MÜTEFEKKİR YAZAR MEHMET NİYAZİ ÖZDEMİR
Nüfus kaydına göre adı: ‘Niyazi Özdemir’ idi. Babasının adını alıp, soyadını bırakarak, yazı hayatında ‘Mehmet Niyazi’ ismini kullandı.
Trabzonlu bir ailenin ferdi olarak 8 Nisan 1942 târihinde Sakarya ilimizin Akyazı ilçesinde doğdu. 1953'te Akyazı İlkokulu’ndan, 1957'de Haydarpaşa Lisesi’nden, 1964'te ise İstanbul Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. O dönemde İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde takıntısız olarak üçüncü sınıfa geçenler, dekanlığa müracaat edip, izin alarak Edebiyat Fakültesi’nin herhangi bir bölümüne devam edebiliyorlardı. Bu imkândan faydalanarak Edebiyat Fakültesi’nin Felsefe Bölümü’nden diploma aldı. Mezuniyetini takiben devlet felsefesi sahasında doktora yapmak için Almanya'ya gitti.
Brilon'daki Goethe Enstitüsü'nde Almanca öğrendi. Marburg Üniversitesi'ne intisap ederek burada Prof. Dr. Ditrich Pirson'un yanında ‘Türk Devletlerinde Temel Hürriyetler’ konulu tez ile ‘Doktor’ unvânı aldı.
Uzun yıllar Almanya’da ikâmet etti. Vatan hasretine dayanamayıp 1988 yılında Türkiye’ye döndü. Bir müddet Ankara’da kaldıktan sonra İstanbul’a yerleşti. İlk makalesi 1967'de Millî Hareket Dergisi’nde yayınlandı. Daha sonra Babıalide Sabah, Türkiye, Tercüman, Gündüz, Muhalif, Zaman ve Yeni Şafak gazetelerinde köşe yazıları yazdı. Ayrıca; Genç Akademi, Nizâm-ı Âlem, Türk Yurdu, Ufuk Çizgisi gibi dergilerde makaleleri yayınlandı.
Türkiye’nin seçkin yayınevi Ötüken Neşriyat Anonim Şirketi’nin kurucu ortaklarındandır.
‘Ölüm Daha Güzeldi’ isimli romanıyla 1982'de Türkiye Millî Kültür Vakfı’nın ‘Yılın Romanı’, 1999'da ise ‘Çanakkale Mahşeri’ isimli eseriyle ‘Türkiye Yazarlar Birliği Roman Ödülü’nü kazandı.
Mehmet Niyazi Özdemir, tezli romanlarıyla tanınan bir yazar ve mütefekkirdir. Târihî romanlarını yazmadan önce, romanında anlatacağı hâdiselerin yaşandığı bölgelerde incelemeler yapardı.
Eserlerinde millî konuları işlemeyi şiar edinmiştir. Fikrî eserlerinde ise Türkiye’nin sosyal yapısı üzerine görüşlerini açıklıyordu.
11 Mayıs 2018 târihinde, akciğer yetmezliği sebebiyle tedâvi gördüğü özel hastânede, 76 yaşında vefat etti. Cenâze namazı Bağlarbaşı’ndaki İlâhiyat Fakültesi Câmii’nde, çok kalabalık bir cemaatle kılındıktan sonra Karacaahmet Mezarlığında toprağa verildi.
Yayınlanmış Kitapları:
Ölüm Daha Güzeldi, Kanije, Bayram Hediyesi, Çanakkale Mahşeri, Daha Dün Yaşadılar, Yazılmamış Destanlar, Plevne, Doğunun Ölümsüz Çocuğu, Türk Târih Felsefesi, Yemen Ah Yemen, Dâhiler ve Deliler, Millet ve Türk Milliyetçiliği, Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği, Türk Devlet Felsefesi, İki Dünya Arasında, Var Olmak Kavgası, İslam Devlet Felsefesi.
Birçokları O’nu ‘Romancı’ olarak bilir. Gazete ve dergilerdeki makaleleri ile ‘ilmî’ olma vasfına sâhip şuur ve tefekkür yüklü kitapları çok daha fazla okunmaya değerdir. Romanlarının hiçbiri hayâl ürünü değildir. Yaşanmış hâdiselerin edebî üslûba büründürülmüş metinleridir.
