Bu hafta, bir perşembe akşamı Ağ Gelin türküsünü söylerken rast gelip, doğal söyleyişine hayran olduğum, bana Neşet Ertaş’ı hatırlatan Mustafa Tatlıtürk’ten ve türkülerden bahsedecektim. Ama bayram öncesi karşılaştığım bir manzara gelip gelip gözlerimin önüne dayanıyor. Ve beni bir türlü rahat bırakmıyor. Yılbaşı ve bayram gelip geçti. Çoğumuz Tevfik Fikret’in: “Yiyin efendiler yiyin, bu hân-ı iştihâ sizin Doyunca, patlayınca, tıksırıncaya kadar yiyin” beytinde tasvîr edildiği kabîlden yiyip içerek geçirdik bu günleri. Tatlılar, etler, çaylar, kahveler neredeyse aralıksız birbirini takip etti. Ve bir tablo bayram boyunca gezindi durdu zihnimde, rahat huzur vermedi bana. Ve o tabloya Mahzuni Şerif’in türkülerinden bir dörtlük eşlik etti. "Yoksulun sırtından doyan doyana, Bunu gören yürek nasıl dayana, Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana Bilmem söylesem mi, söylemesem mi?” Ben de onun gibi söylesem mi, söylemesem mi?.. Anlatsam mı, anlatmasam mı?.. diye tereddütler yaşıyorum. Yiğitlik, yalnızca güçle, kuvvetle, galibiyetle elde edilen bir pâye midir? Ser verip sır vermemek, kan tükürüp derdini kimseye açmamak, aç kalıp dilenememek, muhtaç olup isteyememek, ağlamak ama kimseye duyurmamak da bir nevî yiğitlik değil mi? Benim tablomun isimsiz kahramanları… bence onlar da yiğitti. Akşam yedi buçuk civarında eve gelirken rastladım onlara. Otobüsten inip evimin olduğu sokağa doğru sapınca… Sokak başındaki çöp varillerinin civarında iki gölge geziniyordu. Çöpün kenarına bırakılmış bayat ekmek poşetlerinden birini bir bebek arabasına koyduklarına şahit oldum. Benim yaklaştığımı fark edince kadın bebek arabasının üzerine battaniye çekiverdi ve koşar adım oradan uzaklaştılar. Bir kadın, bir erkek… yanlarında da siluetlerine bakarak sekiz on yaşlarında olduklarını tahmin ettiğim iki çocuk vardı. Önce donup kaldım. Sonra kim olduklarını, ne durumda olduklarını merak ederek, belki çözüm bulmayı umarak arkalarından yetişmek istedim. Yakınlarda bir yerde oturuyor ve bu civarda tanınıyor olmalıydılar ki yüz yüze gelmemek, bilinmemek için son süratle uzaklaşıyorlardı. Issız sokaktan çıkıp caddeyi geçtiler. Aramıza caddeden hızla akıp giden araba seli girdi. Ve ben eve doğru yol aldım. Haydi kendileri çıkmışlar… Çocuklar niçin yanlarında, onlar bu manzaraya şahit olmamalıydılar diye düşündüm. Sonra yemek için çöpten bir şeyler araştıran bir ailenin eğer var ise evi bu soğuk kış akşamında hem karanlık hem de soğuktur diye geçirdim içimden. Yüreğimi kaplayan kasvet kat be kat arttı. * * * İnsanların çöpleri yemek artıklarıyla doldurduğu bir zamanda bu tabloya şahit olmaktan dolayı utandım insanlığımdan. Annelerin acıkmayı belki de hiç tatmamış çocuklarının arkasından elinde yemek tabağı ile koşturduğu bir zamanda bu tabloya şahit olmaktan dolayı utandım insanlığımdan. Kışın da yazın tadlarından lezzetlenebilmek, kurban etlerini bir dahaki kurban bayramına kadar yiyebilmek için derin donduruculara dünyanın parasını ödeyen insanların yaşadığı bir zamanda bu tabloya şahit olmaktan dolayı utandım insanlığımdan. Gününün uyku haricindeki vaktinin büyük çoğunluğunu ne pişireceğini planlamak alışveriş yapmak, sonra aldıklarını hazırlamak, pişirmek, ve iştahla yemek için ayıran… Sonra da kilolarından muzdarip olarak nasıl daha zarif olabileceğini, hangi salonlarda, hangi tür sporları yaparsa manken gibi olabileceğini hesaplayan, hatta estetik cerrahların elinde yağlarını aldırırken canından olan insanların bulunduğu bir zamanda bu tabloya şahit olmaktan dolayı utandım insanlığımdan. Benim tablomun isimsiz kahramanları… bence onlar da yiğitti. Dilenemeyen, isteyemeyen onuruyla yaşayan, acından bile olsa başı dik ve onuruyla ölen isimsiz yiğitler… Şu dünya değirmeninde onurlarıyla elde edecekleri bir avuç un onların da hakkıydı. Ama bilinmez ki kimin hakkı kimin midesinde… Ve yine aynı türkü geliyor aklıma sızlatıyor yüreğimi. Hay ağzına sağlık Mahzuni Şerif bu acıyı yaşayan ölülerle değil bak seninle, öldüğü sanılan bir diriyle paylaşıyorum: Yoksulun sırtından doyan doyana Bunu gören yürek nasıl dayana Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana Bilmem söylesem mi söylemesem mi? Mahzuni Şerifim dindir acını Bazı acılardan al ilacını Pir Sultanlar gibi dar ağacını Bilmem boylasam mı boylamasam mı? * * * GENÇ KARDELEN dergisinin son sayısı var elimde. Genel yayın yönetmeni Hayrullah Eraslan bu taşra dergisinin Anadolu’nun ortasından başlayıp sıcaklığını zamanla daha geniş muhite duyuracak bir ateş olduğunu belirtiyor. Biz de bir üniversite şehri olan Niğde’de yayınlanan bu derginin adından da yola çıkarak daha genç bir kadroya da sayfalarında yer vereceğini ümit ediyoruz. Genel koordinatörlüğünü Muhittin Arar’ın yaptığı derginin bu sayısında Osman Aytekin’in sinemacı ve tiyatrocu Ahmet Yenilmez’le, Harun Dik’in ressam Mehmet Başbuğ’la yaptığı söyleşi dikkatimizi çekiyor.