YÛNUS EMRE UZMANI YAMAN ARIKAN, BİZİM YÛNUS’U ANLATIYOR: ‘DİLİMİZ VE DİNİMİZ,TÜRK MİLLETİNİN MİLLÎ VARLIK VE BEKASININ İKİ TEMEL DİREĞİDİR.’ Oğuz Çetinoğlu: Yûnus ve Atatürk, yalnızca Türkçe’nin önemi üzerinde mi mutabıktırlar? Yaman Arıkan: Dikkat çekicidir, komutan Atatürk’le Derviş Yûnus, sâdece Türkçe’nin ehemmiyeti üzerinde ittifâk etmekle kalmıyorlar. Aynı zamanda, DİLİMİZİN ve DÎNİMİZİN Türk Milleti’nin millî varlık ve bekasının İKİ TEMEL DİREĞİ OLDUĞU üzerinde de ittifâk ediyorlar. Şâir Yûnus, dînimizin ve Kur’ân’ın özünü ve rûhunu şiirleriyle dile getirerek bu husûsu fiilen dillendirip tebârüz ettiriyor. Hatîp Mustafa Kemâl ise, meseleyi yine hıtâbetiyle dillendiriyor, hıtâbetiyle ifâde ediyor, hıtâbetiyle tebârüz ettiriyor: - Milletimiz, DİL ve DÎN gibi iki fazîlete sâhipdir. Bu fazîletleri hiçbir kuvvet, milletimizin kalbinden ve vicdânından çekip alamamıştır ve alamaz!... - Bizim dînimiz, en ma’kul ve en tabiî bir dîndir ve ancak bundan dolayıdır ki son dîn olmuştur!... Oğuz Beyefendi, Yûnus Emre ile Atatürk arasındaki münâsebette meselenin özü şudur: Yerleşik târihî millî inancımıza göre, Türklüğün millî varlık ve bekası tehlikeye girdiği anlarda ‘İlâhî İrâde’, ‘Türk Milleti’nin adı-sanı yok olmasın’ diye, bir millî önder, bir millî mürşid, bir millî kahraman, bir millî âbide şahsiyet gönderir. Nitekim, Göktürk Hâkanı ulu ceddimiz Bilgehan, Göktürk Kitâbelerinde bu husûsu pek güzel dile getirir: - Tanrı, Türk Milleti’nin adı-sanı yok olmasın diye, önce babam İlteriş-Kutluk Hâkan’la annem Bilge Hâtun’u tahta oturttu. Türk Milleti’ne il (= ülke, vatan, yurt) verdi. Daha sonra, yine Türk Milleti’nin adı-sanı yok olması diye beni tahta oturttu!... İşte, Göktürk Hâkanının pek güzel ifâde ettiği gibi, târihimizin sînesinde bir de böyle millî önderler, millî kahramanlar, millî mürşitler ve millî âbide şahsiyetler silsilesi bulunmaktadır. Bu silsilenin bilinen ilk büyük halkası, ulu ceddimiz Oğuz Han’dır. Şimdilik, son büyük halkası da Gâzî Mustafa Kemâl Paşa’dır. İkisi arasında, Türk Milleti’ne önderlik ve mürşidlik etmiş pek çok halka bulunmaktadır. Yûnus da bu halkalardan biridir. Toparlarsak, Gâzî Mustafa Kemâl Paşa ile Yûnus Emre, Türklüğün millî varlık ve bekasının tehlikeye düştüğü iki ayrı devirde, ‘Türk Milleti’nin adı-sanı yok olmasın’ diye, ilâhî irâdece bilhâssa gönderilmiş iki şahsiyettir… Çetinoğlu: Efendim, şimdiye kadar anlattıklarınızdan, Yûnus’un; Türklük rûh, şuûr ve asâletinin oluşmasında ve gelişmesinde pek büyük rolünün olduğu anlaşılıyor. Bu konuda daha başka söyleyecekleriniz var mı? Arıkan: Evet, var. Ancak, bir mülâkatda bu konuda söylenebilecekleri fazlasiyle söylediğimizi sanıyorum!... Çetinoğlu: Yûnus Emre’yi çağdaşı Mevlânâ ile karşılaştırdığımızda, sizce nasıl bir durum ortaya çıkar? Arıkan: Mevlanâ, gerçek bir mütefekkirdir. Eğer öyle olmasaydı, yâni sıradan bir insan olsaydı, Türk Milleti ve Türk Kültürü hesâbına O’nun kaybına üzüntü duymazdık. Anladığım kadarıyla, benden, Yûnus ile Mevlânâ’nın mukayesesini yâni karşılaştırılmasını istiyorsunuz! Bu isteğinizi farklı bir yaklaşımla cevaplandırıp esas mukayeseyi size bırakmak