‘Türk Devlet Felsefesi’, ‘Türk Târih Felsefesi’, ‘Medeniyetimizin Analizi’, ‘İslâm Devlet Felsefesi’ isimli kitapları alanında tektir. Başka hiçbir kimse bu mevzuları ele almaya cesâret edememiştir. Bu kitapları okumadan Türkiye’nin sosyal kültür târihi hakkında konuşulanların ve yazılanların eksiklikleri ve hatta hatâları vardır.
Peyâmi Safâ ve Necip Fâzıl Kısakürek çizgisinde bir kalem üstâdı idi. Fakat onların tâkipçisi ve taklitçisi olmadı. Onlardan tevârüs ettiği fikriyatı, günün şartlarıyla, filozof yönüyle ve şuuruyla yoğurarak yeni ve kendi türünde tek olan yorumlar ve fikirler üretti.
Türk ve İslâm târihini bir bütün olarak görüyordu. Fikrî eserlerinde Osmanlı’nın fizikî olarak üç kıt’aya, kapsama alanı olarak cihana hâkim oluşunun temelinde, imanının kuvveti ve İslâm’ın kudreti olduğu tezini işledi.
İyi bir târihçi olabilmek için hukuk bilgisine sâhip olmanın lüzumuna işâret etmiştir. Bu düşüncesini şöyle temellendiriyordu: ‘Târih ilminin ana konusu devletlerdir. Devletler ise hukuk ihtiyacından doğmuştur. Hukuk ilmi ile devletler kurulur, devletler de târihî hâdiseleri gerçekleştirir. Eğer devlet iyi tahlil edilmezse, devletlerin oluşturduğu târihin derinliklerine inilemez.
Bu düşüncesi muhtemelen, hukukçu ve aynı zamanda çok derin bir târihçi olan Ziya Nur Aksun merhumun, Marmara Kıraathânesi sohbetlerini tâkip etmesiyle oluşmuştur.
Rahmetli Aksun’u en iyi anlayan ve anlatan, Mehmet Niyazi’dir. Tabiî, kendisine âcil şifalar dilediğim Erol Kılınç ile ömrünün en güzel yıllarını, ağabeyinin hizmetine vakfeden Belma Aksun Hanımefendi’yi de unutmamak gerekir.
Mehmet Niyazi aynı zamanda metotçu idi. Sosyal problemlerimizin çözümünü ilim dünyasında aramamız gerektiğini ısrarla söylemiş ve yazmıştır.
Teşhisi şudur: ‘Batılılar karşısında üstün olduğumuz dönemlerde, ilim sahâsında söz sâhibiydik. İlimde zayıflayınca, pek çok sâhada batılıların gerisine düştük.’
Bir başka teşhisini de şöyle hatırlıyorum: ‘Türkler, İslâmiyetle şereflendiklerinde, Türk asıllı büyük müctehid İmam-ı Âzâm Ebu Hanife’nin prensiplerini benimseyen Türk İslâm âlimi Mâtürîdî’nin belirlediği aklî imânı rehber edinmişlerdi. 16. yüzyılda Acem diyasından ve Mısır’dan getirilen İslâm âlimlerinin yönlendirmesi ile Hasen el Eş’arî’nin nakle ve hattâ taklide ağırlık veren sistemi tercih edilir oldu. Böylece 18. yüzyıldan itiâberen ilimde batılılarla yarışamaz olduk.’
O’nun gazete ve dergilerdeki makaleleri, kitapları kadar değerlidir. Kendisiyle yapılan röportajlar, çiçek bahçesi gibi renkli ve zengindir. Hakkında yazılanlarla birlikte, hayatını ve Mehmet Niyazi bibliyografyasını, kitaplarının tahlillerini bir araya getirecek birkaç ciltlik kitap hazırlanabilir. Târih, hukuk, felsefe ve edebiyat alanındaki öğrencilere mezuniyet, yüksek lisans ve doktora tezleri hazırlattırılabilir. Belediyeler ve gerekli duvlet kuruluşlarıyla temasa geçilerek kültür merkezlerine ve okullara ‘Mehmet Niyazı’ ismi verilebilir.
O, millî - mânevî ve insânî değerlere sâhip çıkan bir nesil yetişmesi için rehber oldu. İsminin unutulmaması suretiyle rehberliğinin devamını sağlamak vefa borcumuzdur.
Mekânı cennet, kabri nurlu olsun!
KIRIM HANLIĞI
Târih sahnesinde 374 yıl kalan Kırım Hanlığı,
1 Haziran 1475 târihinde Osmanlı Devleti’ne bağlandı.
OĞUZ ÇETİNOĞLU
Kırım Hanlığı, Hacı Giray tarafından 1440’lı yıllarda kuruldu. Kırım’a ait en eski para, 1441 yılına aitttir. Hacı Giray Han, Cenevizlilere karşı Osmanlı Devleti ile ittifak imzaladı. 1454 yılında Osmanlı ve Kırım askerleri, Cenevizlileri yenip vergiye bağladılar. 1475 yılında Kırım Hanı Mengli Giray, kardeşi Haydar’ın taht için ayaklanması üzerine zor durumda kaldı, Kefe Kalesi’ne sığındı. Cenevizliler kendisini tutukladılar. Mengli Giray, Fatih Sultan Mehmed Han’dan yardım istedi. Sultan, Gedik Ahmed Paşa komutasındaki donanmayı Kefe’ye gönderdi. Kefe Osmanlı’nın eline geçince, Mengli Giray hürriyetine kavuştu ve Osmanlı himâyesini kabul etti, tahtına tekrar oturdu.
Târih boyunca Kırım Hanları, bizzat ordularının başında Osmanlı Ordusu ile birlikte fetihlere katıldılar. Bu durum, 1671 – 1704 yıllarında tahta oturan Selim Giray Han dönemine kadar devam etti. Sâhib Giray’ın 1772 yılında Ruslarla imzaladığı Karasubazar Antlaşması’ndan sonra Kırım’ın Osmanlı Devleti ile irtibatı kesildi. 08 Kasım 1783 târihinde Kırım, Rus Çarlığı’nın bir vilâyeti hâline geldi.
BİLGİLİK / KIRIM’IN KISA TARİHİ:
Çok eski zamanlardan beri Kırım, farklı milletlerin ve kültürlerin kesiştiği bir medeniyetler kavşağı olmuştur. Antik Kimmerler, Tavrlar, İskitler ve Roma medeniyetlerinden sonra Hunlar, Kıpçaklar, Hazarlar ve ‘Tatar’ olarak adlandırılan Türk topluluğu ile Rus – Slav ırkına mensup insanlar bölgeye geldiler. Gelenlerin bir kısmı yerleşik düzene geçti.
Kırım ile ilgili mevcut yazılı eserlerden, eski çağlarda bu yarımadada yaşayan milletler hakkında 2700 yıl öncesine kadar bilgi edinilebilmektedir. Ülkede bulunan arkeolojik eserler, 250.000 yıl öncesine aittir. Yarımadanın her yerinde târihî ve arkeolojik eserler vardır.
Kimmerler ve Tavrlar, Kırım’da erken dönemlerde yaşamış yarı göçebe aşiretlerdir. Bu iki antik halkın aynı nesilden geldiği ve umûmîyetle Kırım’ın dağlık bölgelerinde yaşadığı tahmin edilmektedir. Kırım’ın eski yerleşik halklarından biri de İskitlerdir. İskit kabileleri, M.Ö. yedinci yüzyılda Türkistan’dan Kırım’a gelmiştir. İskit krallığı, M.Ö. dördüncü yüzyılda, farklı kabileleri birleştirdikten sonra bölgeye yine Türkistan’dan kuvvetli göçler olmuştur. İskitlerin hâkimiyeti M.Ö. dördüncü yüzyıldan üçüncü yüzyıla kadar devam etti.
İskitlerden sonra Romalılar bölgeye hâkim oldular. Bosfor Krallığı kuruldu. M.S. üçüncü yüzyıldan itibaren Hıristiyan dini bölgeye yayıldı. M.S. dördüncü yüzyılda Hunlar Kırım’a gelmeye başladılar. Bosfor Krallığı yıkıldı. Ortaçağın başlarında Türk kabilelerinden olan Hazarlar bölgede görülmeye başladı. Ardından Peçenekler Kırım’ın içlerine yayıldılar. Kıpçaklar ise onuncu yüzyılda geldiler.
On üçüncü yüzyıldan itibaren Venedikliler ve Cenevizliler Kırım’ın sâhil kesimlerinin hâkimi oldular. Altın Ordu Hanı Özbek Han, 1314 yılında Kırım’da büyük bir Müslüman medresesi inşa ettirdiğine göre, bu günkü Kırım’ın yerli halkı olan Türkler 1200’lü yılların son çeyreğinde gelmiş olmalılar. Selçuklular ve Osmanlılar döneminde de Anadolu’dan pek çok Müslüman Türk, Kırım’a gelerek yerleştiler. Sürgünler ve Rusların dayanılmaz baskıları sebebiyle Kırım Türklerinden pek çok kişi de Dobruca yolu ile veya doğrudan doğruya Ak Topraklar olarak isimlendirdikleri Anadolu’ya göç ettiler.
Araştırmacılar, ‘Sakalar ’ olarak da anılan İskitlerin Türk olduklarını yazmaktadırlar. Bu durumda, Kırım, 2.700 yıllık Türk vatanıdır.
GÜRCİSTAN’DA TÜRK BASIN VE YAYIN HAYATI
Bugün Gürcistan Cumhuriyeti sınırları içinde kalan Borçalı, Karayazı, Başgeçit, Tiflis, Karaçöp bölgelerinde yaşayan ve bu topraklar üzerinde binlerce yıldır eşsiz kültür ve medeniyet eserleri vücuda getiren Gürcistan Türklerinin (Karapapakların / Terekemelerin) edebî faaliyeti, tıpkı târihleri gibi ya göz ardı edilmiş veya Azerbaycan edebî muhiti içinde değerlendirilmiştir. Oysa Gürcistan’da yaşayan Türklerin târih boyunca vücuda getirdikleri kendi yaşayış ve inanışlarının ürünü olan sözlü ve yazılı edebiyat, basın ve yayın faaliyeti; Azerbaycan edebî muhitinin, basın, yayın hayatının içine sığmayacak kadar geniştir.
Çoğunluğunu Karapapak / Terekeme Türklerinin oluşturduğu Gürcistandaki Türklerin edebî faaliyetlerini birbiriyle âdeta yarış hâlindeki gazete ve dergiler vasıtasıyla devam ettirdikleri bilinmektedir. Söz konusu gazeteler, dergiler ve yayımlandıkları yıllar hakkında kısa bir hatırlatma faydalı olacaktır:
‘Ziya’ (1879-1880), ‘Ziya-yı Gafgaziyye’ (1880-1884), ‘Keşkül’ (1883-1891), ‘Şergî Rus’ (1903-1905) gibi gazeteler; Mirze Celil Mehmedguluzade’nin ‘Molla Nesreddin’ (1906-1918) adlı hiciv dergisi Tiflis’te yayımlandı.
Sovyetler Birliği zamanında (1918-1990 yılları arasında) yaklaşık 70 yıllık bir sürede (özellikle de bu dönemin ilk yıllarında) hem edebî çevrede hem de basında ve yayında genelde komünist ideolojinin yerleşmesine ve gelişmesine hizmet edenler: 1918-1941 yılları arasında ‘Gençler Yurdu’, ‘Gelebe’, ‘Al Bayrak’, ‘Gelecek’ (1918), ‘Veten’ (1920), ‘Kommunist’ (1921), ‘Işıglı Yol’ (1924) ve ‘Yeni Fikir / Yeni Kend’ (1927-1938) adlı gazetelerle; ‘Dan Ulduzu’ (1926-1931), ‘Gızıl Şefeg’ (1926-1930), ‘Yeni Güvve’ (1930-1939), ‘Şerg Kolhozcusu’ (1931) ve ‘Genç Nesil’ (1939-1941).
Bu ifâdelerden Gürcistan’da yaşayan Türklerin yalnızca Karapapaklar’dan / Terekemeler’den
oluştuğu düşünülmemelidir. Zira 1944 yılında Stalin tarafından bir kaç saat içinde vagonlara
bindirilerek Kırgızistan, Kazakistan ve Özbekistan’a sürgün edilerek insanlık târihinde ender rastlanan bir zulme maruz bırakılan Ahıska Türkleri, en az Karapapaklar / Terekemeler kadar bugün Gürcistan sınırları içinde kalan ata dede Türk topraklarında (Ahıska bölgesinde) eşsiz kültür ve uygarlık eserleri vücuda getirmişlerdir.
1927 yılına kadar ‘Yeni Fikir’; 1927- 1938 yılları arasında ‘Yeni Kend’ adıyla yayımlanan dergi, 1939 yılından sonra ‘Sovyet Gürcistanı’ adıyla yayımlandı. Bu dergi, günümüzde,
‘Gürcistan’ adıyla Tiflis’te yayın hayatına devam etmektedir.
Gürcistan Türklerinin yükselen sesi olan Varlık Gazetesi’nin ve dergilerin Gürcistandaki Türk edebî muhitinin gelişmesinde ve ilerlemesinde önemli katkıları vardır.
Sovyet hâkimiyetinin söz konusu olduğu yıllarda yalnız Borçalı ve Tiflis’te değil; Batum, Başgeçit, Sarvan, Bolnisi, Karayazı (Gardabani), Adıgün, Aspinza, Ahalsıh... şehirlerinde de Türkçe gazete ve dergiler yayımlandı. Meselâ: Batum’da ‘İştirak’ (1921) ve ‘Yeni Heyat’ (1922-1924), Sarvan’da ‘Pambıgçı’ (1930), Bolnisi’de ‘Al Bayrag’ (1935; sonraki yıllarda ‘Gelebe Bayrağı’, Karayazı’da ‘Stalinçi’ (1931); sonraki yıllarda ‘Samgori’ Adıgün’de ‘Gızıl Rençber’ (1933); sonraki yıllarda ‘Adıgün Kolhozçusu’, Aspinza’da ‘Bağban’ (1933); sonraki yıllarda ‘Sosializm Kendi’, Ahalsıh’da ‘Kommunist’ (1930)... unutulmaz Türkçe yayınlar arasında târihteki yerlerini aldı. Anılan basın ve yayın organlarının önemli bir kısmının Osmanlı Devleti’nin zayıflamasından sonra yapılan antlaşmalarla kaybettiğimiz bölgelerde (bugün Gürcülerin, Ermenilerin ve Rumların yaşadıkları / yerleştirildikleri topraklarda) yapılması dikkat
çekicidir.
(Doç. Dr. SEMRA ALYILMAZ: KARAM-Karadeniz Araştırmaları Merkezi Dergisi. Bahar 2010, Sayı: 25)
0 5 H A Z İ R A N / DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ
Yakın zamanlara kadar insanoğlunun hedefi, rahat ve çağdaş şartlarda yaşamaktı. Bu hedefe ulaşılabilmesi için, kaynaklar hiç bitmeyecekmiş gibi sınırsız bir şekilde kullanıldı. Çevre kirliliği denilen oluşum hiç akla getirilmedi. Bu gün gelinen noktada, kaynakların sonsuz olmadığı, tabiatın da kirlenebileceği ve kirlenme sebebiyle kaynakların verimlerinin azalabileceği anlaşıldı. Çevre kirliliğinin aynı zamanda insan yaşayışını zorlaştırdığı tespit edildi. Olumsuzlukların farkına varılınca yeni standartlar, kavramlar ve ilkeler geliştirilmesi gündeme geldi. Bu yeni düzenlemelerin kamuoyuna tanıtılması ve kirliliğe dikkat çekilip tedbir alınması şuurunun yerleştirilmesi için 5 Haziran, bütün dünyada Çevre Günü olarak ilân edildi.
Çevre ile ilgili yasakların maksadı; millî ve milletlerarası sanayilerin, çevreye en az zarar veren şartlar içerisinde çalışmasını sağlamaktır. Sanayi ürünlerinin tasarımı, üretimi, ambalajlanması, nakliyesi ve pazarlaması ile tüketimi… Çevre problemlerini en aza indirici biçimde olmalıdır. Çevre kirliliğine yol açan hatâlardan dönülmesi, çevrenin temizlenmesi, kendi kendini yenileyebilecek ortamın oluşturulması çok mühimdir. Çünkü kirlilik, kendi kendini çoğaltıyor. Bozulan ekolojik dengenin yeniden kurulması çok büyük yatırımlar gerektiriyor.
Türkiye’mizde ve bizim konumumuzda olan ülkelerde, çevre koruma ile ilgili bazı önlemler, sanayileşmenin önünde bir engel gibi görülmektedir. Türkiye, sanayileşmek mecburiyetindedir. Sanayimizi geliştirmeliyiz. Fakat geliştirirken yaşadığımız çevreye zarar verilmemeli. Bize; gelişmiş bir sanayi ve yarınlara kalacak bozulmamış – kirlenmemiş bir çevre gerek.
Çevre kirliliği konusunda kamuoyuna iletilen bilgiler meselenin ehemmiyetini anlamak açısından çok önemlidir. İşte bunlardan ikisi:
* Akdeniz’e her yıl 650.000 ton petrol, 120.000 ton yağ, 60.000 ton deterjan, 100.000 ton cıva, 38.000 ton kurşun, 21.000 ton çinko, 320.000 ton fosfor ve 800.000 ton azot akıtılıyor.
* Denize atılan kâğıt: 3 hafta, teneke: 100 yıl, plâstik: 400 yıl yok olmadan dayanabilmektedir.