Muhterem Kardeşimiz Osman Ertürk Beyefendi: 

“O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için du’a et; iş hakkında onlara danış, kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân 3/159) 

(Şûra (meşveret, danışma) prensibinin Yüce İslâm Dini’nde ehemmiyetli bir yere sâhip olduğu bu âyet-i Kerime’de açıkça beyan buyrulmuştur. Ancak, şûrâ’nın kapsamı, şekli ve bağlayıcılığı mevzu’unda İslâm âlimlerince farklı görüşler ileri sürülmüştür.) 

Cenab-ı Hak Celle Cilâluhû, vahiy ile müeyyed, Sevgili Resûlüne Ashabı ile dünyevî ve uhrevî hususlarda istişâre etmesini emrediyor. Nitekim, Resûl-i Ekrem Efendimiz salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz, geçmişte bir örneği bulunmayan hususlarda, meselâ, Uhud Esir’leri hakkında ne yapılacağı, onlara nasıl muamele’de bulunulacağı hususu başta olmak üzere, pek çok mevzu’da istişârelerde bulunmuştur. İstişâreler neticesinde, en az altı konuda, istişâre olunanlardan Haz.Ömer radiya’llâhu anh Efendimizin görüşü istikâmetinde âyet-i Kerime’ler nâzil olmuştur. 

Sevgili Peygamberimiz bir Hadis-i Şeriflerinde: 

- “Müsteşâr Emin’dir.” İstişâre’ye muhatap olanlar, kendileriyle istişâre olunanlar, istişare edilmeye lâyık görülenler, emîn (güvenilir), olmalıdırlar. Emin olmak, güvenilir olmak, demek istişâre eden zât kendisine herhangi bir konuda, bu işi nasıl yapalım? dediğinde, herhangi bir menfaat beklemeden, hiçbir şeyden korkmadan görüşünü-düşüncesini olduğu gibi söyleyebilmesidir. İstişâre edenin fikriyle istişâre olunan fikirlerinin farklı olması, aslâ, istişâre edene saygısızlık değildir. Haz.Ömer radiya’llâhu anh Efendimiz, evladından, kendi nefsinden daha çok sevdiği Peygamber’ine düşüncelerini rahatlıkla söyleyebilmiş, vahiy de onun görüşü istikâmetinde gelmiştir. 

Yoksa, Başdanışmanlar, danışmanlar, istişâre mahiyette kendilerine sorulduğunda, “Evet Efendim, sebet Efendim, isâbet buyurdunuz, Efendim, Siz ne söylüyorsanız, isâbet vardır,” diyorlarsa bu bir istişâre değil, dalkavukluk olur. Evvel zaman içinde muktedir bir hükûmdar’ın bir dalkavuğu varmış, hükümdar, patlıcan yemeklerini çok severmiş, saray’da her gün, kendisi için çeşit çeşit, patlıcan yemeği hazırlanırmış, dalkavuk da, patlıcan yemeklerini medhiye’ler düzermiş... Hükümdar, patlıcan yemeklerinden bıkmış, “bundan böyle zinhar bu saray’da patlıcan yemeği yapılmayacak,” diye ferman buyurmuş. Bunun üzerine, aynı dalkavuk, “patlıcan da ni’met midir? Patlıcan’dan yapılan bütün yemekler hoş değildir, hükümdarımızın ağzına lâyık değildir,” demeye başlamış. 

Hükûmdar, “Bire mendebur! Sen daha düne kadar patlıcan’ın ne kadar değerli bir ni’met olduğunu, patlıcan’dan yapılan yemeklerin ne kadar lezzetli olduğunu söylüyordun. Şimdi ne oldu da tam aksini söylüyorsun!”

- “Efendimiz! Ben, patlıcan’ın değil, sizin dalkavuğunuzum, siz, neden hoşlanırsanız onun hakkında medhiyeler düzerim, neden nefret ederseniz, onun hakkında da tam aksini savunurum,” demiş... “Kıssa’dan Hisse”... 

Tarih’in en muktedir hükümdarlarından Abbâsî Halifesi, Hârünürreşîd (788-809)’in, Ukalâyi Mecânîn’den (deli görünüşlü akıllılar), Behlûl-i Dânâ Behlûl-i Divâne, Sultânü’l-meczûbîn unvanlarıyla anılan bir Nedimi ve musâhibi vardı. Akıllı geçinen vezir ve vüklâ’nın Halife’ye söyleyemediği şeyleri söyler, hata’larında çekinmeden kendisini ikaz ederdi. Halife Hârünürreşîd’in Sarayı’nın damında, kaybolan devesini araması çok meşhur bir menkıbedir; Şöyle ki, bir gün gece’nin ilerleyen bir vaktinde Hârünürreşîd’in Sarayı’nın Harem Bölümünün damında dolaşmaya başlar. Ayak sesleri gürültüler aşağıda duyulunca, nöbetçiler-muhâfızlar seferber olmuşlar, Halefe de telâş ve heyecanlar dışarı çıkmış, bakmışlar ki, Saray’ın damında dolaşan Behlûl-i Dânâ’dır. 