istiyorum: Mevlânâ, kendisi aslen bir Türk’tür ve Türk ülkesinde ve bir Türk Denizi içinde yaşamıştır. ‘Türk Denizi’ ifâdesini bilhâssa kullandık. Zîrâ o devirde, Kaşgar ile Marmara sâhilleri arasındaki coğrafyada Türkler hâkimdir, Türkler yaşamaktadır. Öyle ki, devrin gayr-i Müslim bir târihçisine göre, ‘Anadolu, karınca yuvaları gibi Türk kaynamakta, âdetâ, dünyâ Türklere dar gelmektedir. Halkın kahir ekseriyeti Türk’tür ve Türkçe konuşmaktadır. Anadolu’da, Türkçe konuşmayan ve pek küçük azınlıklar hâlinde bulunan sâdece bir mıkdâr Ermeni ile bir mıkdâr Rum vardır. Bir de, bugünkü Îrân’ın pek dar bir bölgesinde Farsça (Acemce) konuşulmaktadır. Bütün bunlardan başka; hâkanlar Türk’tür, Türkçe konuşmaktadır. İleri gelen yöneticiler hepsi Türk’tür, Türkçe konuşmaktadır. Ordu komutanları ve bütün ordu mensupları Türk’tür ve Türkçe konuşmaktadır. İşte böyle bir zemînde, Mevlânâ, içinde yaşadığı millete yabancı bir dille (Farsça-Acemce) yazmış ve söylemiştir. Onun yazıp söylediklerini, o devirde Marmara sâhilleri ile Kaşgar arasında yaşayan insanlardan kaç kişinin anlayabilmiş olacağının hesâbını size bırakıyorum. Yûnus ise, sâdece devrinin Marmara sâhilleri ile Kaşgar arasındaki Türklerin anlayabileceği bir dille değil, dağdaki çobanla, okuması-yazması bile olmayan benim ninem de dâhil, kıyâmete kadar gelecek bütün Türklerin anlayabileceği bir dille yazmıştır… Kendisinden yedi asır sonra gelen yabancı bir Türkiyâtçıya (Türkolog), ‘Eğer Yûnus’un Türkçe’si günümüze kadar yaşatılabilseydi, bugün dünyâda konuşulan dillerin en güzeli Türkçe olacaktı.’ dedirtecek şekilde. Çetinoğlu: Yûnus’un dili hakkında neler söyleyeceksiniz? Arıkan: Yûnus, yaşadığı dönemde, bu günkü Türkçe ile konuşup yazıyordu. Yûnus’un şu dörtlüğü bir televizyondan okunsa, anlamayan 70 kişi çıkar mı? Taşdın yine deli gönül, Sular gibi çağlar mısın! Akdın yine kanlı yaşım, Yollarımı bağlar mısın! Bu noktada, Peygamberimizin bir sözünü de hatırlamamız lâzım. Allah’ın Resûlü şöyle buyuruyorlar: - İnsanlara, anlayabilecekleri seviyede hıtâp ediniz!... Peki, o devirde Kaşgar ile Marmara sâhilleri arasında yaşayan Türk topluluğunun anlayabileceği seviye Acemce miydi ki, Mevlânâ ve çevresi onlara Acemce hıtâp etti?... Mevlânâ kurtarıcısı bu kolay çözümcülerden bazıları da şöyle diyor: - Efendim, Mevlânâ, mesnevîsini ve diğer eserlerini Îrânlıları Şiîlikten döndürmek için Farsça yazmıştır. Ben de diyorum ki: - Yaaa! Öyle mi! Peki bugüne kadar kaç Îrânlı, Mevlânâ’nın Mesnevî’sini okuyarak Şiîlikten dönmüş!... Kolay çözümcü düşünemez ki, Şiîlik, öyle sanıldığı gibi, gerçekte bir dînî mezhep falan değildir. Bil’akis, Farslığı ve Fars ırkını korumak için dîn kılıflı bir zırhtan ibârettir. Yâni Acemler, Fars ırkını ve Farslığı korumak için, Şiîliği bir zırh olarak kullanmaktadırlar… Çetinoğlu: Ana dili dışındaki dillerle eser yazan başka Türkler de var. Arıkan: Türk olduğu halde, Türkçe dışında dillerle yazan âlimlerden biri de ‘Zemahşerî’dir. Atalar yurdumuzun bir bölgesi olan Hârezm’in Zemahşer Kasabası’nda doğup büyümüştür. Kendisi, asırlardır ve bugün, Arap dili ve edebiyâtının en önde gelen otoritelerinden