1970’ler ve 80’ler Türkiye’si, derin siyasi kutuplaşmaların ve ideolojik çatışmaların doruk noktasına ulaştığı bir dönemdir. Sağcı ve solcu gruplar arasındaki bu şiddetli çekişmeler, hem toplumsal gelişmeleri derinden etkiledi hem de ülkedeki demokrasi ve güvenlik yapısında derin yaralar bıraktı. Bu dönemi ele alırken, hem sağ hem de sol ideolojilerin arka planına inmek, bu çatışmanın toplumsal temellerini analiz etmek önemlidir.
Başlangıç: Soğuk Savaş’ın Gölgeleri
Türkiye, 1970'lerde Soğuk Savaş’ın etkisi altında hem Batı'nın hem de Doğu Bloku'nun ideolojik savaş alanlarından biri haline geldi. Sovyetler Birliği'nin yayılma politikasına karşı NATO'nun cephe ülkelerinden biri olan Türkiye, sağ ideoloji ile milliyetçi ve muhafazakar bir hattı takip ederken, solcu hareketler de işçi sınıfını ve üniversite gençliğini etkilemeye başlamıştı. 1968 kuşağının devrimci idealleri, ABD karşıtlığı, kapitalizme karşı duruş, Marksist-Leninist çizgide gelişen sol hareketlerin hızla genişlemesine neden olmuştu. Bu sırada sağcı gruplar ise anti-komünist bir kimlik kazandı, milliyetçilik ve dini motiflerle ideolojilerini besledi.
İdeolojik Silahlanma: Sağ ve Sol Arasındaki Şiddet Dalgası
Bu ideolojik çekişmelerin Türkiye’de toplumsal bir krize dönüşmesinin arka planında, özellikle üniversitelerde başlayan çatışmalar yatıyordu. Solcu öğrenci hareketleri, devrimci ve sosyalist bir Türkiye hayali kurarken, sağcı milliyetçi gençler de "vatanseverlik" adına komünizme karşı bir direniş hattı oluşturuyordu. Ancak çatışmalar ideolojik mücadeleden hızla silahlı sokak çatışmalarına dönüştü. İki taraf da kendisini haklı bir "kurtarıcı" olarak görürken, arka planda örgütlü şiddet ve siyasi suikastlar başlamıştı.
Bu dönemde pek çok öğrenci, öğretim üyesi, gazeteci ve siyasi figür hayatını kaybetti. Ülkenin dört bir yanında sağ-sol çatışmaları sokaklara taşmış, bu ideolojik savaş sivil halkı da tehdit eder hale gelmişti. Öne çıkan isimlerden biri olan Ülkücü Hareket lideri Alparslan Türkeş, Milliyetçi Cephe hükümetlerinin desteğiyle sağcı grupları yönlendirirken, solun önderleri arasında Mahir Çayan, Deniz Gezmiş gibi isimler direnişi sembolize ediyordu.
Devletin Tavrı: Kontrolsüz Güç ve Darbe
Devlet, bu süreçte dengeyi sağlamakta zorlandı. Bir yanda artan terör olayları ve suikastlar, diğer yanda ekonomi ve toplumsal huzur giderek kötüleşiyordu. Sağ ve sol gruplar arasındaki çatışmalara karşı güvenlik güçlerinin taraflı tutumları da çatışmayı alevlendiren unsurlar oldu. Özellikle sol gruplar, devletin sağcı örgütlere göz yumduğunu ve onları desteklediğini öne sürüyordu. Bu süreçte faşizmin yükselişi, işkence ve baskılar, solun öfkesini artırdı.
Ancak asıl kırılma, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi ile yaşandı. Askeri yönetim, ülkeyi kaostan kurtarma bahanesiyle devreye girerken, binlerce insan tutuklandı, işkenceler yapıldı ve birçok siyasi lider idam edildi. Ancak bu darbe, sadece sağ ve sol arasındaki çatışmayı durdurmadı, aynı zamanda Türkiye'nin siyasi tarihinde derin bir yara bıraktı. Özellikle sol hareketler, darbeyle birlikte ağır bir darbe aldı. Sendikalar kapatıldı, üniversiteler ve basın susturuldu.
