle bin bir donanımla dünyaya gönderilmiştir. İnsanın önüne dehşetli bir terakki, ilerleme ve yükseliş imkânı çıktığı gibi, dehşetli bir tedenni, iniş ve çöküş olasılığı da yolunu kesmektedir. Velhasıl karşımızda çözmemiz gereken iki büyük sır ve giz vardır.

Aziz okur! İnsan, kâinatın çok şeylerine muhtaçtır. Onlara derin bir ilgi duymaktadır. Çünkü insanın alâkaları, âlemin her tarafına dağılmıştır. Arzu ve istekleri ise ebede / sonsuza kadar uzanmıştır. Yani insan; bitmeyen bir zamanda, yok olmayan bir mekânda kalmak istiyor sonsuza kadar.

“Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî (ve sonsuz) cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeye müştak (ve arzulu) olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelali (yani büyüklük ve sonsuz güzellik sahibi olan Allahı) da görmeye müştaktır (isteklidir. Çünkü insan, Allahın isimlerini aksettiren, gösteren bir aynadır).”

Her şey aslına kavuşmak ister. Dere, ırmak ve nehirlerin; denize kavuşmak için çırpınıp durdukları, çağıl çağıl aktıkları gibi; insanın da “İnna lillahi ve inna ileyhi râciûn.” âyetinde buyurulduğu üzere: “Biz Allahın kullarıyız. Sonunda yine O’na döneceğiz.” (Bakara: 156) diye ulvî bir heyecan kasırgası içinde kalpleri çarpmaktadır.