“SUR’DA BİR GEDİK AÇTIK, MUKEDDES Mİ MUKADDES, 

EY KAHPE RÜZGAR, ARTIK, NE YANDAN ESERSEN ES.”

(Necip Fazıl Kısakürek 1947)

Aziz Üstad! Ruhun Şâd olsun, surda açtığın gedik büyüdü, büyüdü, sur hâk ile yeksan oldu, Ayasofya’yı yekpâre kuşatan, Ayasofya’ya girişe izin vermeyen, imkân vermeyen o sur yıkıldı, Bizans zinciri kırıldı. Ayasofya ibadete açıldı... 

Ayasofya’nın etrafındaki yıkılmaz sanılan surlar duvarlar yıkılmış, koparılamaz sanılan Bizans zinciri kırılmış, koparılmış, Ayasofya’nın etrafında hiç bir engel kalmamıştır. Ayasofya’ya rahat girilirken şimdi sıra, Lozan Sulh Antlaşmasıyla Milletimizin önüne dayatılan diğer surların ve bukağıların yıkılmasına zincirlerin kırılıp atılmasına gelmiştir.

Müstevlî’ler, Mondros, Mudanya Mütâreke’leri ve Sevr Anlaşmasının şartlarını ileri sürerek işgal hareketlerinde bulunmuşlardır. Lozan Sulh Antlaşmasıyla, Fransızlara verilen Suriye’ye yakın illerimizden, Gaziantep ve Kahramanmaraş Mondros Mütârekesinde her ne kadar Fransızların nüfuzuna bırakılmış ise de, Gâzî Antep’imiz, 17 Aralık 1918’de İngilizler tarafından işgal edilmiş, aralarında yapılan bir anlaşma ile, 5 Kasım 1919’da İngilizler, şehri Fransızlara ve Ermeni çetelerine bırakarak terketmiştir. Aziz Milletimiz, Antep Halkı, Şahin Bey ve Karayılan’ın şahıslarında topyekün bir Millet kahramanlık destanı yazarak tarihe geçmiş, 25 Aralık 1921 tarihinde şehri tamamen düşman işgalinden kurtarmışlardır. Anteplilerin destanlara sığmayan bu kahramanlığı karşısında, TBMM 6 Şubat 1921 tarihinde Antep’e “Gâzîlik” unvanını vererek tebcil etmiş, bu tarihten sonra Antep artık kıyamete kadar “Gâzîantep’dir...

Maraş’ımız, Mondros Mütârekesi şartları müvacehesinde, 22 Şubat 1919’da İngilizler tarafından işgal edilmiş, 29 Ekim 1919’da İngilizler çekilmişler yerlerini Fransızlara ve Ermeni çetelerine bırakmışlardı. 29 Kasım 1919 ‘dan itibaren işgalin sonlandırılması için, Müdafaâ-yi Hukuk cemiyeti ve Kuvvâ-i Milliye kurulmuş, Sütçü İmam ve Rıdvan Hoca gibi gözünü budaktan esirgemez Kahramanların öncülüğünde, Maraş Halkı, tarihte görülmemiş, destansı kahramanlıklar göstererek, 11 Şubat 1920 tarihinde Maraş’ımızı düşman işgalinden kurtarmıştır. Elli yıl sonra bile olsa da, TBMM 7 Şubat 1973 tarihinde Maraş’a “Kahramanlık” unvanını layık görmüş, artık, Maraş kıyamete kadar, KAHRAMANMARAŞ’tır...

Bu işgaller sahici idi, kahramanları da sahici ve gerçek kahramanlardı.

Tasmaları müstevlîlerin elinde bulunan, Palikarya, Yunan Kalb-i akûr’ları, 15 Mayıs 1919 tarihinde, İzmir’den, Anadolu Topraklarında üzerimize salıverildiler. Hiç bir engelle karşılaşmadan, müstevlîlerin tasmalarını uzattığı yerlere kadar ilerlediler. Ankara, Polatlı’ya kadar. Batı Anadolu’da bazı sahte kahramanlar adına, kazanılmış zaferler 1.ve 2.İnönü Zaferleri, kazanılmış bir Sakarya Meydan Muharebesi ki, Komutanı, Mareşallık rütbesiyle taltif edilmiş, kendi ifadesine göre,“Sahib-i Tertib,” yanî büluğ çağından itibaren hiç bir vakit namazını kazaya bırakmadan eda etmiş birisi... Üstad Necip Fazıl Bey Merhume “Ben, Sakarya Meydan Muharebesinde bile bir vakit namazımı kazaya bırakmamış birisiyim” diyecekti. Sakarya Meydan Muharebesinin kahraman komutanı, İttihad ve Terakkî bakiyesi, tek parti mütegallibe, ceberûtî ve tâgûtî idarenin emrinde “Kuzu kuzu” tamı tamına yirmi beş yıl Genelkurmay Başkanı olarak hizmet vermiş, Medreselerin kapatılmasına, Milletimizin, dininden, diyanetinden, milliyetinden koparılmasına, bin yıllık Alfabemizin değiştirilmesine, şapka giyme-giydirmeye ve diğer bütün devrimlere seyirci kalmıştır. Bilindiği gibi İslâm harfleriyle yazıldığında, harf sayısı ve şekil bakımından “Fevzi ile Kuzu” aynıdır. Sadece Fevzi’nin fa’sı tek noktalı, kuzunun ka’sı çift noktalıdır. Üstad, kendisine yüzüne karşı veya gıyabında hep “Kuşu Paşa” diye hitap ederdi. Bir mecliste Üstad kendisini ağır bir şekilde itham ettiğinde “Necip Fazıl, sen beni nasıl itham edersin? Ben Sakarya Meydan Muharebesi sırasında bile tek bir vakit namazımı kazaya bırakmamış birisiyim” dediğinde; Üstad “Paşa Paşa! Bir vakit namaz bile kılmasaydın, umulur ki, Rabbim seni affedebilirdi. Ancak, yirmi beş yıl küfre hizmet ettin, küfrü destekledin, işte bunun affı yoktur” diye cevaplandırmıştı.

