23 Mart 2012 Cuma akşam tv haberlerinde insanı hem üzen ve hem de dehşete düşüren şu haberi hem dinledik ve hem de izledik: (Bursa’daki “Ulu Cami” kaza neticesi tamamen yanmış ve sadece dört duvarı kalmış ama yine de yeniden aynısı yapılacakmış!...) İyi ama; Cami’nin içinde bulunan antik kitaplar vs. onlar nasıl yerlerine konabilecek?...

Tek kelime ile yandı, bitti, kül oldu denip de geçilecek mi?.. Tabii ki, meselenin bu yönü, yetkili makamları alâkadar eder ve bizi aşar!... Ancak, meselenin bir başka yönü var ki, o bizi aşmaz ve değerleri bir gazetenin köşe yazarlarından birisi olma hasbiyle bu yönüne eğilmem en tabii hakkımdır diyebilirim. Durum aynen şudur: Sabah gazetelere baktığım zaman belli, başlı gazetelerden hemen birçoğu, bu konuya temas etmemiş ve sadece bir tanesi dördüncü sahifesinde küçük bir sütuna fotoğraflı bir haber olarak geçmiş ama, bir de, zaten pek iyi durumda olmayan, “Türk-Yunan münasebetlerinin” daha da bozuk duruma gelebilmesi gayesiyle yapıldığından hiç şüphem olmadığı bir pasajı, haberin içine sıkıştırmışlar. Kayıt aynen şudur:

(1922 yılında Yunanlılar tarafından yakılan caminin 90 yıl sonra tekrar harabeye dönmesi büyük üzüntü yarattı.)
İllaa ki, Yunan, illaa ki, Ermeni... Büyük üzüntü yarattı kelamı da koca bir yalandan ibarettir! Üzüntülerinin ne merkezde olduğu ise mezkûr haberi dördüncü sayfanın küçük bir sütununa sıkıştırmış olmaları açıkça göstermektedir!...

Bu haberin muhabiri acaba “Ulu Cami hakkında” ne derece bilgi sahibidir? Dahası, Yazı İşleri Müdürü’nün bu konudaki kültürü ne mikyastadır? Bütün bunlar bence mehçuldür? Ancak, hepsinden evvel şunu merak etmekteyim: Böylesi muhabirler, böylesi yazı işleri müdürleri: Gerçekten Müslüman mı? Hayır hiç sanmıyorum! Böylelerinin ne dini olur ne de imanı! Bunların tek bir inancı vardır: (Dolar, Dolar, yine Dolar!) Ve de sırf bu nesneyi elde edebilmek için; acıtmadık can bırakmazlar. Gazetecilik ise, onların asıl maksatlarını gizleyen bir paravandır. Evet sadece bir paravan... Asıl maksatları ise, hizmetinde oldukları emperyalist bir devletin iğrenç emellerine hizmetle, dolarları ceplerine indirebilmektir. Böylelerinin bazıları bilerek, bazıları da bilmeden hizmet verir... Bilmeden hizmet verenler ise muhtelif ödüller kazandığından ve kendilerini kaf dağında gördüklerinden nasıl bir batağın içinde olduklarını asla anlayamazlar ve hayli yıprandıktan sonra ise posası çıkmış bir limon çöpü gibi çöplüğe atılırcasına bir kenara itilirler... Nitekim Osmanlı-Türk İmparatorluğu devrinde hangi bürokrat sırtını emperyalist devletlere dayamış ise, işi bitince söylediğimiz akıbete uğramıştır ve bu durum, İmparatorluğun sonu gelinceye kadar devam etmiştir. Çünkü, bizim o yıllardaki bilumum siyaset adamlarımızın cümlesi de başını kuma gömmüş misali, sadece Osmanlı Hanedanını düşürmeye çalışmaktan gayrı hemen hiçbir şey görememiştir... Çünkü aşırı ihtiras ve ikbal hırsı onların basiretini tamamen bağlamıştı...
Meselenin en hazin tarafı da, onların bazılarını adeta birer kahraman, birer vatan ve millet kurtarıcısı olarak, sonraki nesillerimize tanıtmamız olmuştur!... Nitekim bu yanlış saplantımız yüzünden, gerçek hamimiz Gazi Hazretlerini dahi anlayabilmiş değiliz. Şayet anlayabilmiş olsaydık; “içki sofralarıyla, aşkları” gibi safsata konularla ilgileneceğimize; hemen her birisi diğerinden değerli fikirlerinden istifade etmeye çalışırdık!...
Dahası; “harf devriminin” eşsiz Gazimizin eseri olmayıp, daha evvel devrimci, “Ali Suavi (1839-1878)” ve yandaşları tarafından düşünülmüş ve bir türlü tatbik sahasına kaydırılamamış olduğunu; acaba halk tabakamızdan kaç yüz değil, kaç kişi bilir!... Bunun böyle olmasını isteyen ve Avrupa Devletlerini, Osmanlı’yı yok edebilme gayesine sürükleyen ise, tek kelime ile Britanya İmparatorluğu, yanî İngiltere olmuştur.
Yanî, Yüce Önderimiz; Türk-Vatanını kurtarabilme kavgasında, İngilizlerin bazı hayati isteklerini, kabule mecbur kalmış; (Lozan Konferansı) daha sonraları düzeltilebilecekler karşısında fazla ısrarlı davranmayıp, asıl ağırlığını: (Türk-Vatan Birliği’nin kurusuz şekilde sağlanabilmesi) mücadelesine koymuştur.)
Gelelim Tarihi Bursa Ulu Camiî yangın felaketi bahsine ve ilk Ulu Camiî’nin özet hikâyesini sunalım ki, meşhur camiî ilk kimler tarafından yakılmış ve bizler açısından asıl değeri nedir vs. Bilinsin ve bizim kızmakta hangi açıdan haklı olduğumuz daha açık anlaşılsın!...
ULU CAMİ’NİN ÖZET HİKÂYESİ
VE
RUM HÂTUNUN İNADI!...

Osmanlı-Türk İmparatorluğu’nun ilk “Pay-ı Tahtı” Bursa ve görkemli camilerinden Ulu Cami; Osmanlılığın bütünlüğünü tamamlayan mührüdür dense yanlış olmaz.
Bu değerli ve “Osmanlı’nın simgesi” en az adı kadar Uludur ve bu isme lâyık bir ulvi yapıdır. İnşaa ettireni ise: Hz.Allah’tan sonra, hamisi, cennetmekân Yıldırım I. Bâyezid Hân’dır: (1360-1403) Hükümdarlık dönemi: (1389-1402).
Mevzubahis Camiî, (NİĞBOLU MEYDAN SAVAŞINDAN) sonra, (1399) inşa ettirilmiş ve türbesi de bu caminin hemen yanı başındadır. Bu simge caminin mimarının ise; “Âli Neccar” olduğu ihtimâli üzerinde durulmaktadır!...
Mevzubahis cami zaman içinde: Deprem, yangın, lodos ve bazı istilâlardan dolayı oldukça zarar görmüştür.
Meselâ: 1402’de Timur’un istilâsı esnasında; Mevzubahis cami, dini vecibelerin ifası yerine; “ot ambarı ve at ahırları” olarak kullanılmış ve Timur’un istilâcı ordusu Bursa’yı terk ederken cami içinde yangın çıkartarak, hayli tahribat görmesine sebep olmuştur.
Şer’iye Sicillerinde belirtilen onarımların en önemlileri: 1567 ve 1572’de lodostan, 1835’de depremden, 1889’da yangından sonraki onarımlardır. Bu zaman içinde Ulu Cami’nin kısmen taş olan, orijinal cephe düzenine kavuşması: 1951-1959 yılları arasındaki geniş çapta restorasyon çalışmaları sırasında mümkün olmuştur.
RUM HÂTUNUN İNADI VE OSMANLI ADALETİ!...
Ulu Cami’nin inşa edileceği zaman seçilen arsanın bir kısmında yaşlıca bir Rum Hâtun’un evi olduğundan, kendisi ile temas kurulup, mülküne ve toprağına karşılık yüklüce bir meblağ verilmesi uygun görülmüş. Ancak her ne yapılmış ise yaşlı kadın asla kabul etmemiş ve ben mülkümü satmam diye tutturmuş. Daha sonraki yıllar içinde vefat edince, yakın akrabaları Osmanlı yetkilileriyle temas kurarak: (büyük-analarının vefat ettiğini ve mirasçı olarak kendilerinin Osmanlı teklifini kabul ettiklerini) bildirmiş ve böylece ortada bir problem kalmamış ve inşaat başlatılmıştı ve lâkin Şeyhülislâm: (vefat eden yaşlı kadın buna razı olmamış ve mülkü ile toprağını satmak istememişti. Binaenaleyh, böylesi bir ihtilaf varken, mevtanın toprağında cimi inşası caiz değildir!) deyince buna bir çare arandığında, Şeyhülislâm nihayet buna bir çare buldu: (Mihrabın karşısına düşen bir mahalde muazzam bir şadırvan yapılacak, onun musluklarından akan su ile abdest alan mü’minlerin memnuniyeti onun ruhuna huzur verecektir.)
Şimdi haklı olarak soruyorum: Haklı olan kim? Sözde gazeteci geçinen hizipçiler mi, ben mi!... Mevzubahis, cehâlet kurbanı caminin inşasında bir Rum Hatunun inadıyla dikkatlere çeken Osmanlı’nın eşsiz adaletini dile getirmek mi daha önemli; yoksa Rum’u, Türk’e, Türk’ü, Rum’a düşman etmeye çalışmak mı?...
TİMURLENK’İN BURSA TALANI...
Timurlenk veya Aksak-Timur olarak bilinen bu savaşçı: “Hindistan ve Rusya’dan Akdeniz’e kadar uzanan bir İmparatorluk kurmuş ve fakat akla gelmedik pek vahşi katliamlarla hükümdarlığına kara leke düşürmüş ve (Ankara Meydan Muharebesi)ni kazanmasından sonra ise, Osmanlı’nın ilk Pay-ı Taht’ı olan güzelim Yeşil-Bursa’yı da talan ederek, yerle bir etmesinden sonraki yıllarda ise alışkanlık haline getiridği zulüm ve vahşeti, onun devletine nihayet gölge düşürmüştür...
Bu Cellat Hükümdar, 11 Mart 1336 tarihinde, Semerkant yakınlarında dünyaya gelmiş; 19 Mart 1405 tarihinde Çim-kent yakınlarında vefat etmiştir.
Babası, Barlas Kabilesi’nin, Reisi Taragay, annesi ise Çağatay Emirlerinden birisinin kızı Tekin veya Tekine Hatun’dur.
Bursa’yı işgal eden Timur’un emri ile emrindeki kuvvetler, güzelim Yeşil Bursa’yı; taş, taş üzerinde bırakmamacasına talan ederek yer ile yeksan etmiş, zengin Osmanlı hazinesi başta olmak üzere, sarayı ve bütün şehri soyup, soğana çevirmiş, bilahare şehri ateşe vererek birçok ahşap evin yanıp, kül olmasına sebep olmuşlardı...
Şehri terk ederken; ayrıca yeni yangınlar çıkararak Ulu Cami’yi temelden yok etmeye çalışan bu talancılar ordusunun insanlık dışı marifetlerini daha önceki satırlarda yazmıştım.
Ne var ki, Sultan Yıldırım I.Bâyezid de kardeş katili olmasından dolayı pek günahsız sayılamazdı ve öyle sanıyorum ki, onun pek kötü bir akıbete sürüklenmesine sebep teşkil eden Aksak Timur; günahsız bir Şehzâde’nin katledilişinin hesabını ödeten bir adalet celladı olarak, Yıldırım’ın üzerine gönderilmişti denebilir!...
Muhakkak ki, Yıldırım büyük ve adil bir Hükümdardı. Lâkin, söz konusu taht olunca, işte o zaman adeta tanınmaz bir serdengeçtiden bir farkı kalmamaktaydı!...
Ve Bâyezid esir düştüğünde, Timur’un gülümseyerek, ona şu tarihi sözleri söylediği kayıtlarda geçmektedir:
(Allah’ın bu dünyayı senin gibi bir körle, benim gibi bir topala bıraktığına gülüyorum?!...)
Peki, Yunanlının yaptığını unutmuyoruz da, Timurlenk’in yaptıklarını nasıl unutabiliyoruz, hayret etmekteyim?!... Düşünün, “Madonna’yı kilodunun rengine varıncaya kadar, her yönü ile halkımıza ballandıra, ballandıra, muhtelif şaklabanlıklarla en ince detaylarına kadar yıllardır anlatmaya çalışan o pek ciddi bazı gazeteler, sıra “Ulu Cami”ye gelince adeta küçük dillerini yutarcasına susmayı tercih etmeleri ve sadece “Yunanlının” iğrenç icraatından söz etmeleri gerçekten az da değil, çok ama pek çok düşünülmesini öngören bir husustur?!...
Tarih bilgisi olarak, sadece “düşmanlıkları bilhassa kızıştırıcı” faktörler üzerinde durulması, sadece düşmanlıkları diri tutar ki, bu durum Türkiye’ye sadece zarar getirir!..
Eşsiz Halaskârımız, Gazi Hazretleri “Balkan Paktını” niçin kurmuştu, bizler tam tersi düşmanlıkları körükleyelim diye mi?...
İçinde bulunduğumuz şu kritik günlerde ki “Suriye hadiseleri” kötüye gidişin adeta lokomotifi konumunu sergilemektedir. Bir Cihan Savaşı’nın ayak sesleri hafiften de olsa, duyulabilmektedir ve bizler böyle bir zamanda, daha doğrusu bazı kendini bilmez gazeteciler, hâlâ “Faşizan oyunlar” peşinde koşmakta ve sözde kendilerince “vatana hizmet etmektedirler”(!).
Böylesi aklı evvel kimselerin, bizim gibi objektif düşünebilenleri anlayabileceklerini hiç mi hiç sanmıyorum. Zira, böylelerinin örümcek kaplı kafalarında kemikleşmiş ve de zehir kokan düşünceler onların sadece gözlerini değil, beyinlerini de köreltmiştir!..
Geçen haftaki makalemde bazı eksantrik durumları dikkatlere çekmeye çalışmıştım. Bugün siz değerli okuyucularıma sunduğum makalemdeki konu, benim hiç de yanılmamış olduğumu açıklıkla göstermektedir!... Meselenin en hazin tarafı da, dünlerden, günümüze fikir açısından hemen hiçbir değişiklik olmamış olmasıdır!...
Bakınız: (OSMANLI DÖNEMİNDE BURSA) Cilt: I. Sahife: 96. Baskı Tarihi: 2001.
Derleyen ve Yapımcı: Ahmet Abut
Bakınız: (MUFASSAL OSMANLI TARİHİ) Cilt: I. Sahife: 200-201.
***
SAYIN BAŞBAKANIM!
1915 TEHCİRİNİN ADRESİ SAYIN OBAMA DEĞİLDİR!...
=26 Mart 2012 Pazartesi=

Sayın Başbakanım! O uğursuz “1915 Tehciri”nin adresi, Sayın Obama değil, doğrudan “Türk Ermenisi”dir. Kaldı ki, ABD öylesine eksantrik bir ülkedir ki; devleti kendi icra etmiş olduğu “toplu katliamları” roman ve film materyali yaparak, yeni nesillerine ve bütün dünyaya göstererek, bir nevi özür dileyen bir özel yapıya sahiptir. Dolayısıyla; ne sayın Başkan Obama ve ne de sonradan gelecek herhangi bir başka Başkan, bu meseleyi örtbas etmeye çalışamaz. ABD kanunları buna müsaaade vermez.
Tarihçilere gelince. Nihayeti onlar da insandır ve muhakkak bir cenahı temsil eden birer bilim insanı. Mesela: (ANKARA MEYDAN SAVAŞI) ve sonuçlarını: (Timur’un tarihçileri ayrı, Osmanlı tarihçileri de ayrı görüşlerle) kayda geçmişlerdir. O’nun için: İster parlamenter ve ister tarihçi, hemen her ikisi de kendi cenahını savunur ve konuya öncelikle bu açıdan eğilir. Yanî, “Bir elmanın iki yarısından” farksızdır.
Merhum Alparslan Türkeş, bu meseleyi hal etmeye çalışmış ve Ermenistan’ın eski Devlet Başkanı Sayın Levon Der Bedrosyan ile “Paris-Fransa’da özel bir görüşme ile meseleyi halk edilebilecek düzeye getirmişti. Şöyle ki: Ermenistan hudut kapısında bir tak inşa edilecek ve takın Ermenistan tarafında Ermenice: (Hz.Allah bir daha böyle felâketler göstermesin.) yazılacak ve Türkiye tarafında da aynısının Türkçesi kaydedilecekti. Sonrası malûm, Sayın Türkeş vefat edince diğer siyasilerimiz buna sıcak bakmadı ve böylece mezkûr problem günümüze kadar getirildi. Getirildi diyorum: Zira, emperyalist güçler böyle olmasını istedi...
Azerbaycan’ı, “Soydaş”, Ermenistan’ı “Düşman” addetmek: Ne Türkiye’ye ve ne de Azerbaycan’a hiçbir kazanç sağlamaz. Kaldı ki, Türkiye’deki Ermenileri bu konuda hiç sayıp, Ermenistan’ı muhatap alan, bizdeki yanlış politika, yanlış değerlendirmeler sonucudur. Çünkü, o dehşetengiz vak’ayı yaşayan Ermenistan Ermenileri değil, Osmanlı Ermenileri olmuştur. Yanî bizler.
Sayın Başbakanım!
Ben naciz vatandaşınızı hoş görün. Emin olun benim görüş ve yazdıklarım birçok parlamenter, bir çok gazete yorumcusu ve bir çok tarihçinin değerlendirmelerinden daha tarafsız ve daha inandırıcıdır. Çünkü, hemen hiçbir kuruma bağlı olmayan müstakil ve kendisini bu meselenin haline çare bulmaya adamış naçiz bir Türk kalemiyim.
Bu meselenin halli her zaman söyledim, yine söylüyorum: Türkiye’deki Ermenileri kazanılmasına bağlıdır. Sizin, “Azınlıkların” vatandaşlık haklarını hemen her şekilde koruyup, yardım ellerinizi hiçbir zaman esirgemediğinizi biliyorum. Zira, hemen herşey gözlerimin önünde icra edilmektedir. Hz.Allah razı olsun. Meselâ, Sayın Obama da bu hususta zat-ı âlilerinizi tebrik etmişler. Ancak, bu “1915 Tehciri” meselesini kapsamaz. Zira, o ayrı bir meseledir ve Türkiye’deki azınlıkla değil, sadece Türkiye-Ermenilerini alâkadar eder.
Azeri-Ermeni meselesinde Türkiye sadece Azerbaycan’ın “Millî Menfaatlerini” esas almaktadır. Bu tamamen yanlıştır. Çünkü, bizler ister değer verelim, ister vermeyelim; küçük ve fakir de olsa, Ermenistan bir ülke ve o ülkenin bir devleti vardır ki, ABD’nin Ermenistan da “Büyük Elçiliğinin” oluşu bunun başlıca ispatıdır.
Sayın Başbakanım!
Bu konuda naçiz fikrim şudur: “Türkiye Ermenilerinden saygıdeğer parlamentomuza” 1-2 milletvekili atandırılsın ve onlar sadece bu konu değil, Türkiye’nin bütün meselelerine eğilebilme imkânı bularak, biz Ermeni Cemaatini de sevindirsinler. Zira, bizler her ne kadar iyilik görürsek görelim, ancak o zaman kendimizi tam olarak vatandaş görebiliriz ve bu bizi gerçekten sonsuz bir sevincin mutluluğunu tattırır.
Son olarak şu hususu da belirtmeme müsaade buyurmanızı hassaten rica edeceğim efendim: (1915 Tehciri vak’asını yabancı devletlerin parlamentolarında gündeme alınmaması, bu meselenin halline hiçbir fayda sağlamaz. Çünkü, vak’a sabittir ve muhatapları da ne Türk Milleti ve ne de Ermeni Milleti olmayıp: (İttihat ve Terakki ile Taşnak, Hınçak Fırkalarıdır.) Bu gerçeği gizlemeye kalkmak ise boşa çaba olur.
Saygılarımla Sayın Başbakanım.