Masârıf-ı Zekât’dan, (sadakâtın, zekâtların verilebileceği yerlerden) beşincisi, kölelerin hürriyetlerinin satın alınması için, zekât mallarından bir sehim verilmesidir. Bu hususta müçtehidler arasında her hangi bir ihtilâf yoktur. Zira, nassın zâhiri bunu natıktır. İhtilâf, bu zekât sehminin doğrudan kölenin efendisine mi verilmesi veya hürriyetini satın almak isteyen köleye mi verilmesi gerektiği hususundadır. Zekâtta temlikin şart olduğunu söyleyenler doğrudan kölenin eline verilmesi gerektiğine kâil olmuşlar, diğerleri de her iki hal de kölenin hürriyetini satın almaya matuf olduğu için, efendisine verilerek kölenin azad edilmesi de temin edilebilir demişlerdir.

Âlem’lere rahmet Sevgili Peygamber’imiz, nübüvvet ve risâlet vazifesine başladığında, kölelik, Arap topluluklarında ve diğer kavim ve milletlerdi çok yaygındı. Tabiri câiz ise, İslâm köleliği kucağında buldu. Köleliğin yeryüzünden kaldırılması için, İlâhî ve risâletî tedbir alındı. “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için siz kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki, Allah yanında en değerli (şerefli) olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurât 49/13)

Bu âyet-i Kerime’de Cenab-ı Hak bütün insanların yaratılış itibariyle, müsâvî (eşit) ve hür olarak yaratıldıkları, birbirlerine, yalnız Allah tarafından bilinen kalplerindeki takva ile üstün olabilecekleri, bunun dışında, herkesin hür ve eşit yaratıldığı ve öyle yaşamaları gerektiği açıkça beyan buyrulmuştur. (İslâm ceza hukukunda bir Müslümanı haksız yere ve bilerek öldüren kimsenin cezası kısas, yani idamdır. Bunu affetme salâhiyeti yalnız maktulün ailesine aittir. Bunlar isterlerse kısas yerine diyet talep ederler ve isterlerse her ikisini de bağışlarlar. Bu takdirde devletin tazir yoluyla daha hafif bir şekilde cezalandırma salâhiyeti vardır. Kısasla alâkalı âyetler, (Bakara Sûresi, 2/178,176 )... Bu ayette ise, manevî ve uhrevî ceza açıklanmaktadır. Bir mümini yanlışlıkla, meselâ av hayvanı veya muharip düşman sanarak öldüren kimsenin de maddi manevî cezaları vardır; bu cezalar, maktulün mensup olduğu topluma göre değişmektedir. Maktulün ailesi Müslüman ise öldürene iki ceza vardır. Birinci: Maktulün ailesine vereceği diyet; bu da yüz deve veya bunun başka mallardan karşılığı kadar bir meblağdır. Diyeti öldürenin ailesi öder, güç yetmez ise devlete başvurur, devletin maliyesinin ödemesini talep ederler. İkinci: Yanlışlıkla da olsa bir hayata son verdiği için mümin bir köleyi hürriyetine kavuşturmak suretiyle topluma ilâve edeceği hür bir hayat... Köle azad etmeye gücü yetmeyenler ise, iki ay aralık vermeden oruç tutarlar. Maktulün ailesi Müslümanlara düşman bir toplum ise, onlara mal vererek kuvvetlendirmek Müslümanların aleyhine olacağı için diyet ödenmez.)

“Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz. Fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da kefâreti ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fakire yedirmek, yâhut onları giydirmek, yâhut da bir köle azad etmektir. Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin kefâreti budur. Yeminlerinizi koruyun (onlara riayet edin) Allah size âyetlerini açıklıyor, umulur ki, şükredersiniz.” (Mâide 5/89)

“Kadınlardan zıhâr ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin karılarıyla temas etmeden önce bir köleyi hürriyetine kavuşturmaları gerekir. Size öğütlenen budur. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır.” (Mücâdele 58/3)

Yüce İslâm dininin getirdiği bu kabil tedbirler, Hazret-i Ebû Bekr es-Sıddîk gibi Ashab’ın zenginlerinin, müşriklerin zulmü altındaki köleleri satın alarak hürriyetlerine kavuşturmaları daha sonraki asırlarda gelen Müslümanlara örnek teşkil ettiği için, önce, Müslümanlar, kendi kölelerini karşılıksız azad ettiler veya başkalarına ait köleleri satın alarak hürriyetlerine kavuşturdular. Böylece, evveliyyetle İslâm toplumlarında, daha sonra da bütün dünyada köle, kölelik devri nihayete erdi.

Böylece, zekât amilliği ve Müellefe-i kulûb, müesseseleri gibi, kölelerin hürriyetlerini satın almak için zekâttan sehim almaları da seeb ortadan kalktığı için hükmü de ortadan kaldırılan üçüncü masraf-ı zekât olmuştur...

Masârıf-ı Zekât’ın 6. Mertebesi, “Gârimîn” garim, borçlu demektir. Burada masârıf-ı zekâttan sayılan borçlu mutlak değildir. Yani, her borçluya zekât verilmez. Borcundan fazla nisab derecesinde bir mala malik olmamakla mukeyyiddir. Borcu malından fazla olan, yâhud borcu ile malı eşit derecede bulunan, yâhut malı borcundan fazla olur da borçtan fazla nisab derecesinde olmayan bu borçlular, zekât mallarından bir sehim alabilirler.

