Bilge şahsiyet Prof. Dr. NEVZAT YALÇINTAŞ ile Anayasa sohbetimize devam ediyoruz.

(ÜÇÜNCÜ BÖLÜM)

Oğuz Çetinoğlu: 1982 Anayasası’nın 10. maddesine, ‘eşitlik’ prensibine eklediğiniz bölümle ilgili düşüncelerinizi okuyucularımızla paylaşır mısınız?
Prof. Dr. Yalçıntaş: Başlangıç metninin açıklanmasında, diğer birçok ilkenin ülkemizde ihlal edildiğini, bu ihlallerin aynı zamanda gerçek anlamından saptırılmış, bir “laiklik” kavramına bağlanmak çabasında bulunulduğu anlatılmıştı. Bu yanlış durumun şüphesiz ki en çarpıcı örneği “türban” veya “başörtüsü” yasağı olmuştur. Bu yasak senelerce, hatta bu güne kadar, her yaştan hanımlarımızın başta öğrenim görme, çalışma, sağlık hizmetlerinden yararlanma gibi pek çok hak ve hürriyetlerden mahrum edilmesi sonucunu doğurmuştur. On binler ve belki de yüz binlerce kadın ve genç kızımızın mağdur edildiği bu haksız yasak uygulaması dramının ortadan kaldırılması için yapılan her hukukî teşebbüs, “katı ve hukukla bağdaşmayan”  yorumlarla önlenmiş, bu sosyal dram ve mağduriyet devam ettirilmiştir. Bazı hukukçularımızın tabîi hukuk kuralları ile açıklanamayacak bu yasakçı yorumları uygulamada çok sert ve “insan aklına zarar” örnekler ortaya çıkarmıştır. Bunları, örnekleri de zikrederek, tarihe not düşürecek araştırmacılara bırakmak şimdilik yeterlidir.
Birkaç on yıldır Türkiye’de sürüp giden bu traji-komik problemi sonlandırmak ve ülkemizde medenî bir sosyal ve eğitim-istihdam hayatı tesis etmek için Yeni Anayasamızın “Kanun Önünde Eşitlik” bahsine bir fıkra eklenmesi şart görülüyor.
1982 Anayasası’nın 10. Maddesine ek fıkra:
-Hiçbir kişi inancından, yaşama tarzından, giyiminin şeklinden dolayı insan hak ve hürriyetlerinden ve özellikle öğrenim, işe girme, çalışma, sağlık gibi hizmetlerden yararlanma haklarından mahrum edilemez, kınanamaz.
Bu hak ve hürriyetleri engelleyenlerin suçları Türk Ceza Kanunu’nda düzenlenir.
Çetinoğlu: Bu düzenleme ile ulaşılmak istenen hedefi açıklar mısınız?
Yalçıntaş: Milletimizin topyekûn iradesini temsil edecek yeni Anayasamızda Devletimiz bu haksız ve traji-komik yasaktan kurtulmalıdır. Bir dönemde TBMM’ndeki ve Bakanlar Kurulu’ndaki Millet vekilleri kendi seçtikleri Cumhurbaşkanının görev yaptığı mekâna örtülü hanımları ile giremediler. Bir kısmı da bu durumu ihdas eden Köşk Daveti’ne icabet etmediler.
Böyle bir yasağı ihdas edenler, Anayasal bir kurum olan ve hayatî önem taşıyan T.C Diyanet İşleri Başkanlığı’nın değerli ve bilgin Başkanı Tayyar Altıkulaç zamanında “başörtüsü-tesettür” konusunda verdiği resmî görüşü (Fetvayı) görmezlikten geldiler. O tarafa bakışlarını kararttılar.
Doğru, yanlış her indî, şahsî görüş ve eylemlerini T.C’nin kurucusu dahi kahraman, rahmetli Atatürk’e bağlayan yasakçılar bu büyük önderin muhterem ve merhume annesi ve hanımının da başlarının örtülü olduğunu dikkate bile almadılar ve millet bütünlüğünü bölücü tutumlarını devam ettirdiler.
Yeni Anayasada 1982 Anayasası 10. Maddesinde ki ek fıkra yer aldığında, 1982 Anayasasında “Temel Hak ve Hürriyetlerin sınırlanması başlıklı 13. Maddedeki ”Laik Cumhuriyet” deyimi “Dünyevî ve Demokratik Cumhuriyet” tabiri şeklini alacaktır.
