YAVUZ BÜLENT BÂKİLER ile Mülakat 3
Oğuz ÇETİNOĞLU
Şair ve yazar YAVUZ BÜLENT BÂKİLER ile Mülakat 3
‘Batı karşısında aşağılık duygusu içerisinde olanlar,
‘Efendi’ kelimesini câhil özentisi ile ‘Efendy’ şeklinde yazıyorlar.’
Oğuz Çetinoğlu: Kimileri, uydurulmuş kelimeleri bolca kullanıyorlar: Esswap, mayhosh, smit (simit yerine), pascha, borekchi, sherbetchi, chımarıc, textil, chat kapy, Efendy, Turkche…. Bu tür kullanımların önlenmesi mümkün olabilir mi, nasıl?
Yavuz Bülent Bâkiler: Üzerinde durduğunuz yanlışlardan ben de sizin kadar şikâyetçiyim. Bizim kelimelerimizi Batılıların imlâ kaidelerine göre yazanların, söyleyenlerin, bana göre, ciddî bir hastalıkları var.
Bizim yüksek tahsilden geçirdiğimiz bazı insanlarımız, Batı dünyası karşısında tam bir aşağılık duygusu içindedirler. Benzetmemi lütfen hoşgörün; o insanlar, Batı’yı pençesi kuvvetli, tırnakları uzun ve keskin bir avcı kedi gibi görmektedirler. Kendilerini de o canavarımsı hayvan karşısında uyuz, çelimsiz, hastalıklı bir fare gibi hissetmektedir. Sanmaktadırlar ki, Batılılar gibi konuştukları, Batılılar gibi yazıp çizdikleri, Batılılar gibi davrandıkları takdirde, etraflarındaki insanlar tarafından parmakla gösterileceklerdir. İmrenilen, üstün görülen, alkışlanan... kimseler olacaklardır. Utanarak yazdığımı bilmelisin. Milletimizin gerçekten övülecek üstün vasıfları vardır. Bu üstün vasıflar yanında, milletimiz, bazı zaaflarla da, hastalıklarla da yaralıdır. Bu zaafların başında, milletimizin Doğu ve Batı dünyasın karşısında bir aşağılık duygusuna kapılması gelmektedir. Dün Doğu dünyası karşısında aşağılık duygusuna kapılan insanlarımız vardı. Türkçe karşılıkları bulunmasına rağmen Arapça ve Farsça kelimelerle konuşanlar ve yazanlar, dünkü hasta tiplerimizdi.
Bugün de bazı kimseler Batı dünyası karşısında aynı aşağılık duygusu içinde iki büklümdürler. Ya dilimize, dün olduğu gibi bugün de İngilizce-Fransızca kelimeler doldurmaktadırlar veya bizim kelimelerimizi İngiliz-Fransız imlâ kaideleriyle yazmaktadır. Bu aşağılık duygusundan insanlarımızı çekip çıkarmak kanunla olmaz. Önce eğitimle olur. Çocuklarımıza ilkokuldan itibaren millî şuur aşılamak, onları Türklük gurur ve şuuruyla, İslâm ahlakı ve faziletiyle yetiştirmek, eğitim dâvâmızın, Millî Eğitim Bakanlığımızın en aslî vazifelerinden biri olmalıdır. Bu işde başarılı olmak öğretmenlerimizin millî bir ruhla yetiştirilmelerine bağlıdır.
Tanzimat fermanına kadar, daha çok Arap ve Fars dilleri, kıyafetleri, gelenek ve görenekleri karşısında iki büklüm olan bizim aydınlarımız, Tanzimatla birlikte şekil ve ruh değiştirdiler. Bu da, Batı dünyası karşısında yerlere kapaklananlar oldu. Recaizade Mahmut Ekrem Beyin, Araba Sevdası isimli romanını hatırlayacaksınız. Orada, roman kahramanı Bihruz Bey, babasından kalan mirasla, kendisine iki atlı bir araba alır. Kılığını kıyafetini Batılıların kılık kıyafetinden seçer. Biraz Fransızca öğrenir. Sonra çift atlı arabasını bizzat kullanarak, peçeli, feraceli kızların dolaştıkları yerlere sürer ve etrafındaki kimselerle konuşurken, Türkçe kelimeler yanında, sık sık Fransızca kelimeler de kullanır. Meselâ: Ben sizi dün akşam bahçenizde otururken gördüm demez de, sözüm ona, kibarlık taslayarak ağzını: “Mua, hier suar, sizi lö jardeninizde gördüm” diye açar.
Bihruz Bey züppeliğimiz dün olduğu gibi bugün de devam ediyor.
– Bu züppeliği iş yerlerimizin kapılarında, dergilerimizin kapaklarında da görmekteyiz. Başbakan yardımcımız Bülent Arınç bana dedi.
– “Ankara’da bir cadde var. Oradan geçtiğimde şaşırıyorum ve kendi kendime soruyorum: Acaba ben, yabancı bir ülkenin başkentinde mi yürüyoruz diyorum. Çünkü bütün dükkân isimlerinin yabancı kelimelerden seçildiğini görüyorum!
Ona dedim ki:
– Beyefendi. Elli yıl önce şehirlerimizde böyle bir manzara yoktu. Bugün bahsettiğiniz manzara, ancak sömürge devletlerinde görülebilir. Elli yıl sonra daha dehşetli bir manzara karşısında kalacağız. Bu köksüzlüğün, bu ruhsuzluğun, bu aşağılık ruhunun önüne geçmek dünyanın en kolay işlerinden biridir. Aynı zamanda dünyanın en zor işleri arasındadır. Nasıl diyeceksiniz. Arz edeyim efendim: “Kapalı yerlerde sigara içilmez!” diye bir kanun çıkardınız. Bu yasağa uymayanların 62,5 TL ile cezalandırılacağını bildirdiniz. Bir çirkinliğin, bir büyük yanlışlığın birdenbire, bütün Türkiye’de kökünü kazıdınız. Ne kadar güzel oldu. Kanun çıkarmasaydınız da bu işin sağlığa zararlı olduğunu bildirip sigara içenlerden binlerce defa özür dileseydiniz: Lütfen içmeyiniz. Çünkü sağlığınıza, sağlığımıza çok zarar vermiş olursunuz! Çok rica ediyoruz yapmayınız!” deseydiniz, kat’iyyen bugünkü neticeye varamadınız. Şimdi, “dildeki yanlışlıklar kanunla düzeltilemez!” diyenler var. Aksine, Türkçemizdeki bazı yanlışlıkları sadece kanunla düzeltebiliriz. Şimdi sigara yasağında olduğu gibi, işyerlerimizdeki isimler konusunda da sadece beş dakikanızı harcayarak bir kanun teklifi hazırlarsınız.
Dersiniz ki:
1- Türkiye’de, yabancı isimlerle iş yeri açılamaz.
2- Bu yasağa uymayanlar 500.000 liradan, 1.000.000 liraya kadar para cezasına çarptırılır.
3- Bu kanun, köylerde muhtarlıklar, il ve ilçelerde belediyeler tarafından uygulanır!
İş, işte bu kadar basittir. Bir büyük felâketin şıp diye kökünü keserseniz. Belediyeler, muhtarlıklar açılış izni için kendilerine gelenlere bu kanunu hatırlatarak izin vermezler; olur biter. Yoksa Türkiye yavaş yavaş bu kültür emperyalizminin içinde eriyerek kaybolmaya başlar dedim. Bülent Arınç beyefendi bana dedi ki:
– Sigara yasağı için ne kadar hücuma uğradığımızı, tenkit edildiğimizi biliyor musunuz?
– Tahmin ediyorum efendim. Varsınlar istedikleri kadar tenkid etsinler Türkiye’nin varlığı söz konusu olduğunda on bin kişinin, yüz bin kişinin değil on milyon, kırk milyon kişinin bile itirazı bir kıymet ifade etmez.
Aramızdaki konuşma bu kadarcıkla bitti.
Benim yakın dostlarımdan Altan Deliorman birgün bana dedi ki:
– “Türkiye’mizde yüz dergi çıkıyor. Bunlardan yetmişinin ismi yabancı. İngilizce, Fransızca, İtalyanca... dillerinden alınan kelimeler.” Aklı başında olan her Türk’ün, bu köksüzlükten dehşet duyması gerekir. Ve kendi kendine sorması icab eder: Türkiye bir sömürge devleti midir? Bu köksüzlüğün de önünü almak son derecede kolaydır: Bir kanun çıkarırsınız. “Türkiye’de yabancı isimlerle gazete ve dergi çıkarılmaz dersiniz. Kanunun uygulanmasını valiliklere bırakırsınız olur biter.
Bu işin bir de eğitim tarafı vardır. Millî Eğitim Bakanlığımız bütün okullarımızda çocuklarımıza dört türlü emperyalizm olduğunu mutlaka öğretir: Siyasî emperyalizm askerî emperyalizm iktisadî emperyalizm ve kültür emperyalizm. Çocuklarımıza, bu dört türlü emperyalizm içinde en tehlikelisinin kültür emperyalizme olduğu iyice öğretilir. Anlatılır ki kültür emperyalizminde, düşman bizim içimizdedir. İçimizden birilerini avlamıştır ve kültür emperyalizmi bir milleti yok eden bir emperyalizmdir. Bu kültür emperyalizminin şakaya gelen hiçbir noktası yoktur. Bunlar öğretilmelidir. Aksi takdirde yok eden felâket günün birinde kapımıza dayanacaktır.
Çetinoğlu: İnternet, ‘yeni nesil Türkçesi’ olarak adlandırılan acayip bir yazı dilinin oluşmasına sebebiyet verdi: ‘burası asq yuvası diil beni duyuyomusun’ ve benzeri cümleler yazılıyor. ‘Bu çarpıklıklar günün birinde sona erer…’ diye beklemeli miyiz, ‘Çâresi yok…’ deyip katlanmalı mıyız? Ne tavsiye edersiniz?
Bâkiler: Önce çok önemli bir hususa dikkatinizi çekmek istiyorum. Batı dünyasında eğitimciler, sekiz yıllık eğitimden geçirdikleri çocukları, lider seviyesinde yetiştirmek istiyorlar. Bunun için, çok zengin bir dille eğitim işlerini düzenliyorlar. İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkelerde, sekiz yıllık eğitimden geçen çocukların ders kitaplarını, altmış-yetmiş bin kelime ile yazıyorlar. Bu rakam Japonya’da kırk bin, İtalya’da otuz bindir. Atatürk’ün ifadesiyle, çağdaş medeniyet seviyesine sıçramak isteyen Türkiye de ise ders kitaplarımız altı-yedi bin kelimeyle yazılmaktadır. Ve bizim çocuklarımız da, bu altı-yedi bin kelimenin % 10’u ile düşünüp konuşmaktadırlar. Dünyanın her tarafında insanlar, kelimelerle düşünmekte, kelimelerle konuşmaktadırlar. Kabul edersiniz ki altmış-yetmiş bin kelimeyle okuyup, yazanlar, düşünüp konuşanlarla, altı yüz – yedi yüz kelime içine sıkışıp kalanlar aynı seviyede olamazlar.
Bu bakımdan, çocuklarımıza evvela daha zengin bir dille düşünmesi konuşmasını öğretmeliyiz. Çocuklarımız, gençlerimiz evvela neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmeliler. Dilimizi bozmanın meydana getireceği felâketlerin farkına varsınlar. Bilmeyen insanlardan, bilen insanların davranışlarını bekleyemeyiz.
Sonra ithal ettiğimiz bilgisayarlarda, bizim alfabemizdeki 29 harfin bulunmasını bilhassa istemeliyiz. Meselâ bilgisayarlarda sekiz sesli harfimiz yanında Ş-Ğ gibi harflerin bulunmasını şart koşmalıyız. Sonra bilgisayarlardaki, basınımızdaki, radyo ve televizyonlarımızdaki Türkçe yanlışlarını Türkçe-edebiyat derslerinde, çocuklarımızı mutlaka göstermeliyiz. Yani dildeki yanlışları, “Bu da geçer yahu!” diyerek tabii karşılamamalıyız. Yoksa yanlışlar, zamanla doğru gibi kabul edilebilinir. Meşhur yanlışların zamanla doğrularla yer değiştirdiği bilinen gerçeklerdendir.
Bir de çok önemli bir nokta daha var: Yeni nesil Türkçesindeki yanlışlar, gençlerimizin edebiyatımızdan, dilimizin güzelliklerinden yeteri kadar haberdar olmamasından kaynaklanıyor. Gençlerimiz, edebiyatımızın usta kalemlerini okumadıkları, bilmedikleri için çokça yanlışlar yapmaktadırlar. Onlara güzeli gösterdiğimiz ve sevdiğimiz takdirde, yanlışlardan, çarpıklıklardan ister istemez kurtulacaklardır. Bir atalar sözümüzü burada kullanabiliriz: “Atı, atın yanına bağla! Ya huyundan, ya tüyünden alır!” Gençlerimize iyi örnekleri gösterebilirsek, onların iyilerden çeşitli güzellikler alacaklarına inanıyorum.
Çetinoğlu: Türkçemize musallat edilen kaidesizlikler, karmaşalar önlenemez ise, meydana çıkacak olumsuzluklar hakkındaki görüşlerinizi lütfeder misiniz?
Bâkiler: Fransız yazarlarından Balzac’ın millet tarifi çok doğru: H. De Balzac diyor ki: “Millet, edebiyatı olan topluluktur!” Necip Fazıl’ın da benzer bir iddiası var: “Bir milletin edebiyatı yoksa, o millet yok demektir!”
Bilindiği gibi, edebiyatın temel malzemesi dildir. Dil olmazsa, edebiyat olmaz. Edebiyat olmazsa millet de olmaz. Kırgızlar da diyorlar ki: “Bana edebiyatını söyle, sana nasıl bir millete mensup olduğunu söyleyeyim!” Diyarbakır’ın vatansever evlâdı Süleyman Nazif’in iddiasını biliyorsunuz. “Türkçe, milletimizin iskeletidir!” İskeleti alınmış bir adam, nasıl bir et yığınından ibaret kalırsa, dili zayıflamış, budanmış bir milletin de başıboş kalabalıklar hâline dönüşmesi kaçınılmaz olur. Dilde, bazen bir tek kelimenin bile unutulması, terk edilmesi büyük gedikler meydana getirir. Meselâ Metin Bostancı zamanındaki Millî Eğitim Bakanlığının Talim Terbiye Kurulu, okul kitaplarının yazılmasında. Osmanlıca kelimelerin kullanılmasını, “Millî Eğitim Bakanlığı’nın temel amaçlarına aykırı olduğunu” ileri sürmüştü. Örnek olarak “ADAM” kelimesini göstermişti. Kişi kelimesi varken ADAM kelimesini ve ADAM kelimesiyle ilgili deyim ve vecizelerin kullanılmasını yasaklamıştı. Açın bakın Türkçe sözlüklerimize, orada ADAM kelimesinden türetilmiş elli civarında deyim ve vecize, atasözü bulacaksınız. Evet kişi kelimesi Türkçedir. Onu elbette kullanırız. Nitekim bin yıldan beri cenaze namazlarını: “Er kişi niyetine” veya “Hatun kişi niyetine” kılıyoruz. Ama birisine kızdığımız zaman ona: Adam ol adam! Adam gibi konuş. Adam gibi otur. Sen ne biçim adamsın? Senin adam olman için kırk fırın ekmek yemen lâzım vs. vs. diyoruz. Şimdi bu güzelim deyimlerden adam kelimesini çıkararak yerine kişi kelimesini koyun bakalım? Olur mu?
KAFA kelimesini Arapçadır gerekçesiyle çıkarıp atın ve yerine Türkçedir diyerek BAŞ kelimesini koyun bakalım. “Kafasız adam” yerine “Başsız adam” diyebilir misiniz? “Baş vurmak”la “Kafa vurmak” aynı mıdır? Yani demek istiyorum ki, bin yıldan beri konuşa-yaza Türkçeleştirdiğimiz dağdaki çobandan Çankaya’daki Cumhurbaşkanına kadar herkese öğrettiğimiz, sevdirdiğimiz bir tek kelimenin bile yanlış kullanılması veya dilimizden çıkarılıp atılması, edebiyatımızda büyük gediklerin açılmasına yol açabilir.
Çetinoğlu: Fransızların ‘aksansirkonfleks’ dedikleri, bizde ise ‘şapka’ olarak anılan (^) işâreti; coğrafya ile ilgili bir kelime olan ‘kar’ı ticaretle ilgili ‘kâr’ kelimesinden ayırt etmek için genelde inceltme maksadıyla veya ay adı olan ‘Kasım’ı erkek ismi olan ‘Kâsım’dan, ayırt etmek için uzatma işâreti olarak kullanılıyor.
‘İnsan öldüren’ ‘câni’ anlamındaki ‘katil’ ile ‘insan öldürme olayı’ anlamındaki ‘katil’ kelimelerinin yazımında zorluklar var. Bu ve benzeri zorlukları aşabilmek için alfabemizin yeniden düzenlenmesi düşünülebilir mi?
Bâkiler: Yüzde yüz sizin gibi düşünüyorum. “Şapkasız” alfabe olmaz. Nitekim şapkalar kaldırılınca gençlerimiz bâzı kelimeleri âdeta katlederek kullanır olmuşlardır. Bir gazete haberinde “Zeki Müren’in varisleri aranıyor” başlığını görünce şaşırmıştım. Kendi kendime: “Allah Allah demiştim Zeki Müren’in varisleri bacaklarında olur. Aramaya ne hâcet” demiştim. Başlığı altını okuyunca anlamıştım ki aranan Zeki Müren’in vârisleridir, varisleri değil.
Bir yerde bu şapka meselesi konuşuluyormuş Adamın biri: Türkçemizde uzun hece yoktur. Uzun heceler bize Arapçadan-Farsçadan geldi. Cümlenin gelişinden biz o şapkalı kelimenin ne mânâya geldiğini anlarız! Diye diretiyormuş. Alfabemizde mutlaka şapka bulunmasını isteyen bir başka kişi, şapkaların kaldırılmasını isteyen o adama demiş ki:
– Pekâla! Al bakalım eline tebeşiri. Söyleyeceğim cümleyi şu kara tahtaya yaz bakalım: “Sana bir milyon lira vererek kârına ortak olmak istiyorum!” Şapkaları kaldırıp atalım diyen adam kâr kelimesindeki şapkayı kullanmayınca ortaya şöyle bir cümle çıkmış: “Sana bir milyon lira vererek karına ortak olmak istiyorum.”
Alfabemizde, mutlaka şapka olmalıdır görüşünde olan kişi, tahta başında duran arkadaşına demiş ki: Gördün mü işte. Şapka kullanmayınca ortaya çıkan dehşetli fark bizi nereye götürüyor? Ben senin ticaret hayatındaki kârına ortak olmak istiyorum. Evindeki karını kast etmiyorum!”
Ayrıca açık (E) ile kapalı (É)’yi de birbirinden ayırmalıyız. Vücudumuzun bir parçası olan (EL) ile yurdumuzun bir bölgesi olan ÉL’i veya yiğit karşılığında kullandığımız (ER) ile erken vakit karşılığında kullandığımız (ER) kelimesini aynı şekilde yazıp aynı şekilde telaffuz etmemeliyiz. Sonra hırıltılı H ile açık (H)’yi de ayırmalıyız. “Yüzünde göz izi var. Sana kim bahtı yârim beytindeki hırıltılı (h) yerine açık (h) harfini koyarsanız bakmak yerine “baht, talih” anlamını yüklemiş olursunuz. Aralarında dağlar kadar fark vardır.
Çetinoğlu: Nihat Sâmi Banarlı, Faruk Kadri Timurtaş gibi rahmet-i Rahman’a kavuşmuş mümtaz şahsiyetlerle, günümüzde Yavuz Bülent Bâkiler ve diğer Türkçe âşıkları yıllardır doğru Türkçe kullanılması için mücâdele ediyorlar.
Gelinen noktayı tatminkâr buluyor musunuz? Tavsiyeleriniz nelerdir?
Bâkiler: Önce, beni de bir Tükçe neferi kabul ettiğiniz için size çok teşekkür ederim. Doğru Türkçe kullanılması için gelinen nokta tatminkâr mıdır diyorsunuz. Benim tesbitlerime göre değildir. Çünkü daha önceki cevaplarımda da belirttiğim gibi, insanlar kelimelerle düşünür, kelimelerle konuşurlar. Güzel ve doğru konuşmak ve yazmak için, evvel emirde kelime dünyamızın çok zengin olması gerekir. Bu da ancak okumakla mümkündür. Peki biz okumuyor muyuz diye bir soru sorarsanız derim ki, bu dünyada en az okuyan milletlerin başlarında bulunuyoruz. Okuma konusunda, bizim altımızda Ortadoğu İslâm ülkeleri var. Onların altında Afrika toplulukları sıralanıyor. En alt noktada ise, Avusturalya’nın kahverengi derili Aborjinleri esniyorlar.
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırmaya göre, üniversitelerimizden mezun olan gençlerimizin % 37,8’i ders kitapları dışında başka bir kitap kapağı açmamışlardır.
Avrupa ülkelerinde ortalama dört bin kişiye bir kütüphane düşmektedir. Bizde de altmış dört bin kişi için bir kütüphanemiz vardır. Umumiyetle, bizim kütüphanelerimizde ya in-cin top oynamaktadır veya ilköğretim öğrencileri, okulda kendilerine verilen ve kat’iyyen dokunulmayan en büyük hürriyet, Türkçemizi budama hürriyetidir. Bu bakımdan çok az evimizde kitap ve kitaplık vardır. Onlar da Türkçemiz çok sık budandığı için, okunamaz hale gelmişlerdir. Yani, taşlaşmışlardır. Hâlbuki Fransız eğitim sisteminde, bundan 150 yıl önce yaşayan ediplerin dilleri dikkate alınmaktadır. Yani bir Fransız genci, 150 yıl önce yazılan kitapları, rahatlıkla okuyup anlayabilmektedir. Bizzat şahit oldum: İngiltere’de öyle bir dil anlayışı uygulanmaktadır ki, İngiltere gençleri, 1616 yılında ölen meşhur edipleri Shakespeare’nin İngilizcesini rahatlıkla okuyup anlayabilmektedirler. Biz de ise, elli yıl önce vefat eden bir edibin kitabını okuyup anlamamız âdeta çok zordur. Yâni Türkiye’de bugünkü nesil, dünkü neslin Türkçesinden uzaktır. Yarınki nesil de, bugünkü nesli (dil bakımından) anlamakta güçlük çekecektir. Bu kopukluk, bir geriliğin, bir çöküntünün işaretidir.
(DEVAM EDECEK)
Yorumlar