ANTALYA DA’VA’SI!... (14)

Yazdıklarımın-yazacaklarımın, Antalya Davasıyla herhangi bir alaka ve münasebetinin olmadığını söyleyebilirsiniz. Yazacaklarımda görülecektir ki, içimizden çıkan hainlerin ihanetine maruz kalmasaydık, ne 1970’li yılların sonlarında zuhur eden fitne zuhur ederdi, ne de Antalya Davasına lüzum kalırdı ve ne de 1980’li yıllarda zuhur eden ve tahribatı bakımından daha önceki bütün fitneleri geride bırakan, doğrudan, aslî vazifemiz, tedrisat sistemimizde derin boşluklar, onarılmaz yaralar açmıştır. Çıkarılan bütün bu fitneler, Antalya Davası ve başımıza gelen-getirilen bütün beliyyelere giden yolda döşenmiş birer kaldırım taşıydı.

Günümüzde, hizmet erbabının dünyevî ve zâhirî hususlarda idareci olan Büyüğümüzün yaş vasatîleri otuz beş civarındadır. Bu hadisâtın cereyan ettiği, 1970’li, 1980’li yıllarda, henüz, dünyada bile değillerdi. Bunlardan ibret alsınlar, ileride aynı fitne hareketleriyle karşılaştıklarında uyanık olsunlar, tedbirlerini ona göre alsınlar, diye yazıyorum.

Beşbin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi,

Tarihi tekerrür diye ta’rif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?

İbret alınsın, tarih bir kerre daha tekerrür etmesin, diye bunları yazıyorum.

Kalem-i Mahsus müdürü, Beyağabey’in odasında oturuyor, telefonlara cevap veriyor. Beyağabey, “Şimdilik benimle çalışacak, şirkette, matbaada ve gazetede herhangi bir işi olmayacak, müdahale etmeyecek, etliye-sütlüye karışmayacak,” buyurdu. Aradan çok uzun olmayan bir müddet geçmişti ki, Yazıhaneye davet etti, niçin, neye binaen söylediğini anlayamadığım, şunları söyledi. Kalem-i Mahsus Müdürü’nü kast ederek, “M...... Bey, Benim en güvendiğim arkadaşlarımdan birisidir, hayır hayır! En güvendiğim yeğâne arkadaşımdır. İşin nereye varacağı aşağı-yukarı belli olmuştu. Bir-kaç gün sonra yazıhaneye davet edildim, Beyağabey, “Bugünden itibaren, M..... Bey, benim adıma, şirkete, matbaaya ve gazeteye vaz-ı Yed edecek, sizler de bütün birikim ve tecrübenizle kendisine yardımcı olacaksınız,” “Vaz-ı Yed,” el atma, el koyma, umumiyyetle kötü idare edilen ve inkıraza maruz bir müesseseye, bir kurtarıcı vaziyet eder, el koyar düzlüğe çıkarır. Ya da, devlet için stratejik maddeler üreten özel sektöre aid bir ticârî kurumu ve kuruluş iyi idare edilemiyorsa, zarar ediyor, inkıraza müncer ise devlet el koyar ıslah eder.

Bu bakımdan, “Vaz-ı Yed,” (El koyma) tabiri bana da biraz tuhaf gelmişti, ama, bizde itaat asıldı, itiraz etmedim, “Emriniz başüstüne dedim,” ayrıldım.

Şirketin bir İdare Meclisi, İdare Meclisi Reisi vardı, gazete’nin, imtiyaz sahibi, müessese müdürü, idare müdürü, umûmî neşriyat müdürü, yazıişleri müdürü vardı. Şirket, matbaa ve gazete çok iyi idare ediliyordu. Her ünitesiyle tıkır tıkır, çalışan bir müessese vardı ve Vaz-ı Yed’e ihtiyaç yoktu.

Husûsî Kalem Müdürü’nün Müessese’ye vaz-ı Yed etmesi aslında sonun başlangıcıydı.

Adam, idareci değil, sanki gestapo şefi. Pozisyonu, müessese müdürlüğü, müessesenin girdisinden-çıktısına her şeyinden mesul... Tabî’î ki, çalışanlardan da o sorumlu. Karşılıklı sevgiye-saygıya dayalı bir çalışma sistemi tesis etmiştik. İlk işlerden birisi olarak, binanın girişine bir mesaî takip defterini koydurtmuş, Sabah dokuza beş dakika kala defteri açtırıyor, dokuzu beş geçince defteri kaldırıyordu. Bu on dakikalık sürede gelip, defteri imzalayanlar o gün mesaiye gelmiş, imzalayamayanlar ise gelmemiş kabul ediliyordu. Oysa, gazetecilik zamanla yarış halinde yapılan bir meslek idi ve gazeteci çalışmalarını mesâî saatleriyle mahdut yapmazdı. Dışarda, haber peşinde koşan muhabirler, foto muhabirleri haber kovalarken gece yarılarına kadar çalışırlar, masa başındakiler ise, hadisatın gelişimiyle, taşra baskısı, yıldırım baskı, ikinci-üçüncü baskı ve nihayet şehir baskısı için gece yarılarına kadar çalışmalarına devam ederler. Gazeteciyi mesaî ile sınırlandırırsanız ondan verim alamazsınız.

Haşin ve sert, bir kere olsun, tebessüm ettiğini gören olmadı. Sabah Toplantılarında, çalışanların, kendisine, diğer idarecilere gösterdikleri sevgi ve saygıyı göstermediğinden şikayet ederdi. Biz, “Beyefendi, sevgi ve saygı telkin edilmez, kazanılır, saygı beklediklerinize evveliyyetle siz sevgi göstermelisiniz, suratınz hep mahkeme duvarı gibi,” dediğimizde öfkelenir, toplantıyı terk ederdi.

1970’li yıllar zor yıllardı. İstikrarsız hükümetler dönemi, İstanbul Belediyesi C.H.P.’nin elindeydi. İ.E.T.T. (açılımı, (İstanbul Elektrik, Tramvay, Traleybus) İstanbul’da tarifeli-tarifesiz, 4-6 saat arasında Elektrik kesintisi oluyordu. Gazete dizgi-tertip ve baskı işinde devamlı sıcak kurşunla çalışıyorduk. Dört saatlik kesinti bizim için en az, altı saat, altı saatlik bir kesinti ise sekiz saat demekti. Bütün bu sıkıntılara rağmen, gece-gündüz demeden çalışıp gazeteyi yetiştirmek mecburiyetindeydik. Bunun için de çalışanlarımızın moral-motivasyonları çok yükseklerde olmalıydı.

Beyefendi, çalışanlarımızın, tedrisat sisteminden koparıp aldığımız kardeşlerimiz de dahil, moral-motivasyonlarını sıfıra indirmişti. Artık, zaman zaman, taşraya gazete günü birlik gönderilemez hale gelmişti. Bu durum, hem Gazete’nin tirajının hızla düşmesine, hem de itibar kaybına sebep olmuştu.

Anadolu Ajansıyla, Türk Haberler Ajansına abone idik. Kasada-Banka’da kâfî miktarda her zaman para bulunduğu halde, zamanında kasıtlı olarak ödeme yapmadığı için, bülten göndermiyor, teleksleri sık sık kesiyorlardı. Basın İlân Kurumu ve Gazete Dağıtım şirketleri, her ayın 15’inde ve 30’unda ödeme yapıyorlardı. Zamanından önce sık sık para isteyerek onları da bıktırmıştı.

Her bakımdan müessese durma-kapatılma noktasına gelmişti-getirilmişti. Zâten Kalem-i Mahsûs Müdürü’nün ve dizginlerini ellerinde bulunduranların tam da istedikleri bu değil miydi? Kalem-i Mahsûs Müdürü Müessese’ye ilk geldiğinin haftasında, Merhum Büyüğümüze Gazetelerin kapatılmasını telkin etmemiş miydi?

Kalem-i Mahsûs Müdürü, Şirketteki vazifesine devam şartıyla, Gazete ve Matbaa’dan çekildi. Nasıl Vaz-ı Yed ettirildiyse, şimdi de el çektirildi. Ama, “Ba’de Harâbi’l-Basra,”...