CUMHURİYET

OĞUZ ÇETİNOĞLU

Türk milleti, tarih içinde bir iddiaya göre on altı devlet kurmuştur. Bu rakam, haklı gerekçelerle azaltılabilir de çoğaltılabilir de… Kurulan devletlerin çoğunun adı; devleti kuran şahsın ve ailenin adından alınmıştır: ‘Osmanlı Devleti’, ‘Selçuklu Devleti’, ‘Timur Devleti’, ‘Babür Devleti’… 

Tarihte kurduğumuz ve dünya durdukça yaşayacak olan son devletimizin adı “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”dir. ‘Mustafa Kemal Devleti’ de olabilirdi.  

Kimse yadırgamazdı. 

Geleneklere de aykırı düşmezdi.

Türkiye Cumhuriyeti oldu. 

Çok da güzel oldu.

Bu güzellik, Türk’ün devlet anlayışında bir yenilik ve ileriliktir. 

TBMM tarafından anayasanın birinci maddesine, ‘Türkiye Devleti'nin hükûmet biçimi cumhuriyettir.’  Hükmü konuldu. Anayasamıza göre bu maddenin değiştirilmesi teklif edilemez.

Cumhuriyet yönetiminde, devleti idare etme yetkisi halka aittir. Mustafa Kemal Paşa bu durumu;  ‘Hâkimiyet, kayıtsız, şartsız milletindir.’ sözü ile belirtmiştir. Bu yönetim şeklinde son söz, millet tarafından seçilmiş TBMM'dedir. Ancak cumhuriyet sisteminin işlerlik kazanması, demokratik bir toplum yapısı ile mümkündür. 

CUMHURİYETİN İLANI: 

Millî Mücadele'nin zaferle sonuçlanmasında tarihî bir görev yapan birinci dönem TBMM üyeleri, yeni seçim kararı alarak 1 Nisan 1923 tarihinde dağıldı. Yeni seçimlerin yapılmasından sonra TBMM ikinci dönem çalışmalarına başladı. Yeni kurulan meclis, Lozan Barış Antlaşması'nı onayladı. Böylece millî bağımsızlık tam olarak gerçekleşmiş oldu.

23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldığı sırada yeni Türk Devleti’nin adı henüz konulmamıştı. Hükümet, ‘Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ adını taşıyor, meclis başkanı hükümet başkanlığı da yapıyordu. Bu sistem içinde devlet başkanlığı boş görünüyordu. Şimdi, yürürlükte olan siyasî rejime uygun devlet şeklini bulmak mecbûri hâle gelmişti. Millî Mücâdele Dönemi'ndeki, olağanüstü şartların bir ürünü olan meclis hükümeti sistemi de artık işlemez olmuştu. Bu sistemde, Bakanlar Kurulunun her üyesi için ayrı ayrı oylama yapılırdı. Bu durum ise hükümet kurulmasını zorlaştırıyordu.

25 Ekim 1923'te hükümetin istifasıyla bir bunalım ortaya çıktı. Bu olay Mustafa Kemal Paşa’ya, cumhuriyeti ilân etmek için beklediği fırsatı verdi. 28 Ekim 1923 akşamına kadar hükümetin kurulamaması üzerine, Mustafa Kemal Paşa, Çankaya Köşkü'nde arkadaşlarına ‘Yarın cumhuriyeti ilân edeceğiz.’ Diyerek fikrini açıkladı. O gece arkadaşları ile birlikte 1921 Anayasası'nın bazı maddelerini değiştiren kanun tasarısını hazırladı. ‘Türkiye Devleti'nin hükûmet şekli cumhuriyettir.’ hükmünün yer aldığı tasarı üzerinde TBMM'de yapılan konuşmalardan sonra cumhuriyetin ilânı, 29 Ekim 1923 tarihinde, ‘Yaşasın Cumhuriyet’  sesleri arasında alkışlarla kabul edildi.                             

Bundan sonra cumhurbaşkanlığı seçimine geçildi. Yapılan gizli oylamada 158 milletvekilinin tamamının oyunu alan Gazi Mustafa Kemal Paşa, TBMM tarafından yeni Türk Devleti’nin ilk cumhurbaşkanı seçildi. 

