“SÜLEYMANCILIK, SÜLEYMANCI ve SÜLEYMANCILAR,” Yaftasını, bir Libâs-i Katrânî gibi, üzerimize yapıştıranlar’dan ba’zıları, herhangi bir Sû-i Niyet taşımadan sırf bir ta’rif ve tağyir (başkalarından ayırma) için, bu ta’birleri kullanmışlardır. Hattâ aralarında, bizim bu terkib ve ta’birlerden hoşlandığımızı zanneden safderunlar vardır. 

“Bu Cemaate mensup olan dost’larımızın ve özellikle Merhum Süleyman Hilmi Tunahan’a (Ö. 16 Eylül 1959) talebelik yapmış olanların, “Süleymancılar,” diye anılmaktan hoşlanmadıkları ve bundan rahatsız olduklarını biliyorum.” 

“O halde hangi sözcükle anılmak istersiniz?”, diye sorulduğunda herhangi bir öneride bulunmuyor, ama “Süleyman Efendi’nin talebeleri,” (Doğrusu, “Süleyman Efendi’nin talebesi’ talebesi) diye anılabileceklerini söyler gibi oluyorlar. İyi güzel de, bugün i’tibariyle bu hareketin içinde olanlar hepsi Süleyman Efendi’nin talebeleri (talebesi) değil ki, Talebesi yanında sivil halktan birtakım kimseler (işadamı, bürokrat, sadece vatandaş v.s) bu harekete aidiyyet duygusu ile bağlı. İş ve menfe’at ilişkisi sebebiyle cemaatin içinde olanlar da az değil. Yâni, “Süleyman Efendinin talebesi,” diyerek, cemaati ifade etmek doğru olmuyor. Kaldı ki, ileriki sayfalarda zikredeceği üzere, “Süleymancılık,” kalemisi taşradaki ba’zı mensupları tarafından öğrencilere yazdırılan metinler’de (Diyânet müfettiş’lerinin ele geçirdikleri eski harflerle yazılmış defterlerde) kullanılmıştır.” 

“Her ne ise, ben burada mümkün olduğu kadar onların hoşlanmadıkları bu kelimeyi az kullanmaya, ba’zen, “Süleyman Efendi’nin talebeleri,” bazen de “Süleyman Efendi’ye mensup kimseler”, demeye çalışacağım. (Zâten, doğru olan da bu ta’birler değil mi?) Ama ben kendimi zorlasam da, cemaatin bundan sonra da “Süleymancılar,” olarak anılmaya devam edeceğinde şüphe yoktur.” (Tayyar ALTIKULAÇ-Zorlukları Aşarken Cild, 2, Sahife 716)

Yukarıdaki paragraflarda çok ehemmiyetli iki tespit vardır; Mevzi’î de olsa, zorla üzerimize yapıştırılmak istenen, “SÜLEYMANCILIK,” yaftasını, ilerisini-gerisini düşünmeden, ba’zı kardeş’lerimizin de tesahup etmiş olmaları, bir de, bir zamanlar Kur’ân Kurs$larımızın nasıl bir zulme ma’ru bulunduğunun tespitidir. 

“Merd-i Kıbtî, Şecaat arzederken, Sirkatin Söylermiş,” diye bir darb-ı Mesel vardır. 

Bir zamanlar, Kur’ân eğitimi ve öğrenimin üzerinde öylesine engeller vardı ki, herhangi bir yere, Kur’ân Kursu açmanın önünde, esrar Tekkesi açmaktan daha ağır şart’lar vardı. 

Kur’ân Kursu açılabilmesi için aranan ba’zı şartlar şöyleydi:

Kur’ân Kursları Yönetmeliğine göre, en az yirmi kişi, reşîd olmayanların veli veya vâsî’leri müracaat edecekler. Kur’ân Kursunun açılması düşünülen bina ve müştemelâtının, tapusunun veya mülkiyyet-intifa hakkının kayıtsız-şartsız, Diyânet İşleri Başkanlığı’na devr edilmesi. Kur’ân Kursu muallim’i’nin ücretinin ve bütün kurs’un masraflarının öğrenciler, velî ve vâsî’leri tarafından karşılanması, taahhüd edilmesi v.s… 

