Diyânet İşleri eski Başkan’larından, İstanbul eski Milletvekillerinden, Millî Eğitim Gençlik ve Spor Komisyonu eski Başkan’larından, hâlen Türkiye Diyânet Vakfı tarafından kurulan, 29 Mayıs Üniversitesi Mütevellî Hey’eti Başkanı, Azîz Dostumuz, Dr.Tayyar Altıkulaç Beyefendi “Zorlukları Aşarken” adını verdiği “Biyografik Hatıratında” hiç haketmediğim halde yer yer, şahsıma iltifatlarda bulunmuştur.
“Ümitlerin tamâmen yok olmaya yüz tuttuğu bir dönemde bir başka uzlaşma fırsatı daha doğmuştu. Ama bu def’a biz veya birileri tarafından bu cemaate yapılmış bir girişim söz konusu değildi. 12 Eylül 1980 sonrası günlerde idik ve cemaat zor durumda bulunuyordu. Kemal Kacar ve Ali Ak gibi ba’zı tanınmış isimler göz altına alınmak üzere aranıyordu. Bir çok yerde bu cemaate ait kurs binaları kapatılmıştı. Cemaatin önde gelen isimlerinden Mustafa Akkoca telefonla beni arayarak, randevu talebinde bulunmuştu. Mehmed Arıkan’la birlikte geldiler ve makam odamda uzun uzun konuştuk. Bu bir bakıma el uzatma ve işbirliği girişimi idi.”
Aziz Dostumuzun afvına sığınarak yukarıdaki paragraf ile alakalı olarak ba’zı hatırlatmalarda bulunacağım. Azîz Dostumuzun “5. girişim” diye derecelendirdikleri bu girişimden bir müddet önce, öteden beridir, İmam-Hatip Câmiası veya Diyânet İşleri Başkanlığı ile Süleyman Efendi Hazretleri’nin talebesi arasındaki, dostumuzun ta’biri ile “Münâferet”in ma’nasızlığına, mantıksızlığına Can-ü Gönülden inanan birisi olarak münhasıran kendi iradem ve insiyatifimle, Azîz Dostumuzla, yâni Diyânet İşleri Başkanı, Pek Muhterem Dr. Tayyar Altıkulaç Beyefendi ile İstanbul’da, Taksim’de, Vakıflar Genel Müdürlüğüne ait misâfirhâne’de, devrin İstanbul Vakıflar Başmüdürü Rıdvan Nizamoğlu ve İstanbul Müftüsü, Pek Muhterem Hocamız, Salahaddîn Kaya’nın şâhid’lik ettiği dört saatten fazla bir görüşmemiz olmuştur. Bu görüşmede, Süleyman Efendi Hazretleri’nin talebesi, İmam-Hatip Câiması veya Diyânet İşleri Başkanlığı arasındaki mes’ele’lerin aşılamaz olmadığı, dinin esâsına, imana müteallik bulunmadığı, her iki taraftan, kimi şahsiyeti tam olarak gelişmemiş, özgüvenini kazanamamış, ba’zı tiplerin, varlıklarını, bulundukları makamları, pozisyonlarını korumanın, karşı tarafa düşmanlık etmek ve olanca güçleriyle karşı tarafı zemmetmekte görenler tarafından körüklenen bir durum olduğu kanaati hasıl oldu.
Hattâ, o sıralarda, çok yaygın bir söylenti vardı: “Süleyman Efendi Hazretleri’nin talebesi, İmam-Hatip’li ya da Diyânet İşleri Başkanlığı’nın imamlarının arkasında namaz kılmıyorlar, bilmeden kılsalar bile bilahare namazlarını yeniden kılıyorlar veya kaza ediyorlar.”
Hiç aslı astarı olmayan bir söylentiydi. Uzun sohbetimiz esnasında bu hususa hiç temas edilmemişti. Fakat, öğle namazını kılmak üzere hazırlandığımızda, Dostumuz, nâzikâne bir şekilde, “Namazı Akkoca Bey kıldırsın, kıldırsın da, namazını tekrar etmek veya kaza etmek mecbûriyetinde kalmasın!” Çok ağır ima’nın, ta’rizin muhatabı şüphesiz bendim. Dostumuz, yaygın söylentiyi hatırlatıyordu. Cevâben, “Ve Nusallî alâ Küll-i Birr’in ve Fâcirim,” dedim. Benden başka orada bulunanların her üçü de İmam-Hatih Okulu me’zunu, birisi İlâhiyat Doktoru, Diyânet İşleri Başkanı, bir başkası İstanbul Müftüsü... Her üç de ne demek istediğimi anladılar. –Muhterem okuyucularım için, yukarıda Arapça olarak verdiğim ibâre, Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat’in temel kurallarından birisini ifade ediyor ve “Biz, Ehl-i Sünnet mensupları, imam’ın ma’sum olmasını aramayız, iyi ve günahkâr herkesin arkasında namaz kılarız” demektir.- Dostumuz, tebessüm ettiler ve “Akkoca Bey, iyi de aramızda birr ve fâcir kimdir? Bari onu da söyleseydiniz.”
Cevâben, “Muhterem Hocam, birr kimdir bilemem, fakat fâcir arıyorsanız, işte o benim,” dedim, gülüştük. İstanbul Müftüsü, Aziz Dostum, Salahaddîn Kaya Bey öğle namazını kıldırdı. İhtilâf’da böylece sona erdi.
Bu görüşmeyi, bütün teferruatı ile Beyağabey’e (Kemal Kacar) olduğu gibi aktardım, heyecanlandı, çok memnun kaldı. “Hüseyin’i veya Mehmed’i yanına al kendileriyle bir daha görüş,” buyurdular. Hüseyin’den, Hüseyin Kaplan’ı, Mehmed’den Mehmed Arıkan’ı kastettiği anlaşılıyordu. “Hangisiyle gideyim?” dememe fırsat bırakmadan, “Mehmed Arıkan’la birlikte gidiniz,” buyurdular. Dostumuzun Özel Kalemini aradım, randevu talebinde bulundum, tereddütsüz randevu verdiler. “Yalnız bu sefer yalnız gelmeyeceğim, izniniz olursa, Mehmed Arıkan Bey’le geleceğiz,” “Şeref verirsiniz buyurunuz” dediler. Aramızda tesbit edilen gün ve saatte Diyânet İşleri Başkanlığı’nın Kocatepe Camiî’nin bitişiğindeki binasında ve makamdayız.
Dostumuz, bizim yanımızdan özel kalemine, “Devlet Başkanı Kenan Evren Paşa hariç, hiçbir kimsenin telefonunu bağlamayınız. Çok özel misâfirlerim var, mühim mes’eleler konuşacağız.”
Saat 9.30’da başlayan toplantımız öğleden sonraya sarktı. Yalnız, öğle yemeği ve öğle namazı için çok kısa bir ara verdik. Hattâ, Dostumuz, tabldot’da ne olduğunu sordu. “Kuru fasulye, bulgur pilavı ve cacık var” dediler. “Size ancak, medrese yemeği, kurs, yurt yemeği ikram edebileceğiz,” dediler. Biz de şerefle, memnûniyetle dedik. Kuru fasulye, bulgur pilâvı ve cacık’dan oluşan yemeğimizi afiyetle yedik, toplantıya biraz daha devam ettik. Bendeniz, sanki tarafsız bir gözlemci gibiydim. Taraflar, arada olan-olmayan, bütün mes’eleleri arîz-amîk görüştüler. Taraflar, böylesine samîmî bir görüşmenin bile çok şey ifade ettiğini, iyi niyetle aşılamayacak hiçbir zorluğun bulunmadığını ifade ettiler.
Ayrıldık. Bu görüşmenin bütün teferruatını bu sefer Mehmed Arıkan Hocamız, önce Necati Tosun’a, Necati Tosun ve ara ara Mehmed Arıkan Hocamız, Beyağabey’e (Kemal Kacar’a) aktardılar. Dostumuz, “Kemal Kacar ve Ali Ak gibi ba’zı tanınmış isimler göz altına alınmak üzere aranıyordu.” (Zorluklar Aşılırken, Sahife 727) buyuruyorlar. Evet, doğrudur o günlerde Beyağabey, (Kemal Kacar) için sıkıntı söz konusuydu. Antalya civarında, evlerinde arama yapılan, ba’zı arkadaşlarımızın evinden müsâdere edilen not defterlerindeki Osmanlıca kayıtlardan, Antalya Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki ön tahkikât sırasında bilirkişi ta’yin edilen veya kendiliğinden gönüllü bilirkişi olan kimi Diyânet İşleri Başkanlığı müfettişlerinin ihdas ettikleri suçlamalar dolaysiyle, Kemâl Bey Ağabey ve Antalya’daki ba’zı arkadaşlarımız hakkında arama emri çıkarılmıştı. Ankara cadde ve sokaklarında iki saatten fazla turlayarak, görüşmenin detayları Ağabey’e aktarıldı ve kendilerinin ta’limatı alındı. Kemâl Bey Ağabey’in ta’limatı, “hemen randevû alın, bu görüşmede, Ali Ak ve Necati Tosun da size refakat etsinler.”
Vakit hayli geçmişti. Mesâi bitmek üzereydi, dostumuza telefon ettim. “Tekrar görüşmek istediğimizi, mümkünse hemen bir randevu tesbit edelim,” dedim. İlâve ettim, “Üstadım, izniniz olursa, bizimle birlikte Ali Ak ve Necati Tosun Bey’ler de bizimle beraber olacaklar,” dedim. Tereddütsüz, “Buyursunlar, tabiî ki, hep beraber buyurun. Yalnız bu saatten sonra artık burada olmaz, siz en iyisi, akşamdan sonra, bizim fakirhâne’ye teşrif ediniz,” dediler...
Ben de, “Bizim için bir şereftir, fakat biraz da kalabalık geleceğiz, sizi, aile ferd’lerini rahatsız etmiş olmayalım.” Aramızda geçen karşılıklı, iltifat sözlerinden sonra, akşam namazından sonra, Gaziosmanpaşa’daki, Diyânet İşleri Başkanları için, T.Diyânet Vakfı’nca satın alınıp, vazife başındaki Diyânet İşleri Başkanlarına “Konut” olarak tahsis edilen köşk’te buluşmak üzere anlaştık..
Dostumuz, biraz sıkılarak, kibarca ve nâzikâne bir şekilde, “Akkoca Bey, bendeniz de yardımcılarımdan birisini, meselâ Niyazi Baloğlu’nu da’vet edebilir miyim? Çay servisinde filân bize yardımcı olur.”
“Estağfiru’lallâh Üstadım, istediğinizi da’vet edebilirsiniz. Bizim için hiç bir mahsuru yoktur,” dedim.
Akşam namazını kıldıktan sonra, Ankara’yı çok iyi bilen, Gaziosmanpaşa’da Diyânet İşleri Başkanlığı, Başkan Lojmanına da komşu olan Karadenizli müteahhit bir kardeşimiz bizi köşkün kapısında bıraktı.
Zili çaldık, son derece mütebessim, mültefit bir çehre ile bizleri, misâfirlerini karşıladı. Merhabalaştıktan sonra, herkes birbirini tanıyor olmasına rağmen, usûlen beraberimdekileri takdim ettim, tanıştırdım. Kendileri de Niyazi Baloğlu’nu bize takdim etti ve tanıştırdı.
Yukarıda da anlattığım gibi bizim hey’et’de Ali Ak Bey de vardı. Ali Ak Bey, 1977-12 Eylül 1980 arasında TBMM’sinde, İçel Milletvekili olarak vazife yapmıştı. Her yıl Diyânet İşleri Başkanlığı Bütçesi görüşülürken konuşmalar yapıyordu. Diyânet İşleri Başkanlığı’nı tedvirle vazifeli Devlet Bakan’larının cevaplandırması için “Soru Önergeleri” veriyordu.
12 Eylül Darbe-i Hükûmetinden sonra pekçok kuruluş ve şahıs, Diyânet İşleri Başkanı Dr. Tayyar Altıkulaç hakkında ihbar mektupları, ihbar yazıları göndermişler.
Yazılan ihbar mektupları birbirini nakzeden iddialarla doluymuş, ba’zıları, Tayyar Altıkulaç’ın mason olduğunu, Demirel’in en sadık adamı olduğunu, ba’zıları azılı bir Ülkücü olduğunu, Diyânet Teşkilatı’na Ülkücüleri doldurduğunu, ba’zıları Erbakan’ın en yakın adamı olduğunu, Diyânet Teşkilatı’na Akıncıları doldurduğunu iddia ediyorlarmış...
Söylendiğine göre, bütün bu ihbar mektupları birleştirilmiş, Millî Güvnelik Konseyi’ne sunulmuş, yine söylentilere göre, İhtilâl İdaresi, azledilecek bürokrat’ların en başına, Diyânet İşleri Başkanı Dr. Tayyar Altıkulaç’ı yazmışlardı.