1. ve 2.İnönü zaferleriyle düşman tamamen mağlup edilmişken bir de Sakarya Meydan Muharebesi kazanılmışken, Anadolu’ya salınan Yunan Ordusu ne kadar kalabalıkmış ki, arta kalanlar, Ankara-Polatlı’ya kadar gelmişler, ciddi bir mukavemetle karşılaşmadıkları halde, müstevlîlerin, sahiplerinin tasmalarından tutup geri çekilmelerini istemeleri üzerine geri dönüp, son sürat, koşar adım İzmir’e doğru hareket etti.

Tabiî daha Dumlupınar, Büyük Taarruz, Başkomutanlık Meydan Muharebesi var... Oldum olası, nüfusu 6-9 milyon, hâlen 9 milyon olan Yunanistan’ın ordusu ne kadardı ki, zaferlere, meydan muharebelerine rağmen, belli bir sayıyı muhafaza etmiş ki, gemilere doluşup, İzmir’i terk etmişlerdir.

Yıllar önce, bizzat bu muharebelere katılmış bir zattan dinlemiştim. Akşehir’den itibaren Yunan Ordusunu kovalamaya başladık ama yetişmek ne mümkün, motorlu vasıtalarla, hızlı koşan atlarla bizim önümüzde fersah fersah ilerimizdeydiler. Uşak-Karhallı’da, birliğimiz, Yunan Ordusu Başkomutanı, General Trikopis’i esir aldı. Birlikte, en kıdemlimiz bir Astsubay Başçavuş idi. Düşman Ordusunun Başkomutanı esir alındığında ona nasıl davranılacağını hiç birimiz bilmiyorduk. Hiç bir şey yapmadan bir telgrafla Akşehir’deki karargaha sorduk. Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşa Akşehir’deki karargahta imişler, atlarına atlayıp, Afyon, Uşak üzerinden İzmir’e hareket ettiler. Yunan Ordusu son sürat 6 Eylül İzmir’e ulaştı ve 6 Eylül’ü 7 Eylül’e bağlayan gece İzmir Limanını terk etti.

Mustafa Kemal Paşa ve beraberindekiler ise ancak 9 Eylül 1922 günü İzmir’e ulaşabilmişlerdi.

Anadolu sahnesinde sahneye konulan tiyatro oyununun ikinci perdesi bu kere İstanbul sahnesinde sahneye konuldu. Takvimler 13 Ekim 1918’i gösterdiği gün, bir de bakıldı ki, İngiliz harp gemileri boğazın serin ve mavi sularında birer birer demir atmaya başlamışlardı. Böylece, İstanbul’un işgali fiîlen başlamış oldu.

O sırada, küçük bir tekne ile, İngiliz gemilerinin yanından geçmekte olan, Mustafa Kemal Paşa’nın “Geldikleri gibi gidecekler” dediği tarih kitaplarına geçti, hep yazıldı-çizildi.

Yalnız, hiç bir kimse, Mustafa Kemal Paşa’nın o gün orada bir tesadüf eseri mi olarak orada bulunduğu, yoksa birilerinden İngiliz gemilerinin o gün için Boğaz’da demirleyeceğini haber mi almıştı?

“Geldikleri gibi gidecekler” derken, hâşâ! keramet mi izhar etmişti, bunlara inanmadığına göre, kehanette mi bulunmuştu? Kehanetin batıl ve asla çıkmayacağına göre, İngiliz gemilerinin         geldikleri gibi gideceklerini bu kat’î ifadelerle söylediğine göre biliyor muydu? Bunların hiç birisinin makul ve mantıklı bir cevabı yoktur.

İngiliz işgal gemileri ve İngiliz işgal askerleri İstanbul’da yaklaşık, beş yıl kaldılar. Bu müddet zarfında İstanbullular, birinci cihan harbinden sonraki sıkıntılara ilaveten herhangi bir sıkıntı çekmediler. Günlük hayat, dinî hayat her hangi bir sıkıntıya maruz kalmadı.

İngiliz işgal kuvvetleri, İstanbul’da Ezan-ı Muhammedî’yi yasaklamadılar. Ayasofya’yı ibadete kapatıp, kilise veya müze haline getirmediler. Topkapı Sarayı içinde bulunan Mukaddes Emânetler Dairesinde 24 saat esasıyla canlı olarak okunan Kur’ân-ı Kerim tilavetine son vermediler. Hiç bir kimsenin kılık-kıyafet ve kisvesine müdahale etmediler. Müslümanlara, nikahınızı ancak belediye reisi veya yetkilendirdiği bir memura veya okur-yazar bile olmayan köy muhtarlarına kıydıracaksınız” demediler.

Pekâlâ, İngiliz işgal kuvvetlerinin, arkalarındaki müstevlî devletlerin dayatmadığı bütün bunları kim kimler, tarafından Aziz Milletimize dayatılmıştır?