Esasen 1982 Anayasası’nın “Temel Haklar ve Ödevler”  başlıklı ikinci kısmı bütün maddeleri ile (12. ve 40.) yeniden ele alınıp incelenerek, demokrasi,  evrensel değerler ve toplumumuzun ulaştığı sivil düzey değerlendirilerek yeniden yazılmalıdır.
Çetinoğlu: Din ve Vicdan Hürriyeti meselesi de önemli bir konu. Mutlaka söyleyecekleriniz vardır…
Yalçıntaş: 1982 Anayasası’nda “Din ve Vicdan Hürriyeti” başlıklı bir maddenin bulunması (24’ncü md) yerinde olmuştur. Esasen aslî ve doğru manada “laik”liğin en önemli öğelerinden birisi de kişileri “Din ve Vicdan” hürriyetine sahip olmasıdır. Bu hak ve hürriyetin inkârı ancak dinî inanç ve vicdanî kanaatleri reddeden, onlara karşı olan Komünist Sovyet Rusya gibi ülkelerde görülmüştür. O tür rejimlerde Marksist bir anlayışla ateizm yaygınlaştırılmaya çalışılmakta ve her bir din, ibadetler, öğrenim, dinî ve vicdanî kanaat içeren yayınlar yasaklanmaktadır. Sembolik bir-ikisi dışında camii, kilise ve havralar başka faaliyetlere tahsis edilmektedir.
24. Maddenin ilk fıkrasında isabetli olarak “herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir” denildikten sonra müteakip fıkrada “14. madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dinî ayin ve törenler serbesttir.” Hükmüne yer verilmiştir.
Şimdi burada şu sual zihinlere gelmektedir: “Acaba böyle bir tekrara lüzum var mıdır? Çünkü özellikle Anayasada yer alan, hüküm ifade eden maddelerin birbirine tezat teşkil eder şeklinde yorumlanması şüphesiz ki doğru olamaz. Temel Kanun olan Anayasaların madde ve hükümleri bir ‘bütün’ teşkil etmesinden dolayı bunların yorumları birbirine uygun, birbirini destekler ve tamamlar şeklinde olmalıdır.
Esasen Anayasa’nın 14. Maddesindeki tek hüküm şöyledir: “Anayasa’da yer alan hak ve hürriyetlerin hiçbiri Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.”
Görülüyor ki 14. Madde isabetli olarak genel geçici bir hüküm getirdiğine göre bu durum 24. Madde’deki “hürriyet”ler içinde caridir. Anayasa “Kodifikasyonu”nda da yani metinleştirilmesinde maddelerin birbirine uyumu esastır.
Çetinoğlu: 14. Madde’deki hükümler yerinde midir?
Yalçıntaş: Kesin kanaatimiz şudur: Burada korunan “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü”, “Temel hak ve hürriyetler” bugünde ve yarınlarda asla vazgeçmeyeceğimiz esaslardır.
Bunlar yeni Anayasa’mızda da yer almalıdır.
Çetinoğlu: Sizi bu kanaate vardıran gerekçeleri açıklar mısınız?
Yalçıntaş: Titizlikle muhafazası gereken birlik, bütünlük ve temel hak ve hürriyetler, ülkemizin uzun zamandır içinde bulunduğu şartlar dolayısıyla, tahrip edilme girişimleriyle karşı karşıya kalmaktadır. Bu satırların okuyucuları en yeni bazı masum gibi gösterilen “bölme” ve “parçalama” hatta tahrik girişimlerini hatırlayacaklardır:
12 Haziran 2011 genel milletvekili seçimlerinin hemen öncesinde Güneydoğu Anadolu’muzun bazı yerleşim yerlerinde yanı başlarında Müslüman halkımızın namazlarını kıldığı büyük camiler mevcut ve açıkken bazı vatandaşlarımız, organizatörlerin öncülüğünde açık havada ayrı Cuma namazı kılmışlar ve mahallî bir dille hutbe dinlemişlerdir.
Bu bölünme, ayrışma teşebbüsü burada kalmadı yine aynı bölgemizin bir ilçesinde üniversal bir çağrı olan Ezan, yine yöreye has bir dille okunmuştur. Bu ayrıştırıcı ve bölücü teşebbüsler dinimizin en hassas vazgeçilmez esaslarından olan Cuma namazlarında, ibadete çağrı için okunan Ezan’ın aslî dilinden başka bir dille yapılıyor. Bu tür girişimlerin ne için, hangi hedefe yönelik olarak yapıldığını anlamak herhalde zor değildir. Ayrıca o bölgede görev yapan imamlardan bazıları şehid edilmişlerdir.
Müşterek vatanımızın bölünmez bir bölgesi olan Güneydoğu’nun bazı yerleşim noktalarında bu müessif girişimler yapılırken çocukluk ve gençlik yıllarımı yaşadığım ülkemizin Başkenti ve Türkçemizin orada doğup büyüyen herkesin ana dili olduğu güzel Ankara’mızda. Başta şehit çocukları olan babam ve annem olmak üzere hemen herkesin, namaza çağrı olan Ezan’ın Türkçe okunmasını başta hiçbir şekilde benimsemediklerini, Ezan-ı Muhammediye hasret çektiklerini bugün gibi hatırlıyorum.
Dahası da var: İlk hür ve dürüst 14 Mayıs 1950 Milletvekilleri seçimlerinin yapılıp TBMM toplantılarının ilklerinin bir gününde, meclis, muhalif ses çıkmadan “Ezan okuma şeklini serbest” bıraktığında Ulus’ta Meclis’in önüne biriken Ankaralıların birbirlerine sarılıp gözleri yaşlar içinde sevinçlerini, şükürlerini belirttiklerinde o kalabalığın arasında bizzat bulunuyordum. Hafızam o genç yaşta bu manzarayı kaydettiği gibi, hemen o gündeki ilk vakit namazında Ankara’daki, bütün minarelerden “Allahü Ekber” sedalarının yükseldiğini işittim. O gün bir bayram havası esti:
İstiklâl Harbi’nin kalpgâhında ve şüphesiz vatanın bütün şehir ve köylerinde. Bu halkın halk için yönetimi demek olan genç Cumhuriyetimizin, “Devlet-Millet” bütünlüğünün ayrılmazlığının hiç şüphesiz daha güçlendiğini bir gündü. Yeni Meclis en güzel kararını almış devlet milletiyle tekrar kucaklaşmıştı. İkisinin arasındaki “sosyal akit” yeni ve güçlü bir imza daha kazanmıştı.
Bizler, bu ülkenin evlatları, doğduğumuzda bu ezan kulaklarımıza okunur, camilerimizde, bu ezanın çağrısı ile omuz omuza vererek sadece Cenab-ı Hakk’a secde eder ve mutlak inandığımız ölümsüzlüğe bu ezanla uğurlanırız.
Bu inanç ve ibadet bütünlüğünü bozmaya çalışanların, fırsat bulduklarında nelere cür’et edeceklerini hepimiz düşünmeliyiz. Yakın ve uzak tarih böyle niyet taşıyanların nihaî hesapta elde ettikleri sonucun şu olduğunu gösteriyor: Hüsran. Yalnız temenni edelim ki “Ba’de harab-ül Basra” olmasın Millet olarak bütünlüğümüzün en temel esasını din birliğimizin teşkil ettiğini, burada bölünüp, parçalanıp, birbirimizden ayrılmaya asla tolerans göstermeyeceğimizi idrak etmemiz gerekmektedir.
Cumhuriyetimizi kuranlar, başta gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere dinimiz İslâmiyet üzerinde ihtilafa düşüp, bölünüp çatışmalara sürüklenmememiz için Cumhuriyetin ilanından sadece aylar sonra “Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurmuşlardır. Cumhuriyetimizin 100. Yılına doğru gittiğimiz bu zamanlarda eğer asırlık süre içinde, tabii karşılanabilecek bazı fikir ayrılıkları dışında Türkiye’de ağır dinî ayrışmalar, bölünmeye varan çatışmalar ortaya çıkmamış, dinî bütünlüğümüz tahrip edilmemiş ve misyoner nüfuzu, propagandaları zemin tutamamışsa bu olumlu durumda Diyanet İşleri Başkanlığımızın, azimli, yorulmak bilmez ve sağduyulu gayretlerinin, çalışmalarının büyük payı olmuştur. Milletimiz mabetlerimizde bilgilenip en güzel ve vakur şekilde ibadetlerini yapabiliyor, muktedir olanlar bilinçli bir şekilde haclarını eda ediyorlar, ülkemizin tümünde dinimizin emrettiği birlik ve huzur hâkimdir. İslam’ı kabulden bugüne gelen Din ve devlet beraberliği (Din-ü Devlet) ve vatan-millet ayrılmazlığı (mülk-ü millet) asrımızın modern anlayış ve kuruluşları çerçevesinde, pek çok devletleri kıskandıracak bir şekilde ülkemizde devam etmektedir. En müşkül ve problemli zamanlarda, halkımızın kalbi kan ağlarken dahi milletimizin Devletine karşı çıkmaması, sabırla sükûnetini koruması, Devleti ve vatanı için canını seve seve feda etmesi bizi bir tek vücut haline getiren bu asırlar öncesinde başlayan tarihi miras ve an’anedir.
Çetinoğlu: Diyanet İşleri Başkanlığı’nın konumunu tartışmaya açmak isteyenler var. Sizce Diyanet İşleri Başkanlığı’nın anayasadaki yeri ne olmalıdır?
Yalçıntaş: Hiçbir ilmî ve pratik tutarlılığı olmayan ve ideolojik içerikli görüşlerle Diyanet Teşkilâtı’nın varlığına itiraz eden kişiler ya Anayasa Kodifikasyonu’nun tekniğinden habersizdirler veya T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluşunun 1924 yılı başlarında olduğu; Laiklik teriminin ise Anayasamıza 6 Ok’tan birisi olarak 1937 yılında dâhil edildiğini hatırlamak istemiyorlar.
Yeni Anayasamızda da, T.C Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bir Anayasal kuruluş olarak ve görevlerini muhafaza ederek yerini alması mutlak gereklidir.
Çetinoğlu: Gerekçelerini de açıklamak lütfunda bulunur musunuz hocam?
Yalçıntaş: Aksini ileri sürenlere burada başka bir gerçeği, hem tarihte ve hem de günümüzde mevcut değişmeyen bir gerçeği hatırlamalarını isterim: Müslüman milletimiz bu ülke ve devletin sahib-i aslisidir. Azınlık bir cemaat değildir. Gayr-i Müslim vatandaşlarımız Lozan Anlaşması’ndan da gelen cemaat haklarını koruyup, cemaat teşkilâtlarını kurabilirler. Milletimiz ise kendi bir kısım dinî hizmetlerinin, ibadet ve öğretim gibi, devleti eliyle, resmî olarak organize edilmesini istemiş ve bu hususlar Anayasa ve kanunlarla kabul edilmiştir.
Bu yerleşmiş olan düzen sadece Cumhuriyet dönemine de has değildir, asırlardan beri gelmiş, yalnız yenilenmiş, modern şartlara cevap verir hale getirilmiştir. Aslî muhtevasından çıkarılarak, bir çatışma ideolojisi haline getirilmiş yanlış laiklik yorumlarıyla Cumhuriyetimizin temel taşlarını yerinden oynatmayalım. Doğruları yanlışlardan ayırma akıllılığını, beceri ve titizliğini gösterelim. Eğer hâlâ bir “restorasyon” dönemindeysek başarıları, kazanımları tahrip etmeyelim. Enerji ve dikkatimizi hatalarımızı; yeni huzursuzluklara yol açmadan, gelişmiş, sosyal ve siyasî dengesini demokrasi şartlarında gerçekleştirmiş ülkelerin başarılarından örnek alarak, düzeltelim.
Millet varlığında ve ülke yönetiminde büyük bir boşluğu önemli hizmetleriyle dolduran Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 1982 Anayasasındaki konumu aynen korunabilir:
“Madde 136- Genel İdare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, dünyevilik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir.”
Yukarıda yer alan görev ve unsurlarını;
a) Siyasetin dışında kalmak,
b) Millet dayanışması ve
c) Bütünleşmesini amaç edinmek gibi hedefleri sağlamada Diyanet İşleri Başkanlığımızın, verimli millet-devlet birliğini sağlamlaştırıcı hizmetler verdiğini belirtmek bizler için vicdanî bir vazifedir.
Çetinoğlu: Ekonomik, sosyal ve kültürel hayat ile ilgili görüşlerinizi alabilir miyim?
Yalçıntaş: Toplumun ekonomik, sosyal, kültürel ve manevî yaşayışı kendi normal seyri içinde var olmaktadır. Devletin diğer pek çok konuda olduğu gibi, burada da her alana, kesime ve kişilere müdahil olması, etkili olması gereksiz ve zararlıdır. 1982 Anayasası bu yanlışlığa düşmüş, hazırlanmakta olduğu kısa dönemin olaylarının istikametinde pek çok ayrıntı meseleye ait hükümler getirmeyi hedef almış, kısa bir ifadeyle “konjonktür”e tâbi olmuştur.
Yeni Anayasada ise Millet varlığının iktisadî, sosyal, kültürel ve manevî hayatında tayin edici temel umdeler ve Devletin yeri belirtilmeli ve toplumun tabii yaşayışına müdahaleci hükümlerden kaçınılmalıdır.
Çetinoğlu: Devletin görevi kapsamında, madde için belirlediğiniz bir metin var mı?
Yalçıntaş: Şöyle bir madde teklif ediyorum:
Devlet ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmek, sosyal, kültürel ve mânevî gelişmeyi sağlamak için gerekli tedbirleri alır, uygulamaları yapar.
Devlet bu alanlarda faaliyet gösteren özel sektör ve kesimleri teşvik eder.
Yukarıda sayılan alanlarda devlet kanun koyma, düzenlemeler yapma, yatırım, kurumsal tedbirler alma gibi icraata başvuracaktır. Madde zikredilen “manevi gelişme”den daha çok “genel ahlâk” kuralları ve bunlara uyum ve saygı davranışlarının geliştirilmesi kastedilmektedir.
Çetinoğlu: Ailenin ve çocukların korunması konusu var…
Yalçıntaş: 1982 Anayasası’nın 41. maddesi küçük eklemelerle şöyle olabilir:
Aile Türk toplumunun temelidir ve eşler arasındaki saygı ve eşitliğe dayanır.
Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle kadın, ana ve çocukların korunması ve millet nüfusunun azalmasını önleme, gelecek genç nesillerin devamını sağlayıcı tüm tedbirleri alır.
Devlet, her türlü istismar ve şiddete karşı çocukları koruyucu, şahsiyetlerini geliştirici tedbirleri alır.
Çetinoğlu: Açıklama maksadıyla söyleyecekleriniz var mı Hocam?
Yalçıntaş: 1982 Anayasası’nda 41. Maddesinde, yerinde olarak belirtildiği gibi “Aile” toplumumuzun temeli ve çekirdeğidir. Tarihimiz boyunca hep böyle olmuştur ve halen de öyledir. Genel olarak batı ülkelerinde aile bağları zayıflamakta ve çözülmektedir. Bu ülkeler bu çözülmeyi durdurmak için pek çok tedbire başvurmakta ve malî harcamalar yapmaktadırlar.
Benzer gerilemeler ve bozulmalara uğramamak için Türkiye aileyi koruma politikalarını geliştirme ve güçlendirmelidir.
Yukarıda teklif ettiğimiz madde de bazı yeni unsurlara yer vermiş bulunuyoruz. Bunlar kısaca şunlardır:
1- Fıkrada “eşitlik” beraber ve ondan önce “saygı” unsurunu ilâve ettik.
2- Fıkrada “aile plânlamasının öğretimi ile uygulamasını sağlamak” hedefi çıkarılmıştır. Modern toplumlarda bu tercih ve uygulama çiftlerin kendilerine bırakılmaktadır. Bu çıkarılan cümlenin yerine “millet nüfusunun azalmasını önleme, “gelecek genç nesillerin devamını sağlayıcı tüm tedbirlerin alınması hedefi konulmuştur.
Bilindiği gibi gelişmiş ülkelerde, nüfus olgunlaşma (maturite) seviyesine ulaşmakta ve nüfus eksilme safhasına girmekte ve bu durum ise o ülkeler için ciddi ekonomik, sosyal ve moral problemlere yol açmaktadır. Batı Avrupa ülkelerinde ve özellikle komşumuz Rusya’da bu sorun şiddetle yaşanmakta, ailelerin çocuk sahibi olma tercihleri, gittikçe artırılan “aile ödemeleri”  ile teşvik edilmektedir.
Ülkemizde devlet ve özel sektörümüzün atılımları ile ekonomi sevindirici bir şekilde, cumhuriyetimizin başlangıcından beri gelişmekte, refah seviyesi yükselmekte, şehirleşme sür’atle artmakta ve zenginleşme devam etmektedir. Bütün bunlar ve diğer faktörler neticesinde de Türkiye’nin nüfusu “maturite” safhasına gelmiş ve doğum oranlarına bağlı olarak nüfus artış hızında sürekli ve belirgin bir düşüş trendi ortaya çıkmıştır.
Demografi ilimin verileri ve Rusya, dâhil Avrupa ülkelerinde görülen ciddi sosyo-ekonomik olumsuzluklar Türkiye’mizin bu temel konuda geç kalmadan etkili tedbirler almasını zaruri kılmaktadır. Bu uygulamaların olumlu ve gelişmeci yönde olması, aileyi güçlendirmesi  gerekmektedir.
Burada şahsî bir not da düşmek isterim. Fransa’da doktora öğrenim yıllarında, yukarıda zikredilen “aile planlaması” uygulamalarının bizim gibi ülkelerde ciddi olumsuzluklara yol açacağını gördüğümden dolayı ülkeme döndükten sonra bizdeki yanlışlığı genç bir akademisyen ve araştırmacı olarak anlatmaya devamlı gayret ettim.
Devlet Plânlama Teşkilatı’nda kendi sorumluluğum altındaki “Sosyal plânlama” çalışmaları dışında ülkemdeki bu “yaygın yanlış”ı ve etkili bir şekilde düzeltme imkânı olmadı. Anayasalar gibi temel mevzuatın hazırlayıcıları da bu tür alanlarda uzman bilgisi olan kişilere başvurmak gereğini duymadıklarından yıllarca bu gayrî ilmî, olumsuz uygulamalar yapıldı. Ülkemizin aleyhine olan bu uygulama bazı dış kuruluş ve çevreler tarafından teşvik edilmiştir. Şurasını da hatırlatalım ki son dönemde hükûmet yetkilileri sorunu gördüler ve düzelmesi için topluma hatırlatıyorlar.
Bir milletin refah seviyesinin yüksek olması şüphesiz ki nüfusunun azlığına değil ve fakat zengin kaynaklara sahip olması ve bunları en verimli bir şekilde değerlendirmesine bağlıdır. 2011 yılının 75 milyonlu Türkiye’nin refah seviyesi, fert başına düşen millî geliri iktisadî güç ve zenginliği 1930’ların ortalama 15 milyon nüfuslu Türkiye’sinden şüphesiz çok daha fazladır. O tarihten bugünlere nüfusumuza katılan 60 milyon Türk yurttaşımız Türkiye’yi fakirleştirmedi, zenginleştirdi.
Çetinoğlu: İnsan topluluklarını ‘millet’ hâline getiren unsurların en önemlilerinden biri olan dilimiz Türkçeye Yeni Anayasa’da yer verilmeli mi?
Yalçıntaş: Yeni Anayasa’nın başlangıç maddelerinde tekraren teklif ettiğimiz ve önceki Anayasalarımızın tümünde olduğu gibi Devletin, dili Türkçedir. Bu esas değişmemeli ve zayıflatılmamalıdır. 1982 Anayasası’nın 42. Eğitim ve öğretimle ilgili maddesinde de, son fıkrada, “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez”  hükmü yer almaktadır. Bu maddeye en son fıkra olarak aşağıdaki hüküm eklenmelidir:
42. Maddeye Ek:
“Devlet Türkçenin gelişme ve dünyada yaygınlaşması gereken tedbirleri alır, düzenlemeler yapar.”
Türkçe dünyanın en eski köklü ve yaygın dillerinden birisidir. Birleşmiş Milletlerin “UNESCO” teşkilâtının araştırmalarına göre dilimiz Türkçe Dünyada en çok konuşulan 10 dil arasındadır.
Diller konusunda uzman ilim adamları ve araştırmacılar dünyada 2100 civarında değişik dilin varlığını, konuştuğunu tespit etmişlerdir. Sadece Hindistan’da konuşulan mahalli dil sayısı 200’e ulaşmaktadır. Afrika’da, Asya’da, yakınlığımızda olan Kafkasya’da da çok çeşitli diller konuşulmaktadır.
Kafkasya’daki dillerin çokluğundan dolayı, adeta her tepenin arkasında değişik bir dil olduğundan eski Arap coğrafyacıları ve bu bölgeye gelen gezginler Kafkas mıntıkasına “Cebel-i Elsine” “diller ülkesi” demişlerdir. Zamanımızda bu dillerden bazıları kaybolmaktadır. “Ibıhça” bunlardan birisidir.
Söz konusu 2100 civarındaki konuşulan dillerden sadece 75 kadarının 1 milyondan fazla insan tarafından konuşulup yazılı şekilde olduğu, yani yazı dili haline getirilmiş olduğu da yine ilmî olarak tespit edilmiştir.
İşte Türkçemiz, bu 75 civarındaki dünya dillerinden en çok konuşulan ilk 10’u içerisinde bulunmaktadır. UNESCO’nun tespitine göre İngilizce, Mandarin Çincesi, İspanyolca, Portekizce, Bahasa Endonezya’ca gibi çok yaygın dillerin bulunduğu diller grubunda yer almaktadır.
Türkçe Türkiye dışında Çin Seddi’nden Adriyatik’e kadar uzanan coğrafyada,  Avrasya’da yer alan milyonlarca kişinin ana dilidir. Ayrıca, batı Avrupa, kuzey Amerika ve Avustralya’da yaşayan, Türkçe konuşanların sayısı da milyonlarla ifade edilmektedir.
TBMM’nin 22. Döneminin son haftalarında “Yunus Emre Türkçe Kültür Merkezleri” kanununun kabulü sırasında Türkçenin “Dünya Dilleri”nin ön safta gelenlerinden biri olma özelliğine sahip olduğu açıklıkla ortaya konmuştu. Bu konuda Devletimizin sorumluluğunun bir Anayasa hükmü haline getirilmesi yerinde ve zaruridir.
Şu hususu belirtmekte fayda vardır ki geniş Türk coğrafyasında değişik Türkçe lehçeleri konuşulmakta ve yazılmaktadır. Bunların hepsinin, müşterek lehçe olarak, İstanbul’da konuşulup yazılan Türkçeyi tek örnek almaları Kırımdan İsmail Gaspıralı, Azerbaycan’dan Vahapzade, Kazakistan’dan Cengiz Aymatov gibi pek çok fikir, edebiyat adamları ve yazarlar tarafından belirtilmiştir. Böylece Türkiye’nin dil birliği konusundaki sorumluluğu daha da artmaktadır.
Türkçenin yukarda yer aldığı gibi “gelişmesi” ve “yaygınlaşması” için her şeyden önce kendi ülkemiz Türkiye’de bütün okul kademelerinde, yeni tüm okullarda, ilköğretimden Üniversitelere kadar öğretimin Türkçe yapılmasına doğrudan bağlıdır. Bütün ilim, teknik ve meslek dallarında öğretimin kendi öz dilimizde yapılması Türkçeyi de geliştirecek, zenginleştirecek ve çağın tüm kavram ve terimlerinin Türkçe ifadesini mümkün kılacaktır.
Ülkemizde bütün kademelerde öğretimin Türkçe yapılması başka dillerin öğrenilmesine asla engel teşkil etmeyecektir. Yabancı dillerin de öğrenilmesi için Devlet lüzumlu tedbirleri alacak, düzenlemeler yapacaktır, hatta destekçi olacaktır.
Çetinoğlu: Madde metni olarak teklifiniz var mı Efendim?
Yalçıntaş: Yeni Anayasamızda şöyle bir hüküm yer almalıdır.
Madde- Türkiye’de öğretim, bütün kademelerde, Türkçe yapılır. Milletlerarası antlaşma hükümleri saklıdır.
Yabancı dillerin öğrenimi, ayrı kurslarda sağlanır.
Devlet yabancı dillerin öğrenilmesini destekler.
Bu hüküm dolayısıyla, bazı okul ve üniversitelerde yabancı dil öğretimi yapılmasının getirdiği mahzurlar önlenmiş olacaktır.

(ÜÇÜNCÜ BÖLÜMÜN SONU. DÖRDÜNCÜ BÖLÜM YARIN VERİLECEKTİR)