- Bire Behlûl! Gece’nin bir saatinde burada senin ne işin var?! 

- Devemi kaybettim de onu arıyordum. 

- Bire Nâbekâr! Kaybettiğin deve’nin Saray’ın damında ne işi olabilir, hiç deve orada bulunabilir mi? 

Behlûl-i Dânâ, “Siz, saltanat içerisinde, “Kuş sütü ile kahvaltı ediyor, kuştüğü yataklar’da uyuyor, yediğiniz önünüzde, yemediğiniz arkanızda, fakat bu şartlar altında Allah’ın rızasını arıyorsun. Ben de kaybettiğim devemi, sizin Sarayınız’ın damında arıyorum.” der. 

İslâm Devlet’leri Tarihinde, Emevî’ler, Abbâsî’ler, Büyük Selçûkî’ler, Anadolu Selçuklu’ları ve Osmanlı Devlet-i Aliyye’mizde, bu ümmete hizmet eden her muktedir Hükûmdar’ın yanında, gözünü budaktan esirgemeyen, doğruları açık-seçik ifade eden, bir Kâim-i Peder, bir hoca, bir musahip, bir Şeyhulislâm, vezirler ve mürşid-i Kâmiller ve Mükemmiller vardır. 

Ede Balı olmasaydı, Osman Gazî, kendisine “Evlâdım,” diyecek kadar yakınlık gösteren, Akşemseddin Hazret’leri olmasaydı, Sultan Fatih, Şîr Pençe’den Sekerât-ı Mevtinde, “Vakit, Allah ile beraber olma vaktidir,” Hünkârım! diyen, Hasan Can olmasaydı, Yavuz Sultan Selîm Han, devrin en büyük Şeyhulislâm’ları, vezirleri, Sadra’zam’ları, uleması bulunmasaydı, Cihan Pâdişah’ı, Kanûnî Sultan Süleyman Han, Devlet-i Aliyye’nin inkıraz döneminde, hâricî, dâhilî düşmanlarıma rağmen, dirâyetini, ciddiyyetini, merhametini koruyan 2.Abdülhamîd Han Hazret’lerinin yanında, Silsile-i Zeheb’in, Silsile-i Saâdât’ın, 32. Halkası Salâhüddîn İbn-i Mevlânâ Sirâcüddin Hazretleri bulunmasaydı, bu muktedir hükûmdar’lar bu ümmete bu kadar hizmet edemezdiler. 

Dünya’nın üç kıta’sına hükmeden, 22 buçuk milyon kilometrelik bir arz parçasında Tarih’in gördüğü en âdil idâre’yi temsil eden Kânûnî ki, devrinde uyguladığı yöntemler, günümüz dünya’sında, dünya’nın en güçlü devletleri tarafından örnek alınmıştır. Kanûnî döneminde, bugünkü karşılığı, Kabine-Bakanlar Kurulu olan Divân-ı Hûmâyûn’a iştirâk eden vüzerâ ve vükâlâ sayısı 13 kişidir. İktizâ halinde, Divân-ı Humâyûn’un dâimi azası olmadığı halde, Şeyhulislâm Efendi da’vet üzere Divan-ı Humâyûn’a katılırdı. Günümüzde Başkanlık Sistemi tatbik edilen Birleşik Devletler’de, Bakanlık sayısı 13’tür. 300 milyon’a yakın nüfusu sâhip, Birleşik devletler’de kamu’da çalışan personel sayısı da, yaklaşık 300 bin kişidir. 

Kanûnî, te’sir altında kalmamaları için Divân-ı Humâyûn’a bizzat riyâset buyurmaz, kendi aralarında, kimse’den çekinmeden, rahat rahat, Devlet-i Aliyye’nin mes’ele’lerini müzâkere etsinler, diye, Divân-ı Humâyûn’a katılanların hiçbirisinin haberi olmadan, Divân’ın toplantı yerinin üzerinde bulunan, meşhur, Adalet Kulesi’nden, divân müzâkere’lerini çok yakından ta’kip ederdi. Böylece, hem divân müzâkerelerine fiî’len riyâset ediyor, hem de müzâkere’ye katılanların pâdişah’ın yanında ve onun sultasını hissetmeden rahat müzâkereye katılmalarını te’min ediyordu. Çünkü, “Müsâdeme-i Efkâr’dan, Berîka-i Hakîkat çıkar,” (fikir’lerin çarpışmasından duru hâkîkat çıkar). 

Muktedir, masa’nın başında, “dediği dedik, çaldığı düdük,” iki dudağının arasından çıkan kanun kabul ediliyorsa, masa’nın etrafına dizilmiş, Başbakan, (pardon, Bakanlar komitesi şefi), Bakanlar komitesi üye’leri neyi müzâkere edecekler, hangi cesâret’le, muktedir’in görüşünün aksi bir görüşü ortaya koyabilecektir? 

Fiîlî Başkanlık dedikleri işte bu!...