Toplum Üzerindeki Derin Yaralar ve Sosyolojik Yansımalar
Sağcı ve solcu çatışmalarının 1970'ler ve 80'lerdeki etkisi sadece siyasi alanla sınırlı kalmadı, toplumun geniş kesimlerinde de derin yaralar açtı. Siyasi kamplaşmalar, aileler arasında dahi ayrışmalara neden olurken, işçi sınıfı, üniversite öğrencileri ve farklı meslek grupları arasındaki dayanışmayı zayıflattı. Bu süreçte kutuplaşan toplum, "biz" ve "onlar" şeklinde ikiye bölünerek, derin bir güvensizlik ortamında yaşamaya mahkum oldu.
Toplumdaki bu çatışma hali, günlük hayatta bile hissedilen bir baskı ve korku atmosferine yol açtı. Özellikle büyük şehirlerde, sağ ve sol grupların egemen olduğu mahalleler arasında fiziksel sınırlar oluştu. Solcu mahallelerde yaşayanlar sağcıların girmesinden korkarken, sağcı mahallelerde de solculara karşı bir tehdit algısı hakimdi. Bu, kent yaşamını ciddi şekilde etkileyen bir kutuplaşma yarattı. İnsanlar, ideolojilerini ifade etmekten çekinir hale geldi ve toplumsal diyalog tamamen koptu.
Medyanın Rolü ......
Medya, bu dönemde hem çatışmanın büyümesine hem de çözülmesine katkı sağlayabilecek önemli bir araçtı. Ancak 70'ler ve 80'lerdeki medya, maalesef taraflı ve kutuplaştırıcı bir rol oynadı. Bazı gazeteler ve televizyon kanalları, sağcı ya da solcu ideolojilerin propagandasını yaparken, toplumsal gerilimi artıran söylemleri sıkça kullandı. Gazetelerin manşetlerinde yer alan çatışma haberleri, kitleleri daha da öfkelendiriyor ve kamplaşmayı derinleştiriyordu.
Özellikle solcu gazeteciler, hükümetlerin ve sağcı grupların hedefi haline geldi. Pek çok gazeteci suikasta uğradı, öldürüldü ya da işkencelerle susturulmaya çalışıldı. Aynı şekilde sağ görüşlü gazeteciler de sol örgütler tarafından tehdit edildi. Bu medya ortamı, Türkiye'deki basın özgürlüğü açısından kara bir leke olarak tarihe geçti. Gazetecilerin işlevi olan toplumu bilgilendirmek ve gerçeği savunmak, yerini ideolojik propaganda savaşına bırakmıştı.
Buna rağmen, tarafsız gazetecilik yapmaya çalışan bazı basın kuruluşları ve aydınlar, toplumsal uzlaşı ve barış çağrıları yaptı. Ancak bu sesler, kaosun ve şiddetin gölgesinde çoğu zaman yankı bulamadı.
12 Eylül Darbesi Sonrası .....
12 Eylül 1980 darbesi, sağcı ve solcu çatışmaların "çözümü" olarak sunulsa da, aslında sadece bu çatışmanın sonucunda ortaya çıkan derin yaraların başlangıcıydı. Askeri yönetim, ülkedeki tüm siyasi hareketleri susturdu ve toplumsal muhalefeti ezdi. Sağ ve sol fark etmeksizin, tüm siyasi gruplar baskı altına alındı ve binlerce insan cezaevlerine gönderildi. Bu baskıcı rejim, Türkiye'nin demokratik ilerleyişine büyük bir darbe vurdu.
Darbenin ardından, Türkiye’deki ideolojik hareketler yeraltına çekildi ve sessizlik dönemi başladı. Ancak bu sessizlik, toplumda derin bir korku kültürünün ve apolitikleşmenin zeminini hazırladı. Solun ve sağın sesinin kısıldığı bu dönem, aslında siyasi katılımın zayıfladığı, özgürlüklerin askıya alındığı ve bireysel hakların yok sayıldığı bir karanlık dönem olarak tarihe geçti.
Darbe sonrası süreçte, 1982 Anayasası ile birlikte Türkiye’nin siyasi yapısı yeniden şekillendi. Yeni anayasa, bireysel hak ve özgürlükleri sınırlayan, devletin otoritesini artıran bir yapı sundu. Bu, toplumsal dinamiklerin üzerindeki baskıyı artırırken, sağ ve sol hareketlerin toplumsal tabanlarını kaybetmelerine neden oldu. 70'ler ve 80'lerin çatışmacı siyasetinden miras kalan bu baskıcı yapı, Türkiye’nin demokrasi serüveninde kalıcı bir iz bıraktı.