Dağlıca’da terörün her zamanki alçak ve iğrenç yüzüyle yeniden karşılaştık ve gençliklerinin baharında sekiz vatan evladı kara toprağa düştü. Şehit ailelerinden Türkçe ve Kürtçe ağıtlar yükseldi yine.
Memleket alev alev, yine yürekler yanmakta ve yine medyada tuttukları köşelerinde erbab-ı gaflet aymaz bir tavırla komplo teorileri üretip; “aslında bu saldırının zamanlamasının önemi” üzerine bütün kıymeti, ucuz kurgu olmaktan menkul “fikirlerle” zihnimizi zehirlemeye, bize çaresizliği öğretmeye çalışmaktalar.
Milliyetçiler başından beri şunu söylediler: “Bu bir kimlik sorunu değildir. Bu bir bölücülük sorunudur. Devletin ihmal ve hatalarından kaynaklanan her eksikliği abartarak, tek derdi kimlik olan bir “mazlum toplum” bilinci yaratıp milli birliği parçalamayı amaçlayan bir küresel imece yapılanmasıdır. Bunca şiddeti üreten bu büyük organizasyon sadece dil yasağını kaldırtmaya yönelik oluşturulmuş olamaz. Bu yeni bir vatan yaratma davasıdır. Dil değil, özgürlük değil, tuğ talep ediyorlar. Bayrak talep ediyorlar. ‘Halkların kardeşliği’, ‘kardeşçe yaşamak’ gibi insanın duygularına seslenen sloganlar ancak dökülen kanın perdelenmesi için kullanılan naif maskelerden ibarettir.”
Alparslan Türkeş Hasan Cemal’in de içinde bulunduğu birkaç gazeteciyle yaptığı söyleşilerden birinde: “Hürriyet diye diye imparatorluğu şehit verdik, demokrasi adına da Cumhuriyeti şehit vermeyelim de…” diyerek meseleyi özetlemişti.  Şahsi internet sitesine düzenli olarak çok farklı ve doyurucu yazılar yazan Avukat İsmail Küçükkılınç’ın kapalı devre yazılarından “Hakkari Makedonya değildir…” başlıklı yazısını okuyunca rahmetli Türkeş’in sözünü hatırlamamak imkansızdı.
Mezkur yazısında 1908 meşrutiyetinin ilk yıllarında İttihatçıların ve Jöntürklerin anayasal hakların tanınması ve meşrutiyetin derinleştirilmesi ile azınlıkları devlete bağlama girişimlerinin başarısızlığının belirterek, iyi niyetin meseleyi çözmeye yetmeyeceğinin altını çiziyor.1913 Balkan Harbi İttihat Terakki’yi uyandırmış ve bugün yanlış diye “liberal” kalemlerin lanetlediği doğruları yapmalarına neden olmuştur. Ve  Avukat Bey haklı bir eklemede bulunuyor; “Osmanlı devleti yönetim sistemi Meşrutiyet ya da monarşi olduğu için değil, güçsüz olduğu için çökmüştür. Dönemin güçlü devletlerinin hiçbirinde de bizim demokratları tatmin edecek bir meşrutiyet yoktu.”
Ruhat Mengi geçen hafta konuya ilişkin , “Kürt sorunu mu Kürdistan sorunu mu?” diye soran bir yazı yazdı. Artık değişik kesimlerden insanlar açık açık konuşmaya başladılar. Bu sağlıklı bir gelişmedir ve böyle olmalıdır. “Kardeşçe”, “insanca” vesaire ..laflarla başlayan cilalı imaj söylemlerini bir yana bırakıp şapkayı önümüze koyduğumuzda çıplak gerçek şundan ibarettir:
Mevcut hükümet ya da başka bir hükümet… Başta kim olursa olsun, PKK silahları bırakmayacaktır. Hangi “demokratik” ya da “kimlik özgürleştirici” adım atılırsa atılsın bu asla olmayacaktır. Çünkü talep edilen şey “kimlik” dedikleri fakat çizgilerini tam olarak kendilerinin de tanımlayamadıkları varlığın özgürleşmesi değildir.
Kürd’ün Türk’ten sadece dil farkı olduğunu ve bu farkın da tek başına ayrı bir ulusal kimlik yaratmaya yetmeyeceğini gayet iyi biliyorlar. Adamlar; “biz önce devleti kurarız sonra Kürt ulusunu yaratırız”
diyorlar. Gayet iyi biliyorlar ki Kürtler ülkenin milli yapısıyla daimi bir bütünleşme/ entegrasyon ilişkisi içersindedir. Sivil hayatta insanlar arasında bariyerler, ayrım çizgileri yoktur. Olanı da zayıftır, lokaldir. Eğer bir iç sınır çizilebilirse ancak o zaman ayrı bir ulusal kimlik inşa edilebilir. Bunun için de medyadaki tatminsiz entel taifenin “Kemalizm alerjisini” üniter devleti itibarsızlaştırmakta ustaca kullanmaktalar.
Diyorlar ki kısaca; “arkadaş bölgeyi benim irademe terk edeceksin.”
Burada yapılması gereken nedir öyleyse? Küresel imecenin açık desteği ile bölgesel devletlerin/unsurların yatakçılık yaptığı  ve artık endüstriye dönüşmüş olan bu yapıyla nasıl başa çıkacağız?
Bu çetenin döktüğü kana karşı oluşan sivil tepkileri ve insanların şehit düşen çocuklarının hatırasını siyaset yoluyla yaşatma çabalarını “kandan nemalanmak” edebiyatıyla karalamaya çalışmak ancak toplumsal direnci kırmaya yarar.
Enver Bey Edirne’yi kurtarmak için 1913 Darbesini (ki tarihimizin çok sevdiğim tek askeri darbesidir) yapıp ordunun başında Edirne’ye yürüdüğünde ; “Edirne’yi Enver alacağına Edirne Bulgar’da kalsın” diyecek kadar sefih ruhlu yaratıklar da vardı bu ülkede. Biz aramızdaki “dinci”,“laik” gibi sürtüşmeleri bir tarafa bırakıp, bir takım sanal adamların kafalarındaki hayali demokrasinin kobayı gibi davranmaktan vazgeçerek, silah tutan eli kırmak kararında birleşmeliyiz. Silah tutan eller kırılmalı, terör üreten kafalar parçalanmalıdır. Bölgede nerede üsleniyorsa o devlete, “Ya temizle ya da temizlerim!” kararlılığı ile uluslar arası hukuka uygun olan kendimizi savunma hakkımızı masaya koyup savaş kartını gösterebilmeliyiz. Bu mücadele topyekûn ve kararlı bir güç kullanımıyla çözüm yoluna sokulabilir.
PKK’nın varlığı ve halkın üzerinde vesayeti devam ettikçe bölge halkının iradesinin gerçekte ne olduğunu bilemeyeceğimiz ise başka bir hakikattir. PKK’nın silahıyla seçtirilip meclise gönderilenlerden çözüme katkı beklemek ise sadece Ziya Gökalp’ın “Bir ülke ki meclisinde Boşo’ların yeri yok” dizesinin haklılığının altını çizen acı bir gülümsemeye neden olabilir. Onlar ki, ancak o silah tutan el kırıldığında çözüme katkı sunabilecek kadar özgürleşeceklerdir.
Anlayacakları dilden konuşma kararlılığını göstermezsek daha çok şehitler veririz. En kötü kararlılık en iyi kararsızlıktan daha iyidir.