AYASOFYA (12)

Bilindiği üzere, Lozan Sulh Antlaşmasının kağıda dökülmeyen, açıklanmayan şartlarından birisi, Ayasofya’nın tekrar kilise yapılmak veya boş tutulmak ya da müzeye tahvil edilmek üzere ibadete kapatılmasıydı.

Diğer şartlar; hilâfetin lağvedilmesi, kaldırılması, İstanbul’un pây-i taht, asitâne, başşehir, başkent olmaktan çıkarılmasıydı. Aslında dayatılan, kağıda dökülmeyen, açıklanmayan pek çok daha şartlar vardır; arîz-amîk tahlil edeceğiz...

Tarihin derinliklerinden tevâlî edip gelen devletler silsilesinden, mutlakiyetten, daha doğru bir ifade ile dünyanın üç kıtasında, sekiz milyon kilometre karede hükümran olmuş, bir cihan devletinden, 783.562 kilometre kareye sıkışmış, büzüşmüş, cumhuriyet devletine geçişte, ne olmuştur da, hangi sebebe, sebeplere mebnî olarak devletin başşehri değiştirilmiştir. Daha Cumhuriyet bile kurulmadan, 13 Ekim 1923 tarihinde, ebed-müebbet, pây-i taht, asitâne, başşehir, İstanbul başkent olmaktan çıkarılmış, o tarihlerde, elektriği, suyu, yolu, devlet ricalinin, memurların iskan edilebileceği meskeni bulunmayan, küçük bir Anadolu Kasabası olan, Ankara başkent yapılmıştır. İstanbul, işgal edilmemiş, düşman istilâsına maruz kalmamış, tahrip edilmemiş, öyleyse, İstanbul’u başkent olmaktan çıkarıp, bir Anadolu Kasabasını başkent yapmanın, meşru, makûl, maddî-manevî hiç bir gerekçesi yoktu...

İstanbul, iki bin beş yüz yıllık tarihi, şimdilerde yapılan kazılardaki buluntularla bu tarih on iki bin yıla kadar geriye götürülmüştür. 29 Mayıs 1453 tarihine kadar, Bizans’ın - Doğu Roma’nın başşehri, fetihle birlikte cihan devleti, devlet-i aliyye’nin, Bursa ve Edirne’den sonraki üçüncü başşehri... İstanbul, tamı tamına, dört yüz yetmiş yıl, üç ay, on beş gün, Devlet-i Aliyye’mize başkentlik, başşehirlik yapmıştır.

Şair Nedim: “Bu şehr-i İstanbul ki, B’î’misl-ü Bahadır,

Bir Sengine Yekpâre Acem Mülkü Fedâdır.” diye İstanbul’u tavsif etmiştir.

İstanbul, ortasından deniz geçen, iki kıtanın birleştiği, havasıyla, suyuyla, ormanlarıyla, güneş ile ayın semasında birleştiği, yeryüzünde bir benzeri dahî olmayan, bir dünya şehri, bir dünya metropolü... Dün olduğu gibi, bugün de İstanbul, bir dünya şehri olarak, sanatın, kültürün, edebiyatın, matbuatın, ticaretin, sanayinin, ihracaatın, ithalatın merkezidir. Türkiye nüfusunun, yaklaşık, yüzde yirmisi İstanbul’dadır. Tüm vergilerin yüzde otuz dördü İstanbul’dan tahsil edilir. Medeniyetlere asırlar boyu beşiklik etmiş, İstanbul’u bir makalenin vüsatına sığdırmak mümkün değildir...

Ankara, 13 Ekim 1923 tarihinde, başkent yapıldığında, şehirleşmemiş, medeniyetten nasibini almamış bir taşra–bozkır kasabasıydı. Yükseltiler taşlık, gayrimünbit, ot, çimen bile bitmeyen tepecikler. Çukurlar tamamen bataklık, elektriği, suyu yolu bulunmayan bir yer. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, bürokratların ve memurların ikamet edebileceği hiç bir yer yok. İstanbul’da, vakıflara ait olup, devlet ricalinin, devlette ve vakıflarda çalışan, hademe-i hayrat ile her sınıftan memurların ya meccanen ya da, cüzî bir ücretle ikamet ettikleri onbinlerce, meaşruta ve akaret binaları gayri müslimlere yok pahasına satılırken, Ankara’da, uşr, mecbûrî hale getirilerek, iki keçisi olanlardan bile, vergi alınarak, fakir-fukaradan toplanan vergilerle bataklıklar kurutuluyor, üst büroratlar ve memurlar için devlet mahalleleri kuruluyordu.

