ABDESTSİZ KUR’ÂN-I KERİM’E EL SÜRÜLEBİLİR Mİ?

İslam Hukuku Anabilim Dalı Emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. FARUK BEŞER Açıklıyor: 

1.İslâmiyet’in Ana Kaynaklarından Çıkarılacak Hükümlere Göre Hareket Etmek Mecburiyeti Vardır.’

2-Haram kılan delil ile helâl kılan delil çatıştıklarında haram kılan galip gelir, onunla amel edilir

(BİRİNCİ BÖLÜM)

Oğuz Çetinoğlu: Abdestsiz kişilerin Kur’ân-ı Kerîm’e el sürebileceği, eline alabileceği, cünup ve hayızlı kişilerin ise, el sürmeden Kur’ân okuyabilecekleri iddia ediliyor. Mevzu ile alakalı sorulara geçmeden önce, umûmî mâlûmat kabilinden düşüncelerinizi lütfeder misiniz? 

Prof. Dr. Faruk Beşer: Son zamanlarda, hesaba katılmak için aykırı şeyler söylemek gereği hissedildiğinden midir bilinmez, İslamî sahada şaz fetvalar oldukça çoğaldı. Bunun elbette iyi bir yönü de olabilir; demek ki, araştırma ve eser karıştırma lüzumu duyanlar artıyor. Ancak, inananların göz önünde bulundurmaları gereken  önemli bir nokta göz ardı ediliyor: Bu konu diğer bilim dalları gibi deneme yanılma metoduna elverişli değildir. Yazılanlar tarihe mal olacağından  yanlış olanlarını pek çok insan yüzyıllar boyu tekrar edip duracaktır. Bu yanlışları, her ilim adamının tabiî olarak yapabileceği yanlışlar olarak değil de şahsî hesapları uğruna yapanlar ve  bunda ısrar edenler için büyük vebal vardır. 

Bu mevzuda söyleyeceklerim naslara dayalı ve mezhep taassubundan uzak bir tarzda olacaktır. Dolayısıyla meseleyi erbabı olmayanlar için ağır sayılabilecek teknik bir üslupla ele almayı deneyeceğiz. Bizim için sonunda ortaya çıkan gerçek şudur: Bu görüşleri açıklayan fukahamız bunları basit fikir eksersizleri olarak söylemiş değillerdir. Günümüzde de en basit bir meselede günlerce uğraştıktan sonra çıkılacak kapı onlardan biri ya da birkaçının ulaştığı sonuç olmaktadır. Elbette onlar insansa biz de insanız. Onların ictihatlarını nas olarak görmek mecbûriyetinde değiliz. Ama böyle olduğumuzu göstermek için onlara saygısızlık etmemiz ve onlara her halükarda muhalefet etmemiz de gerekmez.

Çetinoğlu: Teşekkür ederim Hocam. Öncelikle bir hususu açıklığa kavuşturduktan sonra devam edebilir miyiz? Elimizde, evimizde, kitaplığımızda bulunan Allah (cc) kelâmını ihtiva eden kitapları ‘Kur’ân’ olarak isimlendirmemiz doğru mudur? 

Prof. Beşer: Kur’ân Allah'ın (c.c.) kelamı ve sıfatı olması itibariyle yaratılan (mahlûk) bir şey değildir. Mücerred bir mefhumdur. Binaenaleyh, bizler ona zâten el süremeyiz. O mücerred mânâların bizim kelimelerimizle ifâde edilip yazıyla kâğıtlara dökülmüş hâli ise Mushaf’ tır. Ona ‘Kur’ân’ demek galat-ı meşhurdur. Büyük bir zararı olmasa dahi bir yönüyle doğru değildir. Bu açıdan; ‘Şu Kur’ân’ı bana ver’, ‘Benim Kur’ân’ım, senin Kur’ân’ın…’, ‘Çok iyi bir Kur’ân-ı Kerîm’ gibi ifâdeler de  aslında yanlış ifadelerdir.  Bu ifâdelerdeki ‘Kur’ân’ lafzı yerine  Mushaf  denilmelidir. Ancak bu galat-ı meşhur çokça kullanılmaktadır. Keza, asıl anlamıyla ‘Kur’ân Allah'ın kelâmıdır’denir de, ‘Mushaf Allah'ın kelâmıdır’ denilmez.

Çetinoğlu: Söylenildiğine göre İslâmiyet’te tartışılmayan, ‘hükme bağlanmayan’ hiçbir mesele yoktur. ‘Hükme bağlamak’ tâbirini açıklamak mümkün mü?

Prof. Beşer: İslâm’ın ana kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm'de veya onun açıklayıcısı durumundaki sünnette bir mesele zikrediliyorsa yâni sübutu kat'i ise ve hangi anlamda kullanıldığı da açık ve kesin olarak anlaşılabiliyorsa, yâni delâleti de kat'i ise,’İslâm’da bu meselenin hükmü budur, bu noktada İslam şöyle der.’ denilebilir. Ama mesele bu ölçüde kesin değilse, müctehid âlimlerin farklı görüşlere varmasına sebep olacak bir esneklikte ise, o takdirde ‘İslâm’ın görüşü’  yerine ‘İslâm’daki görüşler şunlardır, görüşlerden biri şudur, falanın görüşü şöyledir’ denilmelidir. Böyle bir durumda ‘bu mesele -belki de cumhurun görüşü olsa bile- İslâm’da böyledir’ deyip, diğer görüşleri (ictihadları) sanki İslâm’ın dışında imiş gibi göstermek yanlış olur ve bizlerin buna hakkımız da yoktur.

Konuşmakta olduğunuz meselemize bu açıdan bakarsak; genel bir ifâde ile: ‘Mushafa el sürmek için abdestli olmak gerekmez. İslâm’da böyle bir şey yoktur... gibi sözler söylemenin fevkalade yanlış olduğu anlaşılır. Belki, ‘cumhurun (müctehidler çoğunluğunun) görüşü Mushaf’a abdestsiz dokunulamayacağıdır, ama âlimlerimiz arasında Mushafın abdestsiz de tutulabileceğini söyleyenler de vardır’ demek mümkün olabilir.

Bu ölçüler içerisinde ve onun aksine, İslâm’da var olan veya ictihadlarla olma ihtimali ve imkânı bulunan bir görüşün doğruluğunu savunup ona tutunan birisini de, ‘İslâm’da olmayan bir şeyi  savunuyor, söylediği şey İslâmî değildir’ diye itham etmek de yanlıştır. Onun için ancak, ‘Görüşünün delilleri zayıftır, çok zayıftır, cumhurun görüşüne zıttır, daha doğru ve kabul edilir görüş aksi görüştür... vb.’ diyebiliriz.

Çetinoğlu: Lûtfettiğiniz bilgileri temellendirmeniz mümkün mü Hocam?

Prof. Beşer: Tekrar başa dönebilir ve meselemizle uzaktan yakından ilgili âyet ve hadisleri ve bunların etrafındaki müctehid görüşlerini gözden geçirebiliriz:

1-Kur’ân-ı Kerîm'de Abdest Âyeti’ olarak bilinen âyet; Mâide Suresi'nin 6. âyetidir. Orada, namaz kılmak isteyenlerin nasıl abdest almaları gerektiği anlatılır. Namaza kalkmak isteyenler böyle yapsınlar buyurulurken, namazın dışındaki ameller için abdestin gerekip gerekmeyeceği açıklanmamakla birilikte, abdest için özellikle namazın zikredilmesi, mefhumu muhalifiyle, abdestin sadece namaz için şart olduğu gibi bir işâret verir. Ancak teknik anlamda bu, nassın işâretiyle olan delâletinden daha zayıf bir işârettir. Yâni tek başına hükme medar olamaz. Başka deliller olmasa, tek başına bu âyetle namazın dışındaki herhangi bir amel için abdestin gerekli olduğu söylenemeyeceği gibi gerekli olmadığı da kesin olarak söylenemez.

2.Vakıa Suresi 56/77-81. âyetlerinde: Şüphesiz O Kerîm bir Kur’ândır. Bir mahfuz kitaptadır. Ona tertemiz kılınanlardan başkası el süremez. Âlemlerin Rabbinden indirilmiştir. Siz bu söze  mi önem vermiyorsunuz?’ buyrulur. Buradaki mahfuz kitap’ ve ‘tertemiz kılınanlar ifâdeleri, âyetlerin mânâsını değişik anlama imkân verirler.

Kur’ân ‘Kelamullah’ olarak Allah'ın (c.c) ezelî ve ebedî sıfatı olması itibârı ile mahlûk olmayan mücerret bir keyfiyettir. Binaenaleyh, bu anlamda ona mahlûkatın el sürmesi zâten mümkün olamaz. Mahfuz Kitap    ifâdesine  gelince, bir defa bunu anlatanMeknûn kelimesi,  kapalı ve örtülü demek olduğu için mahfuz olan,  ulaşılamayan anlamına gelir. Öyle ise bunun elimizdeki Mushaflar olduğunu söyleyemeyiz. Zira onlar ‘Meknûn’ değillerdir. Çünkü hem açıktırlar, hem de her türlü tecâvüzden masun tutulmamışlardır. Keza, Allah'ın muhâfaza edeceğini vaat ettiği zikir (Kur’ân) da Mushaflar değil, kelam-ı ilâhî olan Kur’ân’dır. Öyleyse; ona tertemiz kılınanlardan başkası el süremez cümlesindeki ona zamiri, ister yakınındaki ‘meknûn kitaba, ister uzağındaki Kerîm Kur’ân’a gitsin, ellerimizdeki mushafı anlatıyor olamaz. Netice olarak burada dokunulamayacak olanın, mushaflar değil, levh-ı mahfuz veya oradaki Kelâm-ı ilâhî olduğu anlaşılır.

