Kur’ân-ı Kerim’de kıyâmet alâmetleri:
“Onlar ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbi’nin gelmesini yahut Rabbi’nin ba’zı alâmet’lerinin gelmesini bekliyorlar. Rabbi’nin ba’zı alâmet’leri geldiği gün önceden inanmamış ya da imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye artık imanı bir fayda sağlamaz. De ki; Bekleyin, şüphesiz biz de beklemekteyiz!..” (En’âm 6/158)
“Onlar, kıyâmet günü’nün ansızın gelip çatmasını mı bekliyorlar? Şüphesiz onun alâmet’leri belirmiştir. Kendilerine gelip çatınca ibret almaları neye yarar?” (Muhammed 47/18)
(Mekke kâfirlerinin kıyâmetin kopmasını beklemelerini kınayan âyet, kıyâmetin alâmet’lerinin geldiğini hatırlatmaktadır. Haz.Peygamber’in gönderilmesi, ayın ikiye ayrılması gibi vak’a’lar kıyâmet alâmet’lerindendir.)
Sözlükte alâmet manasındaki şerat’ın çoğulu olan eşrât ile “zaman dilimi, belirlenmiş vakit” anlamına gelen saat kelimelerinden oluşan “eşratü’s-Sâa” kıyâmet alâmet’leri demektir. Kur’ân-ı Kerim’de değişik isimlerle zikredilen kıyâmet’in isimlerinden birisi “es-Sâa”dır Kur’ân’da eşrâtü’s-Sâa ta’biri yer almamakla birlikte eşrâtın “sâat”in yerini tutan zamire muzaf olması yoluyla bu terkip dolaylı bir biçimde oluşturulmuştur. Yukarıda meâlini arzettiğimiz, Muhammed Sûresinin (47/18), ayrıca, Kur’ân-ı Kerim’de “Kıyâmet’in kopma zamanı” ma’nasında, kırk yerde geçen saat kelimesinin yer aldığı âyet’lerde kıyâmet’in mutlakâ vuku bulacağı belirtilir. Onun kopuş zamanı yaklaşmış ve alâmet’leri ortaya çıkmıştır. Ansızın gerçekleşecek olan kıyâmetin kopuş zamanına ait bilgi Allah nezdindedir. Dünya’daki davranışlarının karşılığını görmeleri için bunun zamanı insanlardan gizlenmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de kıyâmet alâmet’lerinin nelerden ibâret olduğuna dair, beyan buyrulmamış, sâdece Ye’cûc ve Me’cûc’un gelişinden “Nihâyet Ye’cûc ve Me’cûc (sed’leri) açıldığı ve onlar her tepeden akın ettiği zaman.” (Enbiya 21/86). Dâbbetü’l-Arz’ın çıkışından, “O söz başlarına geldiği (kıyâmet yaklaştığı) zaman, onlara yerden bir dâbbe (mahlûk) çıkarırız da, bu onlara insanların âyetlerimize kesin bir iman getirmemiş olduklarını söyler.” (Neml 27/82)
Göğün insanları sarsacak bir duman (duhân) yayacağından, “Şimdi sen, göğün insanları bürüyecek bir duman çıkaracağı günü gözetle. Bu, elem verici bir azaptır. (İşte o zaman insanlar:) Rabbimiz! Bizden azabı kaldır. Doğrusu biz artık inanıyoruz, (derler)... (Duhan 44/11,12)
Ve ayın ikiye yarılacağından, “Kıyâmet yaklaştı ve ay ayrıldı. Onlar bir mu’cize görürlerse hemen yüz çevirirler ve: Eskiden beri devam edegelen bir büyüdür, derler.” (Kamer 54/1,2)
(Pek çok sahâbî’den gelen rivâyetlere göre Haz.Peygamber’den mu’cize istemişler, O da parmağıyla aya işaret etmiş ve ay ikiye ayrılmış, sonra birleşmiştir. Müslümanların çeşitli işkencelere ma’ruz kaldıkları hassâs bir dönemde, ayın bu görünüşü Mekke’li’leri hayrete düşürmüştür. Müşrikler bu vak’a’ya herhangi bir i’tirazda bulunmamışlar, “hayır böyle bir şey olmadı, olmamıştır,” diyememişler, sadece “Büyü”dür demişlerdi.)
Nebevî Hadis’ler’de kıyâmet alâmetleri:
Ebû Hüreyre’den rivâyete göre, Resûlüllâh salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur; “Hicaz Kıt’asında bir ateş çıkmadıkça kıyâmet kopmayacaktır. Öyle bir ateş ki, Busrâ’daki develerin boyunlarını ziyâlandıracaktır.” (Buhâri-Tecrid-i Sarih, 2.Baskı, Cilt/12 Sahife 303 Hadis 2121)
Kıyâmet alâmeti olarak zikredilen bu ateş hadisesini İbn-i Adiyy Kâmil adlı cerh ve ta’dile dâir eserinde Hazret-i Ömer’e ulaşan bir sened’le şöyle rivayet etmiştir: “Hicaz vâdilerinden bir vâdide ateş seli olmadıkça kıyâmet kopmayacaktır... Bu hadisi şerh eden İbn-i Hacer: (Bu hadiste zikrolunan ateş hicrî yedinci asırda Medine’de ortaya çıkan ateşe mutabıktır,” diyor.
Hicrî 654 tarihinde vuku bulan bu ateş ve ziyâ hadisesinin oluş şekli, pek çok müellifin eserinde tafsilatlı olarak verilmiştir. Kastalânî Kutbüddin ki, Mısır’ın en önemli âlim ve şâirlerindendir. –“Cemelü’l-îcâz, filî’câz, binâri’l-Hicâz” adlı müstekıl te’lifi olan bir eseri de vardır. Müellifi, kendisi bu devirde yaşamış ve 686’da vefat etmiştir. Bu bakımdan bu hususa dâir rivayetinin pek yüksek bir kıymeti vardır. Yine aynı asırda yaşamış şark’ta ve garp’ta te’lif ettiği eserlerle meşhûr, Endülüslü Şemseddin Kurtubî (H.671) ile Şam’lı Ebû Şamme Şahâbüddîn (665) bu tabiat hadisesinin tafsilatını vermişlerdir.
Ebû Hüreyre’den rivayete göre, Resûlü’llâh Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“İki büyük (İslâm) ordusu birbiriyle harp etmedikçe kıyâmet kopmayacaktır.”
Bu iki câmianın ikisi de bir iddiada oldukları (İkisi de İslâm ve Hakk iddiasında bulundukları) halde aralarında büyük bir harp olacaktır. Yine böyle kıyâmet kopmayacaktır, otuza yakın yalancı, mel’un deccaller türemedikçe. Bu deccallerin hepsi, ben Allah’ın Peygamber’iyim iddiasında bulunacaklardır. Yine kıyâmet kopmayacaktır, (hakîkî ulemanın vefatiyle) İslâmî ilim inkiraza uğramadıkça (Buhârî’yi şerh eden şârih’lerden olup Hicretin 929 tarihinde vefat eden Kastalânî Ahmed İbn-i Ali merhûm, bu inkıraz zamanımızda vâki olmuştur,” buyurur, “Zamanımızda yalnız Ulemâ-i rüsûm kalmıştır,” diyor. Ya, bu asırda bizler ne demeliyiz?)
Zelzeleler (depremler) çoğalmadıkça, (Buhârî şarihlerinden Aynî, İslâm diyârı olan Rûm beldelerinde depremin üç ay müddetle devam ettiğini haber veriyor. Ahmed Bin Hambel kıyâmet kopmadan önceki zamanın deprem seneleri olduğunu rivâyet ediyor. Zaman tekârüb (yaklaşarak) gece ile gündüz bir olmadıkça, fitneler zuhur etmedikçe, adam öldürmek vak’a’ları çoğalmadıkça...
Yine kıyâmet kopmayacaktır, aranızda mal çoğalıp sel gibi akmadıkça, öyle bir derecede çoğalacak ki, mal sahibi “malının zekatını kim kabul eder?” diye endişelenecek. Hattâ mal sahibi ba’zı kimselere zekât vermek isteyecek, fakat zekât arzettiği kimse; Benim zekâta ihtiyacım yok diyecek...
Yine böyle kıyâmet kopmayacak, halk yüksek kâşeneler yapmak yarışına çıkmadıkça ve bir kimse öbür kimsenin kabri yanından geçerken; keşke bunun yerinde ben olaydım, diye (ölümü temenni etmedikçe)
Yine böyle güneş batı tarafından doğup, nâs bu (tabiat hilâfı) hâdiseyi görünce toptan iman edecekler, fakat bu iman evvelce iman etmemiş olan, yâhut imanında hayır ve fazilet kazanmayan kimselerin imanları kendilerine fayda vermediği bir zamandır.
Muhakkak ki, kıyâmet şüphesiz kopacaktır hem de (alım satım için) bâyi ile müşteri aralarında elbise açacaklar da, bey’ ve şirâ tamam olmadan (ansızın) kıyamet kopacak da o libasın dürülmesi mümkün olmayacaktır.
Yine muhakkak kıyâmet kopacaktır. Hem de sağmal devesinin sütünü sağıp gelen kişiye sütü içmek nasîp olmadan (ansızın) kopacaktır.
Yine kıyâmet şüphesiz kopacak, hem de kişi havuzunun sıvayıp ta’mir edecek, fakat kıyâmet ansızın kopacak da, havuzun suyunu kullanmak nasîp olmayacak. Kıyâmet mutlaka kopacak, hem de ta’am etmekte olan kişi lokmasını ağzına götürecek, kıyâmet ansızın koparak yemek, nasip olmayacak.
Hadis’in baş tarafında her ikisi de hakk iddia ederek karşılacakları Resûl-i Ekrem tarafından haber verilen iki büyük İslâm ordusunun birisi Hazret-i Ali’nin, öbürüsü de Haz.Muâviye’nin orduları olduğunu hadis şarih’lerinden Kirmânî bildiriyor. Ashâb-ı Resûl arasında cereyan eden bu istenmeyen vak’a’lar, içtihâdî bir mes’eledir. İçtihâdî mes’elelerde, doğru tercih ve sevap için iki sevap-ecir, hataya düşenler için ise bir sevap-ecir verilir. Bu hususta burada fazlaca bir izaha gerek görmüyorum. Geniş tafsilat için (Diyânet İşleri Başkanlığı yayınları arasında, 1973 Ankara Basımı, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercümesi, 12. Cilt, Sahife 309)’a, müracaat edebilirler.
Yalnız ehemmiyetine binâ’en şu kadarını burada sütunlarıma alacağım.
“İbn-i Asâkir’in Haz.Muâviye’nin hal tercümesinde, Ebû Zür’a’dan naklettiği bir cevabı ne kadar güzeldir, doğrudur: Ebû’l-Kâsım der ki: Amucam Ebû Zür’a’ya birisi geldi, sohbet sırasında: “Ben Muâviye’ye buğuz ederim!” dedi.
Amucam: “Niçin?” diye sorunca: “Haksız yere Haz.Ali ile harp ve kıtâlde bulundu!” demesi üzerine Amucam şöyle cevap verdi: “Muâviye’nin Rabbi çok rahmet sahibi olan Allah’tır; hasmı da kerem sahibi olan Hazret-i Alî’dir; sana ne oluyor ki ikisi arasına giriyorsun?”
Hadisdeki mal çokluğuna gelince, Kurtubî Tezkiresinde, bu alâmet henüz tahakkuk etmedi. İleride tahakkuk edecektir der... Fakat, hadis şârih’lerinden İbn-i Hacer, hadis metnindeki (Fîküm) lafzına göre, Hazret-i Peygamber’in Ashâbına: Aranızda mal çoğalacak, demiş ve bu mal çokluğu Ashab devrinde tahakkuk etmiş olacaktır ve hakîkaten tahakkuk etmiştir.
Önce, Hazret-i Ömer’in hilâfeti zamanında, İran’ın baştan başa fethedilmesi üzerine Kisrâ saltanatının en kıymetli hazineleri İslâm mücâhid’lerinin eline geçmiştir. Hazret-i Osman’ın halifeliği zamanında ve o’nu ta’kip eden devirlerde, Kayser üzerine yapılan hücumlarda hesapsız ganimetler te’min edilmiştir. Rivâyete göre Ömer İbn-i Abdülazîz zamanında mâlî ganimetler ve devletin gelirleri adalete tam olarak riâyet edilerek dağıtıldığı için halkın bütün tabakaları zenginleşmiş ve hakîkaten zekât verilebilecek kimse bulunamaz olmuştur. Zekât verilen kimsenin “Bana lüzum yoktur,” diye almaktan imtina etmesi keyfiyyeti yine şârih’lerin beyanlarına göre, Hazret-i İsâ’nın yeryüzüne indirildiği sırada veya bütün insan’ların meşgul olduğu, haşr ve kıyâmet zamanına tesâdüf edeceği muhtemeldir.
HAMİŞ: Hadiste geçen, “mal sahibi zenginler zekât vermek isteyecek, fakat zekâtı arsettiği kimse; Benim zekâta ihtiyacım yok diyecek,” durumu, bir kerre de Devlet-i Aliyye’de de zuhur etmiştir. Devlet-i Aliyye’mizin, Kanûnî döneminde, Pây-i Tah’t İstanbul’da ve Memâlik-i Osmaniyye’nin Anadolu ve Rumeli illerinde Müslüman zenginler, zekâtlarını verebilecekleri fakirler bulamayınca, “Zekâtlarımızı kabul edebilecek fakir Müslüman yoktur, bu durumda zekât hâlâ bizlere farz mıdır?” denilerek, Şeyhulislamlığa müracaatta bulunulmuş, mevzu ehemmiyetine binâ’en Divan-ı Hümâyûn’da müzâkere edilmiş, müzâkereler neticesinde, dünya’nın herhangi bir yerinde, uzak diyarlarda, tek bir fakir varsa, zekât farz olmaya devam eder, Müslüman zenginin vazifesi, o fakiri bulup zekâtını vermektir,” tarzında karar alınmış ve bundan sonra İstanbul’da ve diğer Memâlik-i Osmaniyye’de zekât vermek isteyenlerin zekâtları bir fonda toplanacak, beher yıl, Sürre Alayları ile Hicaz’a gönderilecek ve orada, dünyanın dört bir tarafından gelen fakir Müslümanlara dağıtılacaktı.
İstanbul’da ve diğer Osmanlı şehirlerinde “Sadaka Taşları,” uygulaması da bu tezleri teyid eder mahiyettedir...