biridir. Öyle ki, Arap dili ve edebiyâtı konusunda, onun herhangi bir sözü, âdetâ akan suları durdurur, onun sözünün üzerine daha söz söylenmez. Hepsi de Arapça yazılmış olmak üzere; tefsîr, dil, gramer, fesâhat-belâğat, edebî sanatlar,… konusunda pek çok eseri vardır ve her biri, Arap dilinin hakîkaten birer şâheseridir. Bu ulu ceddimizin, başta ünlü tefsîri Keşşâf olmak üzere, kütüphânemde mevcut eserlerini hep hayıflanarak okurum. İşte bu büyük Türk, hacc münâsebetiyle gittiği ve bir müddet kaldığı Mekke’de, bir ara, devrin çevredeki Arap âlim, edîp, şâir ve yazarlarını etrâfına toplayarak onlara hıtâben şöyle diyor: - Gelin, size atalarınızın dilini öğreteyim!... Şimdi, bir Türk olarak nasıl dövünmez, nasıl eseflenmezsiniz! Düşünün bir kerre! Ana dili Türkçe olan bir kişi, devrin Arap edîp, âlim, şâir ve yazarlarına, atalarının dilini öğretmek istediğini söylüyor. Bu söz, onun, Arap dilini devrin Arap edîp, âlim, şâir ve yazarlarından daha iyi bildiğini gösterir. Bu bir dehâdır. Bu dâhî Türk, Arapça yerine kendi ana dili Türkçe’ye omuz verseydi, bugün, bin küsûr yıl öncesinden Türkçe’mizin de şâheserleri bulunmayacak mıydı? Çetinoğlu: Söylediklerinizden, gündem dışı bir konuya geçmek mecburiyeti hâsıl oldu: Yabancı dil öğretimi ve yabancı dille eğitim... Türk Dili ve Edebiyatı üzerine yüksek tahsil görmüş bir aydın olmanıza rağmen üç yabancı dili, ana dili gibi konuşabilen bir insan olarak, yabancı dille eğitim konusundaki görüşlerinizi alabilir miyim? Arıkan: Türkiye Cumhuriyeti Türklüğü, bir müddetten beri, misli görülmemiş ve cıhan çapında bir sû-i kasd hareketiyle karşı karşıyadır. Bu, ana dili Türkçe olan Türk evlâtlarına, sömürgeci haçlıların diliyle eğitim-öğretim yaptırılmasıdır. Dışarıdan tezgâhlanan ve içerideki dönme-devşirme torunları ve sömürge aydını kafalı bazı yöneticilerce yürütülen bu sû-i kasd hareketiyle, Türk Milleti’nin yeni nesillerinin beyinleri mantarlaştırılmakta, morfinlenmekte, dolayısıyla çalışamaz, fikir üretemez ve meselelere çözüm getiremez duruma düşürülmektedir. Bunu îzâh edelim: - İnsan beyni, hârika bir îmâlât makinesi, bir îmâlât âletidir. Îmâl ettiği şey de fikirdir, meselelere çözümdür. Beyin, bu îmâlât işini, dil ile ve dilin kelimeleriyle, fakat münhasıran ve sâdece, kişinin kendi ana dili ve ana dilinin kelimeleriyle yapabilir. Hiçbir insan beyni, ana dilinin dışındaki bir dille ve o dilin kelimeleriyle îmâlât yapamaz. Buna göre, beynin îmâlât malzemesi, münhasıran ve sâdece kişinin ana dili ve onun kelimeleridir. Şu hâlde, kişinin beyninin îmâlât yapabilmesi yâni fikir üretip meselelere çözüm getirebilmesi için, onun kendi ana dilini olabildiğince iyi bilmesi gerekir. Çünkü îmâlâtı onunla yapacaktır. Bir kişi, kendi ana dilini ne nisbetde biliyorsa, o nisbetde fikir üretme ve meselelere çözüm bulma imkânına sâhiptir. Ana dilini çaycı Ali dayı da bilir, falan ilim adamı da. Fakat arada nisbet farkı bulunduğu için, çaycı Ali dayı, o ilim adamının sâhip bulunduğu fikir üretme imkânına sâhip değildir. Beynin fikir îmâlâtında kullandığı temel malzeme, kişinin ana dilinin kelimeleridir. Bu bakımdan, kişi, kelime