Sayın Başbakan'ın, "biz Türkiye'yiz ve Türküz. Kendi kararımızı kendimiz veririz, kimse içişlerimize karışmasın" şeklinde yaptığı sert çıkışta dile getirilen "içişleri" anlayışı, AB kriterlerinde de mümkün müdür. Evet ama, "fakat"ı da olan bir "evet" bu.  

1 Kasım 1993'te son onay işlemlerinin tamamlanmasıyla yürürlüğe giren Maastricht Antlaşması, üye ve aday ülkelere içişleriyle ilgili bir yetki bırakmaktadır. Bu antlaşmada göze batan esaslar şunlardır:  

Ekonomik ve Parasal Birlik,  

Ortak Dış Politika ve Güvenlik Politikası,  

Adlî Alanlar ve İçişlerinde İşbirliği.  

Burada dikkati çeken nokta; ekonomik ve parasal konularda "birlik", dış politika ve güvenlik konularında "ortak" terimleri kullanılırken, adlî alanlar ve içişlerinde "işbirliği" tabirinin kullanılmış olmasıdır. Buna göre; ekonomik, güvenlik ve dış politika sözkonusu olduğunda tek bir kararın alınması için ülkelerden AB organlarına doğru egemenlik yetkisinin devri gerekmekte, içişleri sözkonusu olduğunda ise üye devletlerin özerkliği esas alınmaktadır.  

Maastricht Antlaşması'nın birçok konuda tartışmalara yol açması, kavramların netleştirilmesi için bir dizi çalışmalar yapılmasını gerektirmiş, sonunda Amsterdam Antlaşması ve "Gündem 2000" doğmuştur.  

Halen kavramların netleştirilmesi tam olarak sağlanamamışsa da ülkelerin içişlerinde bir egemenliği sözkonusudur. İşin "fakat"ına gelince:  

Özellikle ülkemize karşı, AB dilediği alandaki konuyu içişlerimize bırakmakta, dilemediklerinde ise kendi ilgi alanına çekmektedir. Bunun en bariz örneğini bölücü terör örgütüyle ilgili tutumlarında görmekteyiz.  

Verheugen, Türkiye'de bulunduğu sıralarda can kayıplarıyla neticelenen birkaç terör saldırısı olmuştu. Gazetecilerin konuyla ilgili sorularına karşılık verdiği cevap, bunların Türkiye'nin içişleri olduğu yönündeydi. Oysaki aynı şahıs ve diğer AB yetkililerinin terör örgütüne karşı Türkiye'nin verdiği mücadeleleri çok şiddetli tenkitlerle karşıladıklarını hepimiz biliyoruz.  

Teröre karşı etkin olabilmek maksadıyla elzem olan köy boşaltma uygularımızdan, yargı süreçlerimize kadar her alanda karşılaştığımız müdahaleleri hatırlarsak, "içişleri" kavramının hiç de bize egemenlik tanıyıcı mahiyette ele alınmadığını görürüz.  

Leyla Zana ve arkadaşlarının, hükümet üyelerimizden bile muteber tutularak bölücülüğün güçlendirildiği de herkesçe bilinmektedir.  

Özelleştirmelerden, yabancı sermaye davetlerine, tahkimden yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılmasına, yargıdan yerel dillerle eğitime varana kadar her alanda AB'nin müdahaleleri ve o yönde düzenlemeler yapılmakta oluşu, içişlerimize hangi konuların kaldığı yolundaki çok önemli bir sorunun cevapsız kalmasına sebep olmaktadır.  

Son olarak Türk Ceza Kanununda yapılan değişiklik çalışmalarındaki "zina" konusu da bu kabildendir. Türkiye sözkonusu yasayı düzenlerken, kendi sosyal gerçekliği ile aile ve ahlak anlayışını gözetmeden yasa yapmaya zorlanmaktadır.             

 Nitekim,Avrupa Birliği-Türkiye Karma Komisyonu Başkanı Joost Lagendijk, ''zina sorunu çözülmezse, 6 ekimde yayınlanacak Avrupa Birliği Komisyonu'nun raporu, ya olumsuz ya da şartlı olur'' uyarısında bulunmuştur. Lagendijk, "evlilik dışı ilişkinin hapisle cezalandırılacağı bir Türkiye'nin Avrupa'da yer bulması imkansızdır. Bu tasarıda ısrar etmek, Türkiye'yi Avrupa Birliği'ne almayın demektir" diye açıklamıştır ki, burada içişlerinde egemenlik anlayışına zerre kadar fırsat verilmediği görülmektedir.  

Lagendijk, komisyon raporuna 17 Aralığa kadar bu sorunun giderilmesi şartının konulabileceğini ya da, komisyon raporunun 'tavsiye' bölümünde, 'bu sorun giderilmedikçe müzakerelere başlanamaz' görüşüne yer verilebileceğini açıklamıştır.  

Zina gibi bir meselede bile Türkiye'nin karşısına böylesine dışlayabilecek bir kararlılıkla çıkan AB'nin, yarın çok daha hayatî öneme haiz meseleleri bizim egemenliğimize terk edeceğini düşünmek fazlaca safdillik olacaktır.  

Bu da -eğer olabilecekse- AB'ye katılımın ülkemizin hayrına olup olmayacağı açısından ciddi endişeler taşımamız gerektiğini göstermektedir.  

İçişlerimiz konusunda aniden büyük bir kararlılık göstermeye başlayan Sayın Erdoğan'ın da aynı endişeyi duymuş olması mümkündür ve bir direnç göstermesinde yerden göğe kadar haklılığı vardır.