ANTALYA DA’VASI!... (12)

Bundan bir önceki yazımızda, “Bize gelenler hep kendi iradeleriyle değil de zaman zaman gönderilirler,” demiştim. Öyle anlaşılıyor ki, senaryocu-müfterî de gönderilenler arasındadır. Nitekim, “Bir Mevta’nın ardından” serlevhalı makalesinde zımnen bunu ikrar ediyor; “Yıl, 2003, Ben Kiptaş’ta Yöneticiyim, JİTEM’den davet aldım. 2002-2003 kış mevsimiydi. Jandarma Genel Komutanlığı’ndan olduğunu söyleyen bir J.Subayı (S.Ö.) beni arayarak görüşmek için randevu istedi. Eski asker olmam dolayısıyla telefondaki kişi bana “Komutanım” diye hitap ediyordu. O günler AK Parti’nin yeni iktidara geldiği günlerdi. İktidar-Asker ilişkileri son derece gergindi. Beklenmedik bu telefon karşısındaki gerçeği daha iyi anlayabilmek için, “Devlet ayağa gelmez, ben devlete giderim,” gerekçesiyle red ederek görüşmek için kendimin gelebileceğini söyledim. (S.D.) İsimli arkadaşımla Ankara’ya hareket ettik. Güvercinlik’te ana bulvar üzerinden alındım. JİTEM’in karargahındaydım. Özetle beni araştırdıklarını, Devletin benim hizmetime ihtiyacı olduğunu belirttiler. Devletimiz için her hizmete amade olduğumu ifade ettim.”

Kendisinden önce bize gönderilenler, 1970’li yıllarının ortalarından itibaren, 12 Eylül 1980 Darbe-i  Hükûmeti’ne kadar, çıkardıkları, zuhuruna sebep oldukları büyük fitne ile, Camiamıza, tamiri imkânsız bir darbe indirmişlerdi.

Tedrisat Sistemimizde okuttuğumuz ders kitaplarını ve yardımcı kitapların temininde zorluklarımız vardı. Ekserisini bulamıyoruz, bulduklarımızı da piyasa şartlarında çok pahalıya temin edebiliyorduk. 1969 yılında bu maksatla, çok ortaklı, halka açık bir şirket olan Fazilet Neşriyat ve Ticaret Anonim Şirketini kurduk.

Yıllar önce, Tek Parti Mütegallibe devrinde, matbuatta, Yüce İslâm dini ve Müslümanlara karşı iftira ve tezvirat dolu yazılar çıktıkça, Hazret-i Üstazımız, esef eder, hayıflanır, “Aaah! Keşke bizim de elimizde bir gazetemiz olsaydı da bunlara cevap verseydik,” buyururlardı. Bunun için, Üstad Necip Fazıl Merhume, BÜYÜKDOĞU, gazetesini çıkarıp devam ettirmesi için çok büyük meblağlar vermişti. Bizim de bir Gazetemiz olsun, diye, 08.08.1970 tarihinde, (Zaferler ayında) Haftalık UFUK Siyâsî Gazeteyi çıkarmaya başlamıştık.

Kasım 1971 yılına gelindiğinde, Günlük Bâb-ı Alîde Sabah Gazete’sinin imtiyaz ve neşir hakkını devralarak bünyemize katmıştık. Fazilet Şirketi, gazeteler, ayrı ayrı binalarda kiracıydık. Gazeteler başkalarına aid matbaalarda dizilip basılıyordu. Haber kaynaklarımız başkalarına aid haber ajansları, Devletin Haber Ajansı idi.

İstanbul’da tarihî yarımadanın en güzel yerinde, Ayasofya Camii’ne üç yüz metre, Yerebatan Sarnıcına kırk metre, At Meydanı, Sultanahmed Meydanına kırk metre mesafede, Cevri Kalfa Sıbyan Mektebinin hemen arkasında, İnciliçavuş Sokağında, tarihî, bir ahşap konağı satın aldık. Mimârî Projesini, dünya çapında yüksek mimar, Prof.Dr. Maruf Önal hazırladı ve hiç bir masraftan kaçınmadık, projeyi aynen uyguladık. Yüksek devirli, sarsıntı meydana getiren, dev baskı makinesi için ayrı temel, büro katları için ayrı temel inşa edildiği için inşaat maliyeti neredeyse iki katına çıkmıştı.. İki yıl içinde devrine göre, Türkiye’nin en modern gazete binalarından birisi inşa edilmiş, Türkiye’nin en büyük ve hızlı basım yapabilen, -ki, saatte  16 sahifelik bir gazeteyi 60.000 nüsha basabilen,- Rotatifini satın almıştık. Dizgi-tertip, görüntüleme tesisleriyle, tam entegre bir tesis kurmuştuk. Kağıt, matbaa tesislerimize bobin olarak giriyor, paketlenmiş gazete olarak çıkıyordu. Matbaa tesislerimizde kendi gazetelerimizi dizip-bastığımız gibi, işletmeci olarak, Türkiye, Yeniasya, Yenidevir, Sebil gibi refiklerimiz gazete ve dergileri de hazırlayıp basabiliyorduk. Devlete aid Güneş Matbaacılık kapatıldıktan sonra kendi tesisleri bulunmayan ve başkaca dizdirip tertip ettirecek ve bastıracak matbaa bulamayan bütün gazetelere, sağ-sol tandanslarına bakılmadan kapımızı açtık. Bu tavrımız bütün matbuat camiasında büyük bir takdirle karşılanmış, en itibarlı matbuat kuruluşları heyetler halinde gazetemizi ziyaret ederek takdir ve teşekkürlerini bildirmişlerdi. Gazete ve matbaa tesislerimizde yaklaşık, yüz altmış kişi, Ankara ve taşra bürolarında, kadrolu ve kadrosuz yaklaşık kırk kişi doğrudan istihdam ediliyordu. Kitapçılık servisimiz, nadide dinî ve millî eserler neşrediyordu. 

Türk matbuat kuruluşlarında, T.Gazeteciler Cemiyetinde, Basın İlan Kurumunda, Türkiye Gazete Sahipleri Sendikasında, Parlamento Muhabirleri Derneğinde ve diğer kurum ve kuruluşlarında, çok güçlü bir şekilde temsil ediliyorduk. Ankara Büromuzun acar büro şefleri Merhum Yücel Hacaloğlu, Kenan Kurt ve muhabirlerimizin verdikleri haber, diğer gazeteler tarafından mehaz gösterilerek iktibas ediliyor, bazı gazeteler, “Sabah Gazete’sinin verdiği bir habere göre” manşetleriyle çıkıyordu. Sabah ve Ufuk Gazetelerinde çıkan haber ve makaleler, altları kırmızı çizgiyle çizilerek, Devrin Cumhurbaşkanlarına sunuluyor, devrin Başbakanı, “Getirin bakalım, bugünkü Sabah’ta ne haberler var!” diye özel kalem müdürüne talimat veriyordu. Gazetemizi temsil eden arkadaşlarımız, diğer bazı refiklerimizle birlikte, hükûmetlerin kuruluş müzakerelerine katılıyor, Türk Siyâseti’nin geleceği hakkında fikir beyan ediyordu. Devrin Bakanları, Ankara Büro şefimize telefon ediyor, “öğle yemeğini beraber yiyelim, şimdiden kebapları söyle!” diyorlardı. Dinî bir mevzuda bir tartışma yaşandığında, “Diyanetin bu hususta ne söylemesi önemli değil, bu hususta Ehl-i Sünnetin şaşmaz müdâfi Sabah ve Ufuk’da ne yazıyor, ona bakın,” denilirdi.

Yüksek tirajlı, itibarı muarızlarınca bile müsellem gazeteler vasıtasıyla, manevî itibarımız zirvede, maddî-mâlî gücümüz çok kuvvetli, yalnız işletmeden elde ettiğimiz kazanç ile gazete binasına ve tesislere harcadığımız meblağı finansa etmiştik. Her şey yolunda, maddî-manevî hiç bir sıkıntımız yokken, 1976 yılının ortalarına gelindi.

“Birde öyle bir fitneden sakının ki, o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirayet ve hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Enfâl 8/25)

Abdullah İbn-i Mes’ud radiya’llahu anh Efendimiz, bu âyet-i Kerime nazil olduğunda biz hepimiz şaşırmıştık. Acabâ, fitne ne menem bir şeydir, şimdiye kadar görmedik, hepimiz, Allah’ın Resûlü’nün bir işaretine bakardık. Ne zamanki, Hazreti Osman şehid edildi. İşte biz fitnenin ne kadar büyük bir felaket olduğunu gördük. İslâm Tarihinde bir ilk olarak zuhur eden bu Fitne-i Uzma, Müslümanlar arasında öylesine derin bir yara açmıştır ki, maalesef bu derin yara halen de kanamaya devam etmektedir.

Bu Fitne-i Uzmâ’nın bir benzeri de, 1970’li yılların ortalarında, maalesef, Peygamber’in ve Ashabı’nın yolu üzere olan, Fırka-i Nâciye, İmam-ı Rabbânî Evlâdı arasında zuhur etmiştir.

Fitne nasıl zuhur etmiştir, fitneyi  kimler teşvik ve tahrik etmiştir?:

Cumhuriyet İdaresi seksen yıldan fazla bir zaman sürecinde iki fobiden kendisini kurtaramamıştır; Tefrika (bölücülük), irtica (gericilik) zaman içinde hadiseler, tefrika (bölücülük) hususunda ne kadar haklı olunduğunu, irtica (gericilik) hususunda ise ne kadar haksız olunduğunu göstermiştir. İslâmî her hareket, Müslümanların kurdukları, şirket kurum ve kuruluşlar, maalesef çapsız idareciler tarafından hep irticâî hareket kabul edildiği için baltalanmış zaman içinde yok edilmişlerdir.