hazînesinin zenginliği nisbetinde fikir îmâl etme ve meselelere çözüm bulma imkân ve kabiliyetine sâhiptir. Üç-beş yüz kelimelik, hattâ üç-beş bin kelimelik kabîle dilleri ile, büyük çapta fikir îmâlâtı yapılamaz. Aynı şekilde, kişinin ana dilinin kelime hazînesi ne nisbetde zengin olursa olsun, o, o zengin kelime hazînesinden ancak kullanabildiği kelime nisbetinde fikir îmâlâtı yapabilir. Çaycı Ali dayının ana dili Türkçe’nin, sayısı yüz binleri bulan kelimesi vardır. Fakat bizim Ali dayı, o yüz binlerden ancak üç-beş yüzünü kullanabilir. Bu sebeple, onun beyninin fikir îmâlâtı, o üç-beş yüz kelimenin çerçevesini aşamaz. Şimdi, bütün bu husûslar için bir de müşahhas birer misâl verelim: - Kendinize saray gibi güzel bir ev yapmak istiyorsunuz. Ancak, malzeme olarak, ortada sâdece bir moloz yığını, bir mıkdâr taş-tuğla, bir mıkdâr da işlenmemiş mobilya malzemesi var. Bu malzeme ile kendinize ancak bir kulübe veya bir gecekondu yapabilirsiniz!... - Yine, meselâ, mutfağınıza girip kendinize çorbasıyla, kebabıyla, sebzesiyle, baklavasıyla, hoşafıyla,… mükellef bir ziyâfet hazırlamak istiyorsunuz. Fakat kilerinizde sâdece bir mıkdâr un, bir mıkdâr tuz, biraz da ıvır-zıvır malzeme var. Bu malzeme ile kendinize ancak bir bulamaç, belki bir de gözleme yapabilirsiniz!... Hâlbuki ev misâlinde, elinizde; işlenmiş mermeriyle, fayansıyla, tuğlası-kiremidiyle, yine işlenmiş mobilyasıyla her türlü malzeme bulunsaydı, hayâl ettiğiniz o saray gibi evi yapabilirdiniz. Mükellef ziyâfet misâlinde de, kişinin emeline kavuşması, ancak gerekli temel malzemelere sâhip olmakla mümkün. Aksi hâlde, gerekli temel malzemeye ne nisbetde sâhipse, emeline de o nisbetde kavuşabilir. Bu misâller, beyinlerin fikir üretimi konusunda da aynen geçerlidir. Biraz önce, ‘Beyinler, fikir îmâlâtını yâni fikir üretimini münhasıran ve sâdece, kişinin kendi ana diliyle yapabilir.’ Demiştik. Fikir üretiminde beynin muhtâç olduğu temel malzeme, dilin kelimeleri ve bir de dile hâkimiyettir. Nasıl ki, kişi, ev meselesinde, ortada mevcut malzemeye göre ev yapabiliyor; ziyâfet meselesinde de kilerdeki malzemeye göre ziyâfet hazırlayabiliyorsa, aynen bunun gibi, fikir üretiminde de, dildeki hâkimiyetine ve sâhip bulunduğu kelime hazînesine göre fikir üretebilir ve meselelere çözüm getirebilir. Şu husûsun da unutulmaması gerekir: - Saray gibi ev yapmak veya mükellef ziyâfet hazırlamak için, temel malzemelerin mevcûdiyeti şart olmakla berâber, fiilen harekete geçilip gereği yapılmadıkça, ev veya ziyâfet, kendiliğinden meydana gelmez. Aynen bunun gibi, fikir üretiminde de, sırf temel malzeme olan kelime hazînesi ile dil hâkimiyetine sâhip bulunmakla fikir ürünü kendiliğinden hâsıl olmaz. Ayrıca, beynin çalıştırılması da gerekir. Nitekim, biz de dâhil, birçok konularda geri kalmış ülkeler insanları, dilde az-çok temel malzemelere sâhip bulunmalarına rağmen, beyinlerini çalıştırmadıkları için, fikir üretiminde kayda değer bir varlık gösterememektedirler… Bütün bu açıklamalarla, kişinin, münhasıran ve ancak kendi ana diliyle fikir üretimi yapabileceği, bunun temel malzemesinin de dilin kelimeleri ve dile hâkimiyet olduğu açıkça ortaya çıktı. Şimdi de o temel malzemelere tam olarak ne sûretle sâhip olunabileceği husûsunu görelim. Bunun şaşmaz tek yolu, milletin evlâtlarının, kendi ana dilleriyle çok iyi ve seviyeli bir eğitim-öğretim görmüş olmalarıdır. Eğer evlâtlarımızın haysiyetli, şahsiyetli, kişilikli, beynini çalıştırarak fikir üretimi yapabilen ve meselelere çözüm getirebilen birer insan olmalarını istiyorsak onları mutlaka ve behemehâl, kendi ana dilleriyle yâni Türkçe ile yapılan seviyeli bir eğitimden geçirmeliyiz. Yabancı dille eğitim onlara, bu nitelikleri kazanma yolunu kesinlikle kapatır. Belki, sömürgecinin dilini tarzanca da olsa biraz öğrenebilir. Fakat, insan olmanın belki de birinci husûsiyeti olan beyin çalıştırma ve fikir üretme nîmeti kendisine ebediyyen kapanabilir… Maal’esef, ülkemizde, Gâzî Mustafa Kemâl Paşa’dan sonra yönetimde insiyatif; dönme-devşirme torunları ile sömürge aydını kafalılar ve kolay çözümcüler üçlüsünün eline geçmiştir. Dönme- devşirme torunları, Türk Milleti’nin ve Türklüğün aleyhine olan her harekete bilinçli-şuûrlu olarak katılırlar. Türk’ün lehine olabilecek her millî hareketin de dâimâ karşısında yer alırlar. Vaktiyle, haçlı sömürgeciler, Afrika’nın nerdeyse tamâmını, Asya’nın da birçok ülkesini işgâl ederek mâddî servetlerini sömürmüşler; başta dilleri, dînleri ve millî kültürleri olmak üzere, ma’nevî değerlerinin birçoğunu da yok etmişlerdir. Meselâ açtıkları okullarda, sömürdükleri ülke insanlarının çocuklarına kendi sömürgeci dilleriyle eğitim-öğretim yaptırmışlardır. Böylece, bir müddet sonra, kendi dilinden, kendi dîninden, kendi kültüründen ve kendi millî kişiliğinden yoksun kalan nesiller, sömürgeci karşısında tam bir aşağılık duygusu içine düşmüştür. Bunun netîcesi de, sömürgeciyi dâimâ efendi ve üstün insan, kendisini ise aşağı yaratılışta insan olarak görmeğe başlamıştır. Sonunda, o ülkelerin okumuşlarının kafasında şu kanâat ve inanç iyice yer etmiştir: - Üstün insan olan beyaz adamın, yâni batılının, yâni haçlı sömürgecinin görüşü-fikri ve düşüncesi de üstündür. Binâen’aleyh, doğru olan, onun dediğini yapmaktır. İşte biz, ülkelerin, kafaları bu noktaya getirilmiş okumuşlarına ‘sömürge aydını’ deriz. Sömürge aydınının kafası, aklı ve beyni, sömürgecinin her dediğine hemen yatar. Ülkemizde, bu sömürge aydını kafalı kişiler pek mebzûldür. Hem de boy boy, düzine düzinedir… Mekânı Cennet olası Gâzî Mustafa Kemâl Paşa, sömürgeci haçlıların diliyle eğitim veren okulların birçoğunu kapatmış, onların, Türk Milleti’nin evlâdlarının beyinlerini sömürgeleştirme hareketinin önünü kesmişti. Onun ölümünden kısa bir müddet sonra, bizim kolay çözümcü bazı yöneticilerimizle sömürge aydını kafalı okumuşlarımız, haçlıların telkînleriyle, yabancı dille yâni haçlı sömürgecilerin diliyle eğitimi yeniden başlattılar. Bu iş öyle hızlı gitti ki, Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Anadolu Liseleri,… derken, sömürgecinin dilini Ana Okullarına kadar soktular. Bugün, o esrârengiz, mubârek ve muhteşem dilimiz Türkçe ile eğitim veren mektep sayısı pek az kaldı sanıyorum. (DÖRDÜNCÜ BÖLÜMÜN SONU. BEŞİNCİ VE SON BÖLÜM YARIN VERİLECEKTİR.)