Dünya tarihinde bir başka benzeri olmayan bir hadise yaşanmıştır. Ankara’nın, dağlık, taşlık, çayır otu bile bitmeyen geniş bir bölgesi, Kırıkkale’den Kızılırmak kenarlarından, Çorum’un Sungurlu İlçesinden, onbinlerce, öküz arabasıyla getirilen, topraklarla, çiftlik haline getirilmiş, ironik olarak adını da, “Atatürk Orman Çiftliği,” koymuşlardır. Ankara’nın, şehir merkezinin tamamı, sunîdir, tabiî hiç bir güzelliği yoktur. Ankara’nın belki de en güzel yerlerinden birisi, Rasattepe’dir. Bu tepeye de, tarihî mimarimiz, sanatımız, dünya mimârî tarihinin, yüzakı, Selçuklu- Osmanlı mimarisinden hiç bir iz taşımayan, estetiği bulunmayan, devletimizin onlarca yıllık bütçesine eşdeğer para harcanarak, ucube bir taş yığını, anıt yaptılar. Ankara’nın simgesi bu tepe ve bu anıttır.

Kadim Selçuklu ve Osmanlı şehirlerinin, Bursa, Erzurum, Kayseri, Konya ve Sivas gibi şehirlerimizin simgeleri, ulu camiler, medrese’lerdir. Ne yazık, Ankara’nın böyle bir simgesi bulunmamaktadır...

Ankara’nın başşehir olmasında, devletimiz, milletimiz hakkında, millî, dinî, tarihî, kültürel, ticârî, sınâî herhangi bir faydası, lüzumu, gereği ve zarûreti var mıdır?

İstanbul, Ayasofya, Dünya Kiliseler Birliği, Amerikan Avenjalistleri, Ortodoks’lar, Vatikan için birer kızıl elma idi. Komşumuz Palikarya için ise, Megali idea. İstanbul’un fethi ve devlet-i aliyye’mizin ebedî başşehri olmasıyla, bütün hayalleri ve emelleri suya düşmüştü. Asırlar içinde, hep Osmanlı Devlet-i aliyye’mizin tökezlemesini beklediler. Tanzimat, Meşrutiyet derken, devletimiz inkiraza sürüklendi, başta İttihad ve Terakkî olmak üzere içimizdeki hainler ve sahte kahramanlarla işbirliği içinde devletimizi yıktılar... Osmanlı Devlet-i aliyye’sinin bir nevi cenaze merasimi olan, Lozan Konferansında, bu Devletin mirasına konmak isteyenlere, gizli-âşikâr, şartlar ileri sürdüler. Bu şartlardan birisi de, İstanbul’un Başşehir olmaktan çıkarılmasıydı. Diğer bir şartın Ayasofya’nın ibadete kapatılması olduğunu defaatle ifade ettik. Bu iddiamızın sübutu, bu satırlar yazılırken, 1 Haziran 2020 saat 20.00 suları, bildiğiniz gibi, bu günlerde kesif bir şekilde Ayasofya’nın ibadete açılıp-açılmayacağı tartışılıyor. Tartışmaya, Okyanus ötesinden, Avenjalist, ABD Dışişleri Bakanı da katılmış, “Ayasofya, cami olarak ibadete açılmamalı, hiç değilse, müze olarak kalmalıdır,” diyor.

Saltanat lağvedilmiş, hilafet saltanattan ayrılmış, halife’nin, “Halife- Müslimîn,” ünvanını kullanmaktan başka hiç bir mevzûuda hiç bir salahiyyeti yok... Lozan’da, Konferansın davetçi ve katılımcıları, başta, İngiltere, Fransa ve İtalya ile gözlemci, Amerika, hilâfetin de kaldırılmasını niçin istemişlerdi?...

Saltanat’ın ilgasıyla yetinmeyip, hilâfet’in de lağvinde ısrar etmelerinin sebebi, yeni kurulacak devletle, dünyadaki bütün İslâm Ülkeleri arasındaki bağın koparılması gayretidir.

Ulu Hakan, Sultan 2.Abdülhamid Han Hazretleri her ramazan ayında, Güney Afika, (Malaya Müslümanlarına) Uzakdoğu İslâm Ülkeleri, Endonezya, Malezya’ya, Afganistan, Mâverâü’n-Nehir İslâm Ülkelerine, Afrika’nın derinliklerine, beraberlerinde, Kur’ân-ı Kerim, Sancağ-ı Şerif ve Nâme-i Hümâyûn olduğu halde elçiler, heyetler gönderirdi. Kur’ân-ı Kerim, Sancağı Şerif ve Nâme-i Şerif o ülkenin bütün büyük şehirlerinde dolaştırılır, Halife’nin Nâmesi, Selâm’ı, salalarla minarelerden duyurulur, biat(Bey’at) tazelenir, Kur’ân-ı Kerim ve sancağı Şerif, Ülke’nin en büyük camiinin minberine konur, asılır, Nâme-i Hümayun altın çerçeve ile çerçevelenir, Ülke’nin hükümdarının makam odasına asılırdı. Sahte  kahramanlık peşinde olmayan, yerli ve milli gerçek vatan evladı, Fethi Bey (Okyar) gibi, mebuslar, saltanatı lağvettik, “Halifetü’l- Müslimin,” ünvanını kullanmaktan başka devlet idaresinde hiç bir yetkisi olmayan, sembolik bir makamın sembolü olarak kalsın, hilâfeti lağvetmeyelim, diyorlardı. Sahte kahramanların dizginlerini ellerinde tutanlar, “Hayır!” diyorlardı, size yeni bir devlet kurdurmanın ve sizi kahramanlar gibi göstermemizin olmazsa olmaz şartlarından birisi de, saltanat gibi hilâfetin de kaldırılmasıdır. Nitekim, saltanatın lağvedilmesinden on dokuz gün sonra, TBMM’nde, Abdülmecid Efendi halife seçilmiş, hilâfetin deva ettiği dünyaya duyurulmuştu. Fakat aradan, bir yıl, iki ay, on beş gün  geçtikten sonra, sahte kahramanlar, kodamanlar, Ankara’da, Keçiören Ziraat Mektebinde toplanmışlar, Fethi Bey, (Okyar) İstanbul’a gidecektir, şüphelenir, “Ben İstanbul’dan dönünceye kadar, sakın ola da, Hilâfet ile alakalı bir karar almayınız! İstanbul’a gitmek üzere, ayrılır, Ankara Garına gider. Şüphesinde haklı çıkar, Fethi Bey, ayrılır ayrılmaz, hilâfetin lağvine karar verirler, ferdası günü, Şer’iyye ve Evkâf Vekâletinin lağvi ile, Tevhid-i Tedrisat ve hilâfetin kaldırılması da mecliste oylanır ve kabul edilir. Halife Abdülmecid Efendi, ailesi ve Hanedan’dan, henüz Avrupa’ya sürgün edilmeyen ferdleri Çatalca İstasyonunda gece yarısı trenle sürgün edilirler. Müstevlî’ler, sembolik de olsa, Halife’ye, Hilâfete bu kadar niçin karşıydılar.

Devlet İdaresinde hiç bir salahiyeti, söz söyleme hakkı bulunmamasına rağmen, Halife, Çamlıca’da, Yusuf İzzeddin Köşkünde, ya da Prens Adalarından birinde bir köşkte oturuyor olsaydı, İslâm âleminin gözü-kulağı, eski devirlerde olduğu gibi, İstanbul’a çevrilecekti. Halife, doksan dokuzluk bir tesbihin imamesi gibidir. İmame kırıldığında, doksan dokuz tane tesbih, artık, asla bir araya getirelemeyecek, şekilde dağılır, savrulur. Oysa ki, müstevlîler kendi aralarında İslam Ülkelerini taksim etmişler, sömürgeleri arasına onları da çoktan, dahil etmişlerdir.