Uluslararası toplumun temel özelliği egemen-eşit devletlerden oluşması olup, her devletin tarihi, coğrafyası, halkı ve bütün bunların oluşturduğu siyasi kültürü ile farklı özellikleri bulunmaktadır. Terör de zamana, coğrafyaya, etkilediği halka göre farklı özellikler arzetmektedir. Devletlerin başarısı ve halkını mutlu edebilme yolları farklı olduğu gibi, terörle mücadelenin de ülkeden ülkeye değişen yolları ve araçları sözkonusudur. 20. yüzyılın özellikle ikinci yarısında artan terör olaylarının bir başka boyutu bulunmaktadır. BM sistemi ile güç kullanarak toprak elde imkanı ortadan kalkmış, “kuvvet haktır” prensibi tarihte kalmıştır. Milletlerarası Hukuk, kuvvet kullanmayı, sadece “meşru müdafaa” veya BM çatısı altında “yaptırım”da kabul etmiştir. Bu durumda güçlü devletin daha fazlasını alması için iki yol kalmıştır: Saldırıyı meşru müdafaa haline getirmek veya hedef ülkeyi terörle zayıflatmak. Afganistan ve Irak’a müdahaleler, güç kullanarak kontrol altına almak değil de terörü önleme, kitle imha silahlarının yayılmasına engel olma şeklinde gerçekleşmiştir. Ülkemizi hedef alan teröre batılı devletlerin desteği geniş bir konudur. 1990’larda Güneydoğu’da bir süre görev yapan hemen her güvenlik görevlisinin İncirlik’ten kalkan uçakların teröristlere yardımları ile ilgili bir hikâyesi bulunmaktadır. “Eğer kaşınacak yaranız varsa, kaşıyana kızmadan onu iyileştiriniz” türü serzenişler, terörü destekleyen ülkelerden çok ülkemizi suçlamaktadır. İnsan hakları, demokrasi, sosyal adalet konusunda Türkiye’nin kusurları vardır. Ancak, karnesi daha iyi olan ülkelerde teröre hedef olabilmektedir. Bu durumda güçlü bir ülke, dış desteği bir kenara bırakıp sadece terör iddialarına temel oluşturan sorunlara dalmaz. 11 Eylül’ün hedefi ABD, Afganistan’a bugün 34 bin yeni asker daha göndermeyi planlamaktadır. Terörle mücadelede stratejik hatalar, terörün toplumsal zemin kazanmasına, çözümün daha da zorlaşmasına sebep olmaktadır. Dış destekleri kesme yanında, iç istismar yollarını kapatmak sonuç almak için olmazsa olmaz şartlardandır. Bu gerçekten hareketle, Polis Akademisi’nce, 13-15 Kasım tarihleri arasında “I.Uluslararası Terörizm ve Sınır Aşan Suçlar Sempozyumu”nda sorunun daha çok ikinci boyutu enine boyuna tartışıldı. “Büyük Grup Kimliği ve Şiddet” başlığıyla açılışı yapan Prof.Dr. Vamık Volkan, kapanışta, Türk polisini umduğundan çok daha iyi gördüğünü, belirtti. Yüzü aşkın akademisyen ve güvenlik görevlisinin sunduğu tebliğlerden bazıları, terörün zaman, mekan ve çevreye göre farklı şiddetteki toplumsal ve siyasal zeminine işaret etmektedir: “Dini İstismar Eden Terör Örgütlerinde Radikalleşme”, “Aşırı Düşüncelerin Küresel Yayılımı ve Terörle Mücadelenin Geleceği”, “Müslümanlar Ne Zaman Terörist Olarak Görülmeye Başladı?”, “Batıda İslam, Şiddet ve Terörizme Karşı Tutumların Açıklanması”, “Terörizmi Besleyen Elleri Kesmek”, “Karanlık Çete Topluluklarının Dönüşümü”, “Radikalleşmenin Önlenmesi ve Terörle Mücadele Üzerinde Demokratikleşmenin Rolü”, “Türkiye’de Siyasal Radikalleşmenin Nedenleri”, “Türkiye’nin Uyuşturucu ile Mücadele Politikası”, “Türkiye’de Sınırlardan Eroin Kaçakçılığının Önlenmesi”, “Batı Demokrasilerinin İç Güvenlik ve Terörle Mücadeledeki Kurumsal Gelişim”.. Sempozyumda, “Uluslararası Hukuk’ta Bölücü Terör Eylemleri ve Self-Determinasyon Hakkı” başlıklı bir tebliğ sundum. ABD veya Avrupalı dostlarımız, terör gündeme geldiğinde genellikle konuyu Kürtlerin self-determinasyon hakkına getirmeyi denerler. Türkiye’de beş milyonu aşan melez nüfus yanında, halkların et ile tırnak gibi kaynaşmış olduğundan, kamuda ve özel sektörde hiçbir ayırımın olmadığından, Güneydoğu’daki toplam Kürt nüfusundan daha fazlasının İstanbul ile batı vilayetlerinde yaşadığından bahsettiğimde şaşırırlar. Kürt halkının, terör örgütünün dile getirdiği sorunları sahiplenmediğini, bununla beraber insan hakları ve demokrasi ile ilgili bazı sorunların çoğu TC vatandaşı açısından geçerli olduğu bir gerçektir. Halkların milenyumları aşan birliktelikleri dikkate alındığında günümüz Milletlerarası Hukuk açısından halkın bir kısmının ayrı bir siyasi birlik kurması mümkün olmadığı gibi pratikte de bunu uygulamak imkansızdır. Zira Milletlerarası Hukuk, sömürgeler dışındaki ülkelerde yaşayanlar için self-determinasyon hakkını tanımamaktadır. Terörle mücadelede teröristin ekmeğine yağ sürmemek, halk tabanında zemin kazanmasına fırsat vermemek için sorunları derinden ve kökten çözmek, terörizmin en büyük ihtiyacı “tanıtım-reklam” tuzağına düşmemek son derece önemlidir. Yöneticilerin az konuşup, çok iş yapması esastır. Güvenlik güçlerinin, şiddet olaylarına müsamahası, birçoğunu sessiz karşılaması ve görmezlikten gelmesi ise bir o kadar yanlış olsa gerek. Bu durum, devlet otoritesinde zafiyet görüntüsüne sebep olup, iyi hesaplanmamış beyanatlarla birleşince terör yandaşlarına büyük fırsatlar çıkmaktadır. Terörizm, insan hakları gibi günümüz uluslararası toplumunun gündem maddeleri arkasına saklanarak “uluslararasılaşma” hedefini her zaman korumuştur. Düşmana ihtiyaç bırakmayan bazı dost ülkeler ise Türkiye üzerindeki baskı ve taleplerinde terörizmi kullanmışlardır. Dış politikada terörü kullanmanın yani “uluslararası ilişkilerin terörize olması”nın hedefi sadece Türkiye olmayıp, birçok Orta Doğu veya doğal kaynak zengini azgelişmiş ülke bu tür komplolara muhataptır. Terörü bir şekilde destekleyen ülkelerin “tuzu kuru” olmadığı er geç anlaşılacak, “rüzgar eken, fırtına biçecektir”. Atılacak her adımda, yöneticilerin suyu üfleyerek içmeleri, sorumluluk mevkiinde bulunanların ayaküstü beyanatlardan kaçınarak teröriste malzeme vermemeleri, kamuya yapılacak açıklamaların uzun müzakere ve testlerden geçirilmesi elzemdir. İşin içinden çıkılmaz aşaması, bu tür basiretsizliklerin sonucudur. Polis Akademisi’nin konuyla ilgili girişimi ve yayınlanacak tebliğler çözüm konusunda birçok yönden ışık tutacaktır.