CUMHURİYETİM ÇOK YAŞA

Bölgemizde ve aynı kökten geldiğimiz milletler içerisinde en uzun ömürlü, özüne en yakın cumhuriyet idâresi bizde. Kara sınırları ile komşumuz olan Gürcistan, Ermenistan, İran, Irak, Suriye, Yunanistan, Bulgaristan ve denizaşırı komşularımız olan Ukrayna ve Rusya’da…  Yunanistan hâriç, hiçbirinde cumhuriyet idâresi bütün kurum ve kurallarıyla benimsenmiş değil. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin dağılmasıyla bağımsızlığına kavuşan Türk Cumhuriyetlerinde de... 

Kimi insanlarımızı tatmin etmese de, yukarıda belirtilen ülkelerde; ayrıca Ürdün, Lübnan, Mısır,  Libya,  Cezayir, Fas ve Tunus... gibi ülkelerde, yönetim biçimimize gıpta ile bakanların sayısı hayli fazla. 

Doksan üç yılda,  temsilî yönetimden katılımcı yönetime geçemedik. Fakat ekonomide devletçi zihniyetten özel sektör ağırlıklı sisteme geçtik. Fert başına millî gelir hesabı ile olmamız gereken noktada değiliz. Buna rağmen Rusya gibi dünya devi, İran gibi petrol ve doğal gaz zengini ülkelerden hayli ilerideyiz. 

*   *   *

Geçmişteki doksan üç yılı ve bu gün bulunduğumuz yeri beğenmeyenler var.  Şikâyetlerin sebebi; lâyık olduğumuz yerde ve konumda olamayışımızdan kaynaklanıyor.  Gelecek yüz yıllarda ülkemizi ve milletimizi daha iyi yerlere ulaştırmanın yolları biliniyor. Bilinenler elbette uygulamaya konulacaktır.  

Özellikle demokratikleşme yolunda hayli mesafe aldık. İdarecilerimiz memnunlar. Artısı ve eksisi ile içerisinde bulunduğumuz ortam, onların eseri.  Kim kendi eserinden memnun olmaz?

Cumhuriyetimizin doksan üçüncü yılı kutlu olsun! Dünya durdukça devam edecek olan cumhuriyetli yıllar, aziz ve necip milletimize mutluluklar getirsin.

Bu düşünce ve dualar istisnasız olarak, Türkiye’de yaşayan Türk olsun-olmasın, Müslüman olsun-olmasın her insanın sâdece dilinde değil, gönlünde olmalı ve her gün tekrarlamalı. 

Duâmızı yaptıktan sonra düşünelim: Osmanlı Cihan Devleti, 22 milyon kilometrekareye hükmediyordu. Çok kültürlü, çok dinli, çok etnik kökenli insanlar bir arada huzur içerisinde yaşıyordu. İletişimin ve ulaşımın çok zor olduğu çağlarda farklı kökenden gelen insanlar huzur ve güven ortamında, birlik içerisinde yaşıyorlardı. Sâdece sınırlarımız içerisindeki insanların değil, yakın ve uzak komşularımızın da güvenlik ve huzurundan sorumluyduk. 

Öncekilerle birlikte, Birinci ve İkinci Balkan Savaşları ile Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra topraklarımız 25’te bir oranına düştü. İletişim ve ulaşımda en modern imkânlara sâhibiz. Osmanlı Devleti’nin muhteşem sınırları ile karşılaştırıldığında, ‘avuç içi kadar’ denilebilecek bir alanda yaşıyoruz. Buna da gönülden şükrediyoruz. Çünkü esir değiliz. İşbaşına getirdiğimiz yöneticiler yanlış yaptıklarında seçimle değiştirebilme imkân ve şansına sâhibiz. 

Düşünülmesi gereken husus şudur: Niçin ve nasıl oluyor da içeride birliği, güven ve huzuru, dışarıda itibarlı ve caydırıcı olmayı temin edemiyoruz? 

Dış tesirler, baskılar, çelme takmalar ve patinaj yaptırmalar… Hepsi doğru. 

Vatan topraklarımızın jeostratejik konumu, iklim ve tabiat güzelliği, verimli topraklar, bütün dünyanın gözünün Türkiye üzerinde olmasına sebebiyet veriyor.  Bu durum, çağımızın gereğidir. Buna rağmen hak ettiğimiz yerde olabilmeyi becerebilmeliyiz. 

Becerebiliyor muyuz?

Nasıl, neden, niçin? 

Tekrar tