Ortak Türk dili, coğrafyamızda yaşanan sıkıntılı uzun bir dönemden sonra, 1990’larda anlamak, anlaşmak ihtiyacıyla yeniden gündeme gelmiş bir meseledir. ‘Olur’ diyen var, ‘olmaz’ diyen var, “‘ortak dil’ olmaz, ‘ortak iletişim dili’ seçelim” diyen var. Tabii bu düşünceler de kendi aralarında farklı görüşlere ayrılıyor; “İstanbul Türkçesi, konuşan nüfusun yoğunluğu itibariyle iletişim dili olmalıdır” diyen var, “Doğu Türkçesine de Batı Türkçesine de yakın olması hasebiyle, Azerbaycan Türkçesi yahut Gaspıralı’nın Kırım Tatar Türkçesi iletişim dili olmalıdır” diyenler var. Yahut da, “Niye illaki Batı Türkçesi, dilin özü doğuda, siz buyurun Kazakça, Kırgızca, Altayca öğrenin” diyenler var. “Biz zaten Rusçayla hepimiz anlaşıyoruz, iletişim dili için siz de öğrenin” diyen var…

Mevzu uzun; dilcisi var, edebiyatçısı var, siyasetçisi var, sosyal eylemcisi var, herkesin de kendince haklı düşünce ve çözümleri var… Elbette biz de tutup böyle bir konuda haddimizi aşıp ahkâm kesecek değiliz, biz ne olsa uyarız…

Bizi asıl ilgilendiren mevzu şu: ‘Biz şu anda nasıl anlaşacağız?’.

90’lı yıllarda yapılan toplantılarda bir serzeniş duyulurdu, “Rusça konuşmasanız, ana dilinizi bilmiyor musunuz?” denilirdi konuşmacılara. Ana dilini konuşma konusunda sıkıntı yaşayan, bu nedenle Rusçayı iletişim dili olarak kullanan bir nesil vardı karşımızda, iyi kötü Rusça tercümanlar yetişti imdada ve uzun süre onların aracılığıyla yürüdü işler. Ama tabii biz her seferinde ukalaca söylendik, “Niye anadilinizde konuşmuyorsunuz, bildiri sunmuyorsunuz?” diye.  
20 yılda çok şey değişti, artık Özbekçe, Kazakça, Kırgızca sunum yapabilen, eğitimini ana dilinde yapmış muhataplarla karşı karşıyayız.
 
NEDEN HALA ANLAŞMA SORUNU YAŞIYORUZ?

Peki, şimdi neden hala toplantılarda anlaşma sorunu yaşıyoruz?

Efendim sorun şu; Kazakçayı Özbekçeyi, Kırgızcayı vb... günlük konuşma dilinden ibaret zanneden, bu nedenle biraz kulak kabartıldığında anlaşılabileceğini savunanların afilli düşünceleri. Bu görüş Kazakça Özbekçe ve hatta Azerbaycan Türkçesinde ilmi sunum yapan akademisyenlerin karşısında geçerliliğini yitirmiştir. ‘Col’ denilince ‘yol’ olduğunu ‘kel’ denilince ‘gel’ olduğunu çözmek sayıları ve fiillerdeki harf değişimlerini anlayabilmek Türk lehçelerini anlamak anlamına gelmez. Karşılıklı lehçeleri bilen bir azınlığın var olduğu doğrudur, bu da çalışmaların yalnızca bu dar çevrede kalmasına sebep olur.
Yıllarca Türk lehçelerinin tercümeye ihtiyacı olmayacağını düşünenler, bu gün bir Kazak’ın bir Özbek’in konferans, sempozyum gibi çalışmalarda mecburi Rusça ve İngilizce kullanmasının müsebbipleridir. Aynı durum Türkiyeli akademisyenler için de geçerlidir, onlar da bu toplantılarda sunumlarını İngilizce yapmaya başlamışlardır.

Kazakça tercüman, Kırgızca Tercüman, Tatarca tercüman kavramları reddedilerek, böyle bir istihdamın yaratılması engellenmiş oldu. Bu anlayış resmi çalışmalarda da egemen olunca Kazakça, Özbekçe, Tatarca vb… bilmek devlet nezdinde de bir kıymet ifade etmedi.
Sonuç mu? Sonuç, bugün ister sivil toplum örgütlerinin düzenlediği toplantılarda, ister resmi görüşmelerde, anadili Kazakça olan bir kişi istese de Kazakça sunum yapamaz, çünkü tercüman yok! Oysa, o an, o salonda bile iki lehçeyi çok iyi derecede konuşup çevirebilecek gençler vardır.

İSTER TERCÜME DEYİN, İSTER UYARLAMA…
Şimdi siz, lehçeler arasındaki duruma ister tercüme deyin, ister uyarlama; gittiğiniz toplantıda Kazakistan’dan gelen akademisyen arkadaşımın ’Kazakistan Ekonomisinin Bağımsız Devletler Topluluğundaki Yeri’ sunumunu anlayamıyorsanız, adına ister tercüman, ister uyarlamacı deyin, bir aracı bulmak zorundasınız.
Yoksa, son katıldığım toplantıların hepsinde yaşanan mecburi Rusça ve İngilizce tercümenin mahkûmu oluruz… İlminski’ye de rahmet okuturuz…