El sürmez, süremez ifâdesinin hakîki anlamı nefiydir/ihbardır ve bu işin fiilen yapılamayacağını anlatır. Bunu mecaza götürüp ‘sürmesin’ diye nehiy/inşa olarak anlamak, ancak hakîki mânâsına imkân bulunmaması takdirinde doğru olabilir. Burada ise böyle bir imkânsızlık yoktur. Bu da önceki açıklamayı destekler.

Mutahharûn  kelimesi de bu kıraat şekliyle yine sözünü ettiğimiz görüşü destekler. Çünkü bu, ‘temizleme’ anlamındaki ‘tathir’ (tef'îl) fiilinin ism-i mef'ulüdür ve anlamı, meâlinde verdiğimiz gibi, tertemiz kılınanlar’ olmalıdır. Yâni temiz kılınma başkası tarafından yapılmıştır. Bununla bizatihi temiz olan kastedilseydi burada tâhirun, kendileri temizlenenler kastedilseydi  ‘mutatahhirun’ denirdi. Başkası, yâni Allah (c.c.) tarafından temiz kılınmış olmak meleklerin vasfıdır. Öyleyse âyette kastedilenler melekler, oradaki ‘Kur’ân’ da Levh-ı Mahfuzdaki Kur’ân olmalıdır. Zâten çoğunluğun görüşü de budur. Buna göre dokunamaz’ ifâdesi de hakiki anlamıyla nefiy'dir, nehiy değildir. Yâni ‘dokunmasın’ diye yasak değil, ‘dokunma işini yapamaz’ anlamında imkânsızlık ve olumsuzluk ifâde eder. Eğer nehiy (yasaklama) olsaydı ‘La-yemessehü’ denmiş olmalı idi. Netice olarak bu âyetten de insanların Kur’ân-ı Kerîme (Mushafa) abdestsiz olarak el sürmemesi gerektiği sarahaten / açık seçik anlaşılmış olmaz. Ama elbette sürebileceği de anlaşılmaz.

Tirmizî ve Ebu Davud'daki bir hadisin meâli şöyledir: “Allah Rasulü abdestini bozduğu bir halde kendisine yemek takdim edildi. Abdest suyu getirmeyelim mi?  diye sordular. Bunun üzerine: ‘Ben ancak namaza kalktığımda abdest almakla emrolundum” buyurdu. 

Çetinoğlu: Serbestiyet mi söz konusu?

Prof. Beşer: Eğer mukabil muârız deliller olmasaydı Kur’ân’ı Kerîme (Mushafa) abdestsizken de el sürülebileceğine, ele alınabileceğine bundan daha yaklaşık delil bulunamaz ve bunun caiz olduğu söylenebilirdi. Gerçi burada da abdestsizken dokunulabileceği tasrih edilmemekte, ancak abdest sâdece namaza mahsus kılınmaktadır. Ama ne var ki Mushafa abdestsiz de el sürülebileceğini söyleyen âlimler bu hadisi delil olarak zikretmezler de meşhur Hirakl Hadisini zikrederler. 

Çetinoğlu: Hirakl Hadisi hakkında okuyucularımızı bilgilendirmeniz mümkün mü?

Prof. Beşer: Ebu Süfyan'ın nakline göre Allah Rasulü Bizans İmparatoru Herakliyüs'e gönderdiği mektupta: Ey ehli kitap… meâlindeki  kelimelerle başlayan âyet de vardı ve Dıhye mektubu Herakliyus'a verdi, o da mektubu okudu...’ 

Bu haberle ilgili hareket noktası şudur: İçinde Kur’ân’ı Kerîm’den âyetler bulunan bir mektubu, mümin olmayan, dolayısıyla abdestsiz, hatta cünup bulunan birisi eline almış ve okumuştur. Bu da Kur’ân’a abdestsizken dahi dokunulabileceğini, cünupken de, hatta kâfir tarafından bile okunabileceğini ifâde eder.

Buraya kadar verdiklerimiz, çok zayıf da olsa Mushafa abdestsizken de dokunulabilir diyenlerin tutundukları delillerdir. 

Çetinoğlu: Bu delillere itiraz var mı?

Prof. Beşer: Var. Birincisi: Abdestle ilgili birinci âyet, abdestin namaz için gerekli olduğunu tasrih etmekte, bunun dışındakilerin hükmünü mesküt/cevapsız bırakmaktadır. Binaenaleyh, namazın dışındaki fiiller için abdestin gerekli olup olmayacağı konusunda bu âyetten bir mânâ istinbat etmek/çıkarmak mümkün değildir. Zâten bunu yapan da olmamıştır. Bunun için diğer delillere başvurulur.

İkinci olarak zikredilen Vakıa Suresindeki âyetin siyakına ve sibakına bakıldığında onun meleklerden söz etmesinin daha açık olduğu görülür. Zâten ihtiva ettiği bazı kelimelerin de bunu gösterdiğini daha önce açıklamaya çalıştık. Çoğunluğun görüşü de ‘mutahharun’un melekler olması gerektiği yolundadır. Ancak bu kelimenin değişik okunuşlarına ve umumuna bakarak abdestli olanların kastedildiğini veya meleklere insanların da dâhil olacağını söyleyenler de vardır. Onlara göre bu âyette bahsedilenKur’ân’ Levh-i Mahfuz olamaz, çünkü onun vasfı olarak Âlemlerin Rabbinden indirilmiş’ olduğu söylenmektedir. İndirilmiş olan şey insanların elindeki Kur’ândan başkası değildir. Kur’ân’ın Mushaf haline gelmiş şekline de Kur’ân denilebileceğine daha önce işaret etmiştik. Keza âyetteki siz bu söze mi önem vermiyorsunuz?’ cümlesi de onun indirilen ve insanlar arasında  teati edilen söz, yâni elimizdeki Kur’ân olduğunu gösterir.

Çetinoğlu: Abdestsiz Kur’ân-ı Kerim’e dokunmak, ele almak hususunda Hadisler ne diyor?

Prof. Beşer: Bizi yine aynı noktaya, yâni Kur’ân’a el sürmek için abdestli olmanın gereğine götürür. Çünkü ona temas etmemekten istisna edilenler ‘melaike ya da mukarrabun’ değilmutahharun dur. Allah tarafından onların bu özelliklerinin zikredilmesi, dokunabilmelerinin ancak bu vasıfla olabildiğini anlatır. Yâni ona ancak ‘melekler’ değil de, ‘tertemiz kılınan melekler’  dokunabilmektedir. Bu, tertemiz kılınmayan meleklerin de bulunduğu anlamına gelmez, belki meleklerin ancak bu vasıflarıyla ona dokunabildiklerini anlatır. Öyleyse insanların da ona tertemiz, yâni abdestli olma vasfıyla dokunmaları gerekir.

Ebu Davud’daki hadise gelince, oradaki hasrın umumundan Mushafa abdestsizken dokunulabileceği anlaşılabilir. Ancak biraz sonra zikredeceğimiz hadislerletahsis edilmiş olmalıdır ki, fukaha bunu delil olarak zikretmemişlerdir. Veya sahih bulmamışlardır. Veyahut da ‘haram kılan delil ile helal kılan delil çatıştıklarında haram kılan galip gelir, onunla amel edilir’ kaidesine göre diğer hadislerle amel edip bunu bırakmışlardır. Nesih dahi düşünülecek olsa neshedilenin, helal kılan delil olması gerekir, aksi halde nesih tekerrür etmiş olur. Çünkü eşyada aslolan ibahadır. Haram kılan delil ikinci, yâni sonraki delildir. Öyleyse  nesheden o olmalıdır. Çünkü o sonradır. Bu sebeple haram kılan delilin neshedilmesi, neshedenin tekrar neshedilmesi anlamına gelir ki, bu anlamsızdır.

LÜGATÇE:

şaz / şazz: Kaideye uymayan, kaide dışı. 

nas  / nass: Kur’ân âyetinin delil olarak gösterileni. 

fukaha: Dindeki fıkıh âlimleri.

ictihad: Büyük din âlimlerinin Kur’ân-ı Kerîm ve hadislere dayanarak ortaya koydukları düstur. 

mücerred: Soyut, elle tutulamayan.

sübut: Gerçekleşme, meydana çıkma.

delâlet: Yol gösterme, kılavuzluk.

müctehid: âyet ve hadislerden şeriata* uygun hükümler çıkaran din âlimi. *şeriat: Allah’ın emirleri, âyet, hadis ve icmâ-i ümmet** esaslarına dayanan din kaideleri. **icmâi ümmet: büyük din âlimlerinin, dinle alakalı bir mevzûda birlik olmaları. 

cumhur: Alimler çoğunluğu

Levh-i Mahfuz: Cenâb-ı Allah katındaki her şeyi içeren ilâhî kitap.

siyak: İfâdenin sonraki bağlamı 

sibak: İfadenin önceki bağlamı

hasr: Bir şeye ait kılma

ibaha: Mükellefin, bir fiilin yapılması veya yapılmaması hususunda serbest bırakılması. Bu şekildeki fiile ‘mubah’ denir. 

DEVAM EDECEK

Devamı 11.11.2019 Pazartesi