Kasım  çınara hazan, insana hüzün mevsimidir. 
Bir Kasım daha geçti avuçlarımızın arasından.  Aynı, yeni yıla hazırlandığımız gibi. 
Daha dün gibiydi. Atatürk’ün manevi kızı Ülkü ile sabahın erken saatlerinde Dolmabahçe Sarayı’na gidip Ata’mızın başucuna çelenk koymaya ne denli alışmıştık. Saat 09’u 5 geçe. Tüm hasletleriyle onu çok özlüyorum. Ülkü ve destansı Atatürk’ün kızları….
Geçen yıl protokolde yalnızdım. Onlar ise baba kız kavuşmuşlardı.  
Bu yıl ise Atatürk’ün kurtuluş savaşında ilk meşaleyi yaktığı Adana’dan yola çıktım yeniden kucaklaşmayı yaşamak adına. Bayrak motifli hediye çiçeğim Şakirpaşa’dan girişte X-Ray cihazına kadar taşıyan arkadaşımın omuzlarında gelmişti.
Meğerse çıktığım sadece bir yol değil, macera dolu manevi bir kıvılcımmış.
Belki yaşananlara inanmayacaksınız ama ben yine de sizlerle paylaşacağım.
Çiçek kontrolden geçerken, görevli polis hanımefendi, yardım ederek, nazikçe “İçinde ne var?” diye sordu.
“Dolmabahçe’ye Ata’ya götürüyorum” diye cevap verdim. Ayın 10’unun duyarlılığıyla gözleri dolu dolu oldu ve “Benden de selam söyler misiniz?” dedi.
Kasım’ın hüznünden olsa gerek, benim de gözlerim doldu. “Elbette” dedim, elbette…
Bayrak çiçek, elden ele ilginç bir duygu seliyle son kontrolden uçağın girişine kadar  insiyatifim dışında ulaştı. 
Uçakta hosteslerin VİP’te ağırladıkları, buruk bir selam yolladıkları Dolmabahçe yolcusu çiçeğimiz, önce uçağın yolcularıyla sonra da saray konvoyundaki 
Atatürk sevdalılarıyla elden ele kapısına kadar getirildi.
İnanmayacaksınız ama hala çiçek elime bir kez bile değmemişti. Sarayda görevli Komutanın ‘İyi ki varsınız’ sözüyle, merdivenlerden çiçeğin peşi sıra ilkten sona doğru koşmaya devam ediyordum.
Gecikmiştim. Bu kalabalıklar nasıl aşılır da varılırdı?.
O sırlı çiçek, öğretmenler, öğrenciler, sivil toplum liderleri, motopkapı ekibi, motosikletli gönüllüler, saray görevlileri, engelli çocuklar, Atatürk’ün manevi kızının akrabaları, öğretim üyeleri, basın mensupları ve inançlı halkın iyi dilekleri ile Mustafa Kemal’in önce çalışma odasına sonra da yatağının başucuna inanılmaz bir gönül ve omuz birliği ile ulaştı.
Sanki Atatürk’ün Adana’da Kurtuluş Savaşı için söylediği sözün sularıyla sulanmıştı bu çiçekler ve o gün yaktığı kıvılcımın meşalesi haline gelmişti.
Ben bayrak çiçeğin peşinden koşarken Saray andımız ile yankılanıyordu. Her bitişi yeni bir başlangıçtı adeta. Bıkmadan usanmadan haykırıyorlardı: YURDUMU MİLLETİMİ ÖZÜMDEN ÇOK SEVMEKTİR
ABD Adana Konsolosu Espinoza’ya ABD ve Türk antları ile verdiğim içi sır dolu mektubun cevabını beklerken, Konsoloslukta görevli zarif Anış Hanım’dan ikinci bir davet geldi. 
Dolmabahçe yolundaki anıların hala etkisindeydim, elime değmeden inançlı kollarla saraya ulaşan bayrak çiçeğimin. Anladım ki o yüreklerde taşınmıştı mihmandarıyla değil.
O güçlü kollar ki, asırlarca haksızlığa baş gelen, meclislerde kimi zaman vatana kimi zaman koltuğa kurban inip inip kalkan!
Acaba mektubun cevabı mı gelmişti Barack Obama’dan.
Konsolos Espinoza, pek çok sivil toplum lideri ile basın mensuplarının da katıldığı sade kokteylde kadına şiddeti ele aldı. Gezi parkı gençlerine gösterdiği hassasiyet kadar kadınlarımıza da duyarlıydı. Bu kez belki de söz lider bayanlardaydı. Nabızlar tutuldu.Fotoğraflar çekildi.
Ama bizim konumuz özeldi. Soruverdim molada mektubumuzu.  Ülke olarak hiçbir ulusun andına ve milli iradesine karışmadıklarını, bu hassas ortamda artık yorum bile yapmak istemediklerini, mektubun da hala Ankara bazında ele alındığını öğrendim toplantıda. 
Dünya global bir köydü.Ülkeler ve liderler birbirinin özgürce savcısı olabilmeliydi.İnsanlığın barışı adına, milli onurları adına.
Demokratlık ‘’milli aidiyetlik’’  duygularının yıkılması demek değildi ki.
Konsolosluk yetkililerine beklediğim açıklama için teşekkür ederim.
O gün Espinoza çok mutluydu. Bakışları bile güçlü bir liderin Adana’daki temsilcisi olduğunu ele veriyordu. Karşılama koridorunda konuklardan biri yanlışlıkla bayraklarına çarpınca sarsılmasın diye dört koldan kucakladılar. Andı ile mutlu ,bayrağı ile gururlu bir liderin elçisiydiler.
Vedalaşırken hüzünlüydüm. Kasım’ın hüznü Aralık’a yansımıştır dedim. Dönüş yolunda arabamda Ankara’nın bağları çalıyordu. Atatürk’ün Ankarası, Atatürk’ün sevdalısı başkenti, ideali, ekmeği suyu, ülküsü, ölümüne sevdiği ulusu ve hakkın rahmetine kavuştuğu, milletiyle kucaklaştığı kabri…  Ankara…
Nedense Ankara’nın Bağları türküsündeki her ‘’yar’’ ve ‘’sevgili’’ mısraları bizim bağımsızlık şeref sözümüz olan ‘’andımızı ‘’ çağrıştırmıyor mu? Müziği kulağınızda, manası kalbinizde olsun.
 
İp attım ucu kaldı da 
Daraz da gücü kaldı 
Ben sevdim eller aldı 
İçimde acı kaldı 
 
Ankara’nın bağları da 
Büklüm, büklüm yolları 
Ne zaman sarhoş oldun da 
Kaldıramıyon kolları 
 
Anmayı yüke koydun da 
Ağzını büke koydum 
Aldın yari elimden 
Boynumu büke koydun 
 
Astarda urganım var da 
Yün basma yorganım var 
O yar senin derlerse 
On koyun kurbanım var