Fetvâ-yi Zâhiriyyede borçluya borcunu ödeyebilmesi için zekât vermek fakirlere vermekten daha evlâdır, denildiği Dürrü Muhtâr’da naklediliyor ki, çok mühimdir. Borç insan için, insan için büyük bir musibettir, insanın belini büker, hayâtından usandırır. Zâten “Gurm”’un manası da bu meşakkati ifade eder. Sûre-i Furkân’da helâkten gârâm ile tabir edilerek, “Şüphesiz, cehennem azabı, cehenneme girenler için helâk ve hüsran olmuştur.” (Furkan 25/65) Demek oluyor ki, garâmet-i mâl kul borcudur, insanı helâke sürükleyen ve belini büken büyük bir meşakattir. (Allah, borçlulara edâ’yı müyesser kılsın! Olmayanları da Allah esirgesin!...)

İbn-i Abbâs Tefsirinde masârıf-ı zekâttan sayılan borçluların borçlarını günah-masiyet işler, fiiler için borçlanmamış olmaları kaydı ve şartı vardır. Mesela, bir alkoliğin, bir fâhiş’in, zinkâr’ın, fuhuş ve sefahat için borçlanmalarından dolayı borçlarının zekât malından ödenmesi asla câiz değildir.

BU HUSUSTA BİZİM GÖRÜŞÜMÜZ: Günümüz dünyasında, dünyanın en zengin devletleri aynı zamanda borcu en çok olan devletlerdir. Tıpkı devletler gibi şahıslar da borç batağındadırlar. İnsanlar kazanabildikleri kadar harcama yerine, lüks ve israf için kazançlarının kat be katı fazla harcadıkları daimî borçludurlar, mütevâzî aracını satıp daha lüksüne almak için, mütevâzî dairesini satıp daha lüksünü almak için borçlanan, kredi kullanan borçlulara zekât verilmez. Kendisinin ve ailesinin helal rızkını kazanmak isterken, kazaya uğramış, başına bir bela isabet etmiş borçlanmış birisinin borçlarının ödenebilmesi için zekâtların bu gibilere verilmesi fakirlere verilmesinden daha faziletlidir...

MASARIF-I ZEKÂT’DAN YEDİNCİ MERTEBE: “Ve fîsebili’llâh”, (Allah için gazâya iştirak etmek isteyen fakirler demektir. Gazâ masraflarını ve levâzımatını tedârikten aciz olan bu mücâhidlere de masârıf-i zekâtın yedinci bir kısmını teşkil ediyorlar. İmam-ı Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’den nakledilen bir sahih kavle göre, (Allah yolunda olanlar) kavl-i Şerif’inin delâlet ettiği kimseler Müslüman gâzilerdir. Çünkü şerîat örfünde (sebîlullâh) lâfzı mutlak zikrolununca bununla fakir gâziler murâd olunur. İ’lâ-i Kelimeti’llâh için cepheye koşmuş, ailesini, malını-mülkünü geride bırakmış, gâzî, zengin bile olsa kendisine zekât verilebilir...

İmam-ı Şâfiî, gâzî zengin bile olsa zekât vermek câizdir demiş. Hanafî imamları ise bir ihtiyaç ortaya çıkmadıkça câiz değildir, demişlerdir. İmam-ı Şâfiî delil olarak Ebû Said-i Hudrî Hazretlerinin rivayet ettiği şu hadisi sevk etmiştir: Nebî salla’llahu aleyhi ve sellem: “Zengine sadaka (zekât) helal değildir, meğer ki, o zengin, Allah yolunda mücâhid, yâhud âilesinden ve malından mahrum yolcu ola, yâhut da fakir ve miskin komşusu olan zengin kimseye tasadduk edile de o götürüp o miskine vere, buyurmuştur. 

Hanafî imamlarının bu babda istinad ettikleri deliller şurlardır: Sünen-i ERBAA SAHİBLERİYLE Ahmed bin Hanbel’in, Dâremî’nin Abdullah İbn-i Ömer radiya’llahu anhümâ’dan rivayetlerine göre Resûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem: “Sadaka (zekât) ne zengine ne de gücü kuvveti yerinde bütün azası salim kimseye helâl değildir.” buyurmuştur. Meseleye delâleti pek açık ve zâhir’dir.

İbn-i Abbas radiya’llahu anhümâ’dan rivayet edilen bir başka hadiste ise: “Sadaka ve zekât, Müslümanların zenginlerinden alınır, fakirlerine verilir,” buyrulmuştur. Bu hadiste Müslümanlar iki kısma ayrılmıştır: Verenler, alanlar. Şu halde sadakanın gâzi bile olsa zengine verilmesini tecviz etmek, Resûl-i Ekrem’in bu taksimini tamâmiyle ibtâl eder. Bu ise katiyen câiz değildir.

Bu hususta bizim görüşümüz: Bu gün dünyanın hiç bir yerinde, hiç bir cephede İ’lâ-i Kelimeti’llah için İmamü’l-Müslimîn, tarafından ilan edilmiş açılmış bir gazâ yoktur, dolayısıyla da gâzî yoktur. Sebep ortada bulunmadığına göre, hüküm de yok demektir. Sebep yeniden avdet eder, cephe açılır, Müslümanlar gazâ için Müslümanların imamı, önderi tarafından cepheye, gazâya davet edilirlerse, hüküm de avdet eder.

Günümüzde, bazı haddini bilmez sefillerin, “Bizler Allah yolunda cihad ediyoruz, Allah yolunda cihad edenler, zengin bile olsalar, hattâ, bindikleri atın üzengisi altından bile olsa, zekât alabilirler. Bizim bindiğimiz lüks araçların direksiyonları altından bile olsa, bize zekâtlarınızı verebilirsiniz,” demelerinin yukarıda serdettiğimiz deliller ve tabirler müvâcehesinde hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Hezl ve safsatadan ibarettir...