TASAVVUF’TA KILIK-KIYÂFET:
Tasavvuf’ta, husûsiyle Tarikat-i Nakşibendiyye-i Âliye’de husûsî bir kisve-kıyâfet yoktur. 
Hâcegân’ın ortaya koyduğu düstûr-u Aslî’lerden birisi de, “Zâhirimiz Halk ile Batınımız Hakk ile” diye formüle edilen düsturdur. 
Üsve-i Hasene (Nümûne-i İmtisâl), Sevgili Peygamber’imiz sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Mekke’de ve Medine’de, Mekke’li’ler ve Medine’li’ler nasıl giyiniyorlarsa, onların ortalamalarının giyindiği gibi giyinirdi. Aslâ, renk ve şekil şartına bağlı olarak giyinmiyordu. 
Ashab-ı Güzîn, Hulefâ-i Râşidîn ve Mehdiyyîn de, bulundukları toplumun ortalamalarının kılık-kıyâfetine uygun olarak giyiniyorlardı. Silsile-i Saâdât, Silsile-i Zeheb Hazerâtı da, bulundukları bölgeler, iklim şart’larını dikkate alarak halkın, avam’ın ortalamalarına uygun kıyâfetler tercih ederlerdi. 
Sâhibizaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid, Süleyman Hilmi Silistrevî (K.S.) Efendi Hazret’leri, 1924 tarihine kadar, Osmanlı Devlet-i Aliyye’mizin en Yüksek İlim Müessesesi, Süleymaniye Sahn-ı Semân Medresesinde, Hadis ve Tefsir Mütehassısı, (Profesörü) olduğu, 16 Eylül 1959 tarihinde İrtihal-i Dâr-ı Bekâ eylediği tarihe kadar da, zâhirî hizmetler cümlesinden, bir Dersam olarak sürekli İstanbul Selâtîn Cami’i’lerinde va’az ettiği, dâima halkın arasında bulunduğu için, bir İstanbul beyefendisi nasıl giyiniyorsa öylesine ciddî ve vakur bir eda ile Mevzûn Mübârek vücudlarına uygun, uzun çizgili, koyu renkli kumaşları tercih buyururdular. Elbise yelekli, ceket diz kapaklarını örtecek kadar uzundu. Bize intikâl eden bir-iki poz resim bu asîl zarafeti gösterir. 
Demem o ki, erkekler ve kadınlar için Setrü’l-Avret şartlarını ihtiva eden bir kıyâfet yeterlidir. Coğrafî bölgeler, iklim şart’ları dikkate alınarak içinde bulunduğumuz toplumun vasatîsi’nin tercih ettiği şekil ve renkler bizim de tercihimiz olmalıdır. 
Hanım kardeş’lerimizin, neredeyse, üniformayı andıran birbirinin aynı veya yakın benzeri kıyâfetleri tercih etmeleri kabul edilemez. Hele, başörtüsü’nde bilinen, pahalı bir markayı tercih etmeleri birbirine yakın onlarca renk tercihi, israfın ötesinde, marka sahibinin inançlarının gereklerini yerine getirmesinde bir nev’i ona yardımcı olmak gibi bir duruma düşülmesi bakımından değerlendirilmelidir. 
Maddî imkânları geniş olanların, rengarenk pahalı-markalı başörtüsü almaları ve bir defile anlayışı içerisinde sergilemeleri elbette imkânı kıt olanları, me’yûs etmekte, onlar da ailelerini zorlamaktadırlar. Pahalı kıyâfetler, pahalı başörtüleri ve başörtülerini belli bir şekilde örtmek, açıkça bir bid’attir. 
Ba’zıları, “Efendim, Allah bir kuluna rızık ihsan buyurmuşsa, Tahdis-i Ni’met olarak kul o ni’meti üzerinde taşımalıdır,” diyebilirler. Ferdî olarak bu söylenenler doğru olabilir, fakat toplumlarda, böylesine bir davranış en azından kibri ve gururu getirir, sizin üzerinizde ni’metlerin tezâhürü bu imkânlardan mahrum olanların hasedine sebebiyet verir. 
Kadın’da tesettür, esas i’tibâriyle fıkıh ölçülerinde mahrem olan uzuvların örtülmesi demek olduğu kadar, kadınların toplum içinde kadınlıklarını öne çıkarmadan, toplum içerisine çıkma mecburiyyetinde kaldığında, kendisini setretmesidir. Bunun için de kılık-kıyâfeti, kılık-kıyâfeti taşıma, bağlama şekliyle dikkatlerden uzak durması gerekir. 
İmam-ı Rabbânî Evladı’nın erkekleri, lacivert renkli elbise, dik yaka ceket, dubleli pantolon, mor ve lacivert takkeleriyle değil, letâif’ten, siyret’lerinden sûretlerine inikasa eden nur ile tanınır olmalıdırlar. 
“Muhammed Allah’ın Resûlüdür. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükû’a varırken, secde ederken görürsün Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişâne’leri (alâmet’leri), yüzlerindeki secde izidir.” (Fetih 48/29) 
Gerçekten de İmam-ı Rabbânî Evlâdı, kılığından-kıyâfetinden, başına giydiği takke’nin renginden değil, Letâif’ten-Siyretinden yüzlerine aks eden nur ile tanınmalıdırlar. 
LACİVERT-MOR TAKKE   BİR NİŞÂNE-ALÂMET-İ FÂRIKA MIDIR?
Yukarıda kısa izah edildiği gibi, ne Peygamber’imiz sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin, ne Hâcegân, Silsile-i Zeheb, Silsile-i Saâdât Efendilerimizin ve ne de, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid’in bir renk tercihi vardır. 
Öyleyse, bu lacivert-mor takke tercihi, tercihin ötesinde mecbûriyyeti nereden çıktı. 
Müceddid’in Dâr-ı Bekâ’ya intikâlinden yıllarca sonra, Alanya’lı, hanımefendi kardeşlerimizden birisi, bir takke tasarlamış, mor renk, daha sonraları laciverte dönüşmüştür, astarlı, tepeliği tam değirmi, derince, piramitvâri dikişli bir takke... 
Değişik ölçüler’de on-onbeş adet takkeyi İstanbul’a göndermiş... Devrin büyüğü, Kısıklı’da, ziyârethâne’de, bu satırların yazarının da bulunduğu az sayıda bir topluluğun bulunduğu bir anda paketi açtı, kendi başına uygun olan birisini kendileri, orada bulunan Merhûm, Seyyid Hüseyin Kâmil Denizolgun Bey Ağabeyimize ve diğer hoca ve ağabeylerimize giydirdi. Orada bulunanların en küçüğü-en genci demem daha doğru olur, bendim, takkelerden hangisini giydimse bana büyük geldi. Dolayısıyla, Büyüğümüzün, diğer ağabey’lerimizin giydiği bu takkeleden benim bir takkem olmadı. Daha sonraki yıllarda da, lacivert-mor bir kadife takkem hiç olmadı. 
Takke’leri tasarlayan, diken hanım Kardeşimizin lacivert-mor renk’leri seçmesi bilinçli bir tercih değildi. İlk zamanlar bu takkeleri giyen Büyüğümüzün, diğer ağabey’lerin tercihleri de şuurlu bir tercih değildi. 
Sonraki yıllar’da, ba’zı kardeşlerimiz başta Devrin Büyüğü ve diğer ağabey’lere öykünerek, onların giydikleri lacivert-mor takkelere benzer takkeler giymeye başladılar. Uyanık bir yayınevi sahibi de bu durumu istismar ederek, ya ağabey’lerin giydikleri takkelerin bir benzerini ya da örme takkeleri piyasa’ya sürdü. Önemli miktarda paralar kazandı. “Renk’ler, zevkler tartışılmaz, elbetteki herkes istediği renk’te bir takke giyme hakkına sahiptir,” denilebilir. Fakat, herkesin zevki lacivert-mor renkler’de birleşmiştir, iddiasında kimse bulunamaz. 
Demek ki, mes’ele, renk’ler ve zevk’ler mes’elesi değildir .
Öyleyse tam bir bid’at’le karşı karşıyayız, demektir. 
Sebebi gösterilemeyen, izah edilemeyen hususlar’da, hemen bir dokunulmaza sığınılıyor. 
“Niçin lacivert-mor takke’de ısrar ediyorsunuz?” denildiğinde, “Efendim. Hazretimiz buyurmuşlar ki, Biz, çok sıkıntılar çektik, kara günlerden geliyoruz. Bu sıkıntılı günler’de hep matemdeydik. Onun için beyaz takke giymemiz, beyaz sarık sarmamız doğru olmazdı, biz de mâtemin gereği olarak, siyah, lacivert, mor’u tercih ettik.” Koskocaman bir yalan! Bühtân derecesinde iftira!... 
Evveliyetle tebârüz ettirmek isterim ki, ehl-i Sünnet İ’tikadında, Tarîkat-i Nakşibendiyye-i Âliye’de, aslâ bir mâtem (yas) durumu sözkonusu değildir. Mâtem, Ehlibeyt sevgisini istismar ederek, Hulefâ-i Raşidîn ve Mehdiyyîn, ashab-ı Güzîn düşmanlığını temel inanç esası kabul eden şîa’ya mahsustur. Şiî imamlar, molla’lar ve ahund’lar simsiyah sarık sararlar, siyah kıyâfetleri tercih ederler. 
Pekiyi! Efendi Hazret’leri yukarıda ifade edilenleri nerede, ne zaman, kimin yanında söylemiş, kimler nakletmiş, bunların hiçbirisinin cevabı yoktur. 
“Her kim benim üzerime kasten yalan irtikâp ederse ateşten oturacağı yere konup yerleşsin.” (Buhârî, Müslim, Tirmizî ve Câmiu’s-Sağîr) 
İslâm tarihinde ba’zı kimseler kendi iddiarını ispat veya maksad’larını te’min için, hilâf-ı Hakîkat olarak Resûl-i Ekrem Efendimize ba’zı hadisler isnat etme cür’etinde bulunmuşlardır. Bunlara (Mevzu hadisler) denir. Böylesine bir cür’et büyük bir günahtır. İşte Peygamber-i Âlişân Efendimiz bu gibi cür’etkâr kimselerin cehenneme gideceklerini bu mütevâtir hadis-i Şerif’le haber vermiş bulunuyor. 
İslâm Yüksek Muhaddisleri mevzu ve rivâyeti zayıf hadisleri de tesbit ederek kitaplarında Ümmet-i Merhûme’ye bildirmişlerdir. Allah’a hamdolsun, bu suretle makbul, mu’teber, hakîkî hadisler tamâmen tezâhür etmiştir. 
Peygamber aleyhisselâm üzerine kasten yalan irtikâp etmek ne ise, Vâris-i Nebî, Müceddid üzerine yalan uydurmakta aynıdır. Büyük vebâli mûcibtir. 
Bu bühtân ve iftira, o kadar açıktır ki, herhangi bir araştırmaya-soruşturmaya bile ihtiyaç yoktur. 
Mâtem iftira ve yalanını uyduranlara sorulsa, acaba, ne cevap verecekler? Müceddid’den bize intikâl eden iki poz resim vardır, bunlara bakıldığına, Mücedid’in sarığının beyaz olduğu görülür. 
Yurt’larda, Cum’a Namazı ve vakit namazlarını kıldıran imam Kardeşlerimiz beyaz sarık takarak-sararak namaz kıldırıyorlar. 
Elbette isteyen istediği renk’te bir takke takabilir, giyebilir. Fakat, bilâ istisna herkesin tek renk bir takke giymesi elbetteki bid’at oluşturur. 
Ehl-i Sünnet hassâsiyetlerini hep göz önünde bulunduran-bulundurmak durumunda olan birisinin, kendi iç mes’elelerimizle meşgul olmak durumu ile karşı karşıya kalması üzücüdür. Ama, zarûrîdir. 
Bid’atler ve hurâfe, öylesine geçiştirilecek, “Canım Efendim, bundan ne çıkar?” diye geçiştirilecek ihmal edilecek bir mes’ele değildir...