Ellâ Mezhebiyye Zihniyyetine oturtulan bir Din Eğitimin, Türkiye’yi, Müslüman’ları hangi noktaya getirdiğine bir bakar mısınız? Safderûn, iyi niyetli, sevimli, hep mütebessim, Diyânet İşleri Başkanımız, Mehmed Görmez Hoca, geçtiğimiz aylarda, önce İran İslâm Cumhuriyetini, sonra da, Suûdî Arabistan’ı ziyaret etmiştir. Bu ziyâret’lerin maksadı, İran’lı Şiî milis’lerin, Irak’ta, Lübnan’da, Suriye ve Yemen’de Müslüman’lara karşı tecâvüz ve kıtâlelerini durdurmak, İran ile Suûdî Arabistan Devletleri arasında, son yıllar’da iyice artan gerginliğe bir son vermekti.

Bu ziyâret’lerden sonra, Şiî kuvvetlerin Yemen’de, Irak’ta tecâvüz ve taarruzları artmış, Suriye’de ise, Şiî militan’lar, Zâlim, Nusayrî Esed kuvvetleri ve çağımızın Deli Petrosu, Putin’in Rus kuvvet’leriyle kol kola, Müslüman katl-iâm’ına girişmişlerdir.

Diğer taraftan, İran İslâm Cumhuriyeti ile Suûdî Arabistan arasındaki ipler iyice gerilmiş, İran İslâm Cumhuriyeti, bu yıl, İran’lı Müslümanlara, hac ve umre için, Mekke-Medine’ye gitmelerine izin verilmeyeceğini açıklamıştır. Demem odur ki, Diyânet İşleri Başkanımız bu iki ülkeye, sadece, turistik bir ziyâret gerçekleştirmiştir.

Diyânet İşleri Başkanı, bu ziyaretlerle alakalı olarak bir Türk televizyon kanalına verdiği mülâkatta, ziyaretinin İran İslâm Cumhuriyeti ayağıyla alakalı olarak, “İran’da, Ahunt’larla, Âyetü’llah’larla, Huccetü’L-İslâm’larla, İmam, dinî liderle görüştüm,” diyor. Sayılan ruhban sınıfı’na yeni bir ruhbân sınıfı daha ilâve ediyor, “Ehl-i Beyt âlimleriyle de görüştüm,” diyor... Cehlimize veriniz, biz, dünya’da, hususiyle, İran İslâm Cumhuriyeti’nde ihtisâs sahası, “Ehl-i Beyt”, olan, ehl-i Beyt âlimleri olduğunu bilmiyorduk. A benim Sevgili Başkanım! Yüce İslâm Dininde ruhbâniyet var mıdır? Ahunt’luk, Âyetü’llah’lık, Huccetü’L-İslâm’lık ve dinî liderlik Kur’ân ile sahih hadis ile nasıl bağdaşacaktır.

Biri’leri, Nisan 2016 ayının ortalarından i’tibâren, muhtelif vesilelerle yaptığı konuşmalarda, ısrarla, 3 büyük tehlike’den bahsediyor;

1) Mezhepçilik.

2) Tefrika.

3) Terör.

Bu konuşmaların metin’lerini hazırlayanlar ve Efkâr-ı Umûmiyye nezdinde seslendirenlere sormak lazım. Tefrika’yı, terörü anladık da, “Mezhepçilik,” nereden çıktı? Ellâ Mezhebiyye zihniyetiyle ma’lûl olmayanlar, biz’ler, ehl-i Sünnet dairesindeki i’tikâdî ve amelî mezhepler’den herhangi bir mezhebi taklid eden ve o mezheb’e tâbî olan bütün Müslümanlar, “Mezhep,” veya “Mezhep’ler,” denildiğinde, bu hak mezheplerin kastedildiğine inanırlar, böyle kabul ederler. Böyle olunca, bir kimse çıkar da, “Ben, ne Sünnî’yim, ne Şiî’yim, ben Müslümanım,” derse, ben sadece Kur’ân’a inanırım, Peygamber’i, onun sünnetini, hadisleri, içtihadı, kıyas’ı kabul etmiyorum,” demektir. Nitekim, aynı disiplinden gelen kimi İlâhiyatçı’lar bunu açıkça söylemektedirler.

Hem sonra, “Sünnî’lik,” denilerek, ehl-i Sünnet ki, Allah’ın, Resûlü’nün ve Ashabı’nın yolu, Sırat-ı Müste’kîm, Şerîa’t-i Garrâ-i Ahmediyye ve Müslüman’ların ammesi’nin ta’kip ettiği yol ile, aslında bir beşer tarafından dizayn edilen, (Yemen, Seba’lı, Abdullah İbn-i Sebe) bâtıl bir inanç sistemi, tıpkı, diğer ba’zı insanlar tarafından dizayn edilen, Katoliklik, Protestanlık gibi bâtıl bir inanç sistemi olan, Şiî’liği, aynı kefeye koymak, Şiî’liği İslâm dâiresinde bir mezhep olarak görmek büyük hatadır.

Bu Zât-ı Muhterem’e bir Cum’a namazı çıkışı genç’lerden birisi sorsa, “Efendim, bütün konuşmalarınızda, “Mezhepçilik, fitne’dir, büyük tehlike’dir,” diyorsunuz? (Aslında Mezhepçilik yok, İslâm dâiresinde fer’î mes’ele’lerde, içtihad’lara müstenid, mezhepler vardır.) Bugün Cum’a namazını hangi hak mezhebin içtihadına göre kıldınız?”, “Cum’a hutbesi hangi mezhebin içtihadına uygun olarak okundu?” dese acaba, ne cevap verecektir?

Efendim, o zât konuşmalarında, “Mezhepçilik,” derken, aslâ, Mâtürîdî’lik, Eşa’rîlik, Hanefî’lik, Mâlikî’lik, Şâfî’î’lik, Hanbelî’lik gibi, hak mezhepleri kastetmiyor, Şiî’liğe işaret ediyor,” denildiğini şimdiden duyar gibiyim.

Burada, konuşma metnini hazırlayanların ve seslendirenin en büyük hataları, yanılgıları, maalesef, Şiî’liği, İslâm dairesinde hak mezhepler gibi görmeleridir.

- Yüce İslâm Dininde ruhbanlık yoktur.

- Şîa’da, mollalık, ahund’luk, âyetullahlık, huccetü’l-İslâm’lık, velâlet-i Fakih’lik, imam, dinî lider’lik gibi, ruhbâniyet vardır.

- Yüce İslâm dini, her tür, ta’zîm ve takdis Allah’ın Zâtı, Esma, Sıfât ve Efâlinedir. İslâm’ın esası, “Allah’ın emri için ta’zîm, Allah’ın yaratıklarına şefkattir.”

- Şîa’da, imamlara, dinî liderlere ta’zîm ve Takdis vardır. İmamlar ve onlara vekâlet eden Velâyet-i Fakih ve dini liderler, “Geçmişin ve geleceğin ilmine vakıftırlar ve gaybı bilirler. Bu sıfatlar Peygamber’lerin bile, muttasıf olmadıkları, İlâhî sıfatlardır.

- Yüce İslâm Dini’nde, nübüvvet ve risâlet Silsilesi’nin Hâtemi (sonuncusu), Sevgili Peygamber’imiz Muhammed-Mustafa salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizdir, “Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat O, Allah’ın Resûlü ve Peygamber’lerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (Ahzâb 33/40)

- Şîa’da ise, başta Haz.Ali Kerreme’Allâhu Vechehû olmak üzere, onun soyundan gelen on iki imam ve daha sonra onlara vekâleten gelen, velâyet-i Fakih, dinî lider’ler Peygamber’dirler.

Şîa’da, Peygamber’den sonra hilâfet, Kureyş’de ve ehl-i Beyt’den birisinin, yâni, Haz.Alî radiya’llâhu anh’in hakkıdır. Haz.Ebû Bekr, Haz.Ömer, Haz.Osman sırayla, hâşâ! hilâfeti gasbetmişlerdir. Her üçü, ve bunlara bi’at edenler ve Şîa gibi düşünmeyen bütün Müslümanlar kâfirdir. Bu vahim iddia’ya göre, Haz.Alî Efendimiz de, Haz.Fatıma’nın hassasiyyetini dikkate alarak, 6 ay sonra Haz.Ebû Bekr’e biat eden ve Haz.Ebû Bekr’in hilâfete en lâyık olan zât olduğunu söyleyen, ikinci ve üçüncü halifeler, Haz.Ömer ve Haz.Osman’a bizzat bi’at eden Haz.Ali de kâfirdir.

Benim Mezhebim yoktur, ben ne Şiî’yim, ne Sünnî’yim, ben Müslümanım,” diyen birisi, esas i’tibâriyle, Daiş’in-İşid’in, el-Nusrâ’nın, Selefî’lerin, Haricî’lerin saf’larında yer tutmuştur.

Birileri bu Zât-ı Muhterem’e hatırlatmalıdırlar ki, Abbâsî, Selçûkî, Osmanlı ve başında bulunduğumuz Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin inanç sistemleri ehl-i Sünnet ve’l-Cemaate (sizin ta’birinizle “Sünnî”liğe istinâd etmiştir. Yukarıda sayılan İslâm Devletleri’nin hepsinin i’tikâdî mezhepleri, Mâtürîdî ve Eş’arî, amelde mezhepleri ise umumiyetle Hanefî idi. (Teb’a arasında her ne kadar diğer ba’zı hak mezhepleri taklîd edenler bulunuyorsa da)

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Osmanlı Eğitim Sistemi, medrese’lerde ciddî ta’dilata geçilince, boşluğu doldurmak için, T.B.M.M.’sinin bütçesinden karşılanmak üzere yazdırılan tefsir ve Türkçe’ye kazandırılan Hadis Külliyatı, ehl-i Sünnet’in temel eserlerindendir. Bu da gösteriyor ki, Cumhuriyet’in oturtulduğu inanç sistemi, ehl-i Sünnettir. (Sizin ta’birinizle Sünnî’liktir.)

Sâsânî artıkları ve förs’lerin, Şîa Fitnesi’nin, Devlet-i Aliyye’mize ve Cumhuriyetimize ulaştırma-bulaştırma faaliyetleri tarih boyunca devam etmiştir. Ne var ki, “Yel kaya’dan ne alır?” Ehl-i Sünnet’in kalesi Osmanlı ve Cumhuriyet’den, Şîa adına bir zerre bile koparamadılar.

Humeynî’nin İran’a dönüşü ve Şah’ın devrilmesinden sonra, İran’ın Şîa Fitnesi ihracı, hususiyle Türkiye’ye müteveccih olarak hızlanmış, İran’dan gönderilen paralarla, memleketimizde 100’e yakın gazete-dergi çıkarılmış, bu yayın organları kesif bir Şîa propagandası yapmışlardır. Mideleriyle İran’a bağlı, sözde İlâhiyatçılar, Şîa’nın İslâm Dâiresinde hak bir mezhep olduğu hususunda konuşmalar yaptılar, kitaplar çıkardılar, televizyon programları yaptılar.

Ne yazık, bu faaliyetler, Ellâ Mezhebiyye temelinde verilen din eğitimi ile de örtüştü ve bugünkü kaos durumu ortaya çıktı.