Bu yönetmeliğe göre, asgarî yirmi kişilik talebe sayısı, rahatsızlık veya kursu terk ile, 19’a düşerse, kurs kapatılıyordu. Talebesi eksilen kurs, kapısına kilit vurulmaması için, talebe fazlası olan bir başka kurs’tan, diğer kursa ve talebe’den, birisine, maddî menfe’at te’min ederek, talebe becâyişi yapardı. –Meraklısına, “Becâyiş” me’mur’ların, karşılıklı olarak, sicil âmirlerinin rıza ve tasdîkiyla, yer değiştirmelidir.- İstanbul-Üsküdar’daki bir Kur’ân Kursu’nun idarecileri, İstanbul-Sarıyer, Ayazağa Kur’ân Kursundan bir öğrencinin becâyişi için, yakın arkadaşım olan, Üsküdar Müftüsü nezdinde tavassutta bulunmamı istemişlerdi. Demem odur ki, yukarıda yazdıklarım, hayal mahsulü değil, ayniyle vuku bulmuş bir vak’a’dır. 

Bu devir’lerde, Kur’ân Kurslarımız, Mülkî İdârî Âmirlikler, Milli Eğitim Bakanlığı ve Diyânet İşleri Başkanlığı tarafından, müştereken veya münferiden teftiş ve murakabeye tâbi tutuluyordu. 

Mülkî-İdârî Âmirliklerden gelen müfettişler, Kur’ân Kursu Binasının temizliğine, yangın tertibatına, nizam-intizama bakarlar, teşekkür edip giderdiler. Millî Eğitim Bakanlığı’ndan gelen müfettişler ise, bina temizliği, nizam-intizam ile birlikte, sicil defter’lerinin tutulup-tutulmadığına bakarlar, teşekkür edip giderlerdi. 

Diyânet İşleri Başkanlığı müfettiş’leri, hususiyle, Süleyman Efendi Hazret’lerinin talebe’sinin idare ettiği Kurs’lara teftiş için, hep önyargılı olarak gelirler, Narkotik Polis’lerinin esrar İmâlâhâne’lerini basması gibi, talebe’nin, ayakkabısız dolaştıkları mekânlara, hattâ, talebe’nin namaz kıldığı, serbest müzâkere’de bulunduğu, Mescid’lere, ayakkabılarıyla girerler, kenar-bucak gizli yerler ve gizli şeyler arardılar. 

Aradıkları, bizim meçhulümüz olan şeyler değildi. Sarf, Nahiv, fıkıh, mantık-metinler, ilm-i Kelâm, belâgat, hadis, tefsir, Usûl-ü Hadis ve Usûl-ü Fıkıh’a dair, kitaplar ve talebe’nin tuttukları not defterleriydi. Nitekim, yukarıdaki paragraflarda i’tiraf edilmiştir. 

Diyânet müfettişlerinden ba’zıları, sözünü ettiğim, kitaplardan ba’zılarını veya talebeye aid not defterlerini ele geçirdiklerinde, “Mal Bulmuş Mağribî,” gibi raporlarının ekinde C.Savcılıkları nezdinde ihbar’da (Suç Duyurusu)’sunda bulunurlardı. Fakat C.Savcıları, asla, bu ihbarlara i’tibar etmezler, herhangi bir ta’kip$te bulunmazlardı. Hattâ, ba’zı yerlerde, Savcılarımız, bu teftiş raporlarını ve suç duyurusu yazılarını, bizlere verirler veya gösterirler, bundan sonra, daha dikkatli olmamız için, bize salık verirdiler. (Husûsî Arşiv’imde benzeri evrak’tan örnekler bulunmaktadır.) 

Devr’in Diyânet müfettiş’leri, İslâmî ilimlere aid, bu eser’leri, uyuşturucu madde gibi görüp bütün dikkatleriyle aramaya koyulduklarında, Diyânet’in başında bulunan zât, bir mülâkatımda, “Ne suçları vardı da iyi yetişmiş, hepsi de liyâkat ve ehliyetlerini isbat etmiş bu insanları oradan oraya sürdünüz, tasfiye ettiniz?” dediğimde, “Ben Diyânet’e gelmeden tasfiyeyi, Yaşar Tunagür tamamlamıştı. Bana sadece, Kur’ân Kurs’ları için, 1971 yılında mer’iyyete alınan, Yönetmeliği uygulamak düşmüştü.” demişti. 

Bir başka mülâkatımda, “Aramızdaki Münâfereti bitirelim. Hangi kitabı okutmak istiyorsanız, o kitapların isimlerini alt alta yazalım, altına, benim imzam ile, Riyâset Mührünü basalım ve “Bu Kur’ân Kursunda şu şu eserler okutulmaktadır,” diye yazılı tabelayı Kur’ân Kurs’larının duvarlarına asalım.” demişti. Demek ki, bu kitaplar, uyuşturucu maddesi gibi yasak olan kitaplar değildi… 

“Süleymancılık, Süleymancılar, Süleymancı,” terkipleri, hiçbir suretle kabul etmediğimiz, şiddetle ve nefret’le reddettiğimiz bu iftira ve bühtan, maalesef, bize en çok zarar verir bir şekilde, 1966-1971 yılları arasında kullanılmıştır. Diyânetten tasfiye edilen her bir arkadaşımızın husûsî dosya’larına, kocaman kocaman, birer (S) harfi konulmuş, kim olduklarına, geçmişlerine, müktesebat’ına bakılmaksızın, her biri, sürgün edilmiş, istifaya zorlanmış, nihâyet, tasfiyeleri cihetine gidilmişti. 

İ’tiraf edelim ki, şiddetle ve nefret’le reddettiğimiz, bu iğrenç terim, ta’bir ve terkip-yafta, zorla üzerimize yapıştırıldığında, kâfî derece’de aksü’L-Amel gösteremedik. Hattâ, ilerisini-gerisini düşünmeden, İhvanımız arasında benimseyenler bile olmuştu. 

Bu unvanı bize yakıştıranlar kimlerdi? İmam-ı Rabbânî Evladıyla ilim’de, irfanda, Ahlâk-ı Hamîde’de müsabaka edemeyenler, tahkir, tezyif ve tahfif için böyle bir yaftayı üzerimize yapıştırmaya çalıştılar. 

Hâlen de, yer yer, kullananların bulunduğu, yanlarında kullanıldığında herhangi bir Aksü’L-Amel gösterilmediği de bir vâkıa’dır. En azından, bulunduğumuz meclis ve mahfillerde, bu terkibin kullanılmasına müsaade etmemeliyiz, kullananlar olursa da, bizi a’zamî derece’de rencide ettiğini, dost’larımıza ihtar etmeliyiz. 

Diğer taraf’tan, biz, “Süleymancı”, değiliz, “Süleymanlıyız”, demek de son derece yanlıştır. Ne demek, “Süleymanlıyız”, demek?

Orta Asya’dan, Anadolu’ya kopup gelin Türk Kavmi, muhtelif boylar ve oba’lar halinde, Anadolumuzun muhtelif bölgelerine yayıldılar. Meselâ, Kayı Boyunun, muhtelif oba’larını ta’rif ve diğer’lerinden tağyir, (ayrıştırma) için, herhangi bir nesne ile anılmışlardır. “Karakeçililer, Sarıkeçililer, Akdeveliler, Aktolgalılar, Karakalpaklılar”, gibi… 

Hâşâ! Haz.Üstaz’ımızın Mübârek isimleri, herhangi bir nesne ve herhangi bir simge midir ki, bizler, o nesneyi, simgeyi üzerimizde taşıdığımız için, “Süleymanlılar,” olalım. “Süleymancılar”, ta’bir ve terkibinden nefret ettiğimiz gibi, “Süleymanlılar”, terkibinden de nefret etmeliyiz, şiddetle reddetmeliyiz. 

“Süleymancılık”, diye ne bir din, mezheb, tarikat ve ne de bir meşrep vardır. Öyleyse, “Süleymancılar”, “Süleymanlılar”, diye de herhangi bir Câmia ve cemaat yoktur. 

Bu Nezîh Câmia ve Cemaat, Millet-i İbrâhim’dendir, Ümmet-i Muhammed-Mustafa salla’llâhu aleyhi ve sellem’den’dir, i’tikâden, Mâtürîdî, amelen, Hanafî, Zikr-i Hafî-Tarîkat-i Nakşibendiyye’den, meşreben, Tarîkat-i Nakşibendiyye’nin, Müceddidiyye Kolundan, ta’vizsiz, ehl-i Sünnet mensubudurlar. Bu Nezîh Câmia, öyle, “Hira Dağı Kadar Müslüman, Altay’lar ve Urallar kadar Türk’üz,” diyerek, İslâm ile Türk’lüğü yarıştırmak yerine, “Dünyalar Müslüman, Dünya’lar Kadar Türk’üz,” der. Çünkü, bütün ehl-i Salîp milletlere göre, İslâmiyet ve Türk’lük birbirinin müradifidir. Türk Müslümanı, Müslüman, Türk’ü ifade eder. Bu Nezîh Câmia’nın bütün ferd’leri, Vatan, Millet, Devlet ve Ordu sevgisini, Allah ve Resûlü’nün sevgisinden sonra en büyük sevgi kabul eder, Ordu Millet’le Milletin bağrından çıkmış Ordusu arasındaki engellerin kaldırılmış olmasından son derece memnundur. 

“Şehâdet’leri dinin temeli,” olan ezanların ebed-müddet, Aziz Vatanımızın semalarında susmamasının, susturulamamasının, İstiklâl’in devamına ve İstiklâl’in sembolü, Bayrağımızın ebed-müddet, Aziz Vatanımızın ve Gönül Coğrafyamız semalarında dalgalanmasına bağlı olduğunun idraki içindedir. (Ezan’lar susmamalı, susturulmamalı, Bayrak indirilmemeli,) bizim biricik emelimizdir. 

Üstaz’ımız, Mürşid-i Kâmi ve Mükemmil, Medâr Mürşid, Müceddid, Sahibizaman, Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) Efendi Hazret’leri, bu Nezîh Câmia’ya, tevâzuen ve teberrüken, Nisbet-i Ma’niveyye ve Nisbet-i Bâtıniyye ile merbut bulunduğu, Kendisinden bir önceki, Kutbu’L-Aktâb, İmam-ı Rabbânî, Müveddid-i Elf-i Sânî, Ahmed-ü Fâruk es-Sirhindî (k.s.) Efendi Hazret’lerine izâfeten, “Îmam-ı Rabbânî Evlâdı,” unvanını verdi.

Azîz Milletimiz, irfanı, engin basiretiyle, bu Nezîh Câmia’nın ferd’lerine, “Süleyman Efendi’nin talebesi,” unvanını lâyık gördü. 1950’li, 1960’lı yıllarda, Süleyman Efendi’nin talebesi’nden birisi olmak, gıpta edilen, kıskanılan erişilmez bir rütbe idi. 

İstanbul’da, eski hoca’lar, va’az ederken, kürsülere çıkmazlar, yükseltilmiş bir mindere otururlar, etrafındaki az sayıda kimselere nasihat ederlerdi. Hattâ, aynı vakitte, Salâtîn Camiî’lerden birisinde, birden fazla hoca ayrı köşelerde kendilerini dinleyen az sayıda cemaate nasihatta bulunurdular. 

İstanbul’da, Salâtîn Camiî’lerde, Kürsülere çıkıp, bütün cemaate binlere hitap eden ilk vâiz, Dersiâm, Üstaz’ımız, Süleyman Efendi Hazretleri’ydi. Daha sonra, talebesinden olan vâiz’ler ve diğer hocalar bu yolda kendisini ta’kîp ettiler. Aynı Camii’de, ayrı vakitlerde, va’az eden herhangi bir hocaefendinin va’az’nı, 50-60 kişi dinlerken, Süleyman Efendi Hazret’lerinin talebe’sinden olan vâiz, kürsüye çıktığında en az, ikibin-üçbin kişi dinliyordu. Hocafendi, ikindiden sonra, şu cami’de va’az edeceğim dediğinde, bu Cami’deki cemaatin hemen hemen, tamamı, ikindiden sonra da o camii’e gidiyordu. Sorulduğunda, “Niçin cami cami, bu vâiz’in peşinden geliyorsunuz?”, “Bu Vâiz Süleyman Efendi Hazret’lerinin talebesidir, onun nasihati, daha feyizli ve daha bereketli, ma’neviyyetı çok yüksek seviyede oluyor,” diye cevaplandırıyorlardı. 

Katıldığım şûrâ’larda, Tebliğ Sunduğum, sempozyum-seminerlerde, bulunduğum, meclis ve mahfillerde, mülâkî olduğum, Diyânet ve İlâhiyat çevrelerinde sorulduğunda: “Îmam-Hatip Lisesini nerede okudunuz, hangi İslâm Enstitüsü’nü, hangi İlâhiyat Fakültesi’ni bitirdiniz?” denildiğinde:

- Göğsümü gere gere, hiç tereddüt etmeden, yutkunmadan, “SÜLEYMAN EFENDİ HAZRET’LERİNİN TALEBESİNDENİM”, diye cevap veriyorum. Akan sular duruyor… Benim, bu dünya’da eriştiğim, erişebileceğim, en büyük rütbe, Süleyman Efendi Hazret’lerinin talebesinden, talebesinin talebesinden birisi olmam şerefidir. Nisbet-i Sahîha ile ona mensup, ta’lîm ve teallüm sistemi zincirinin son halkası, on yaşındaki çocuklar da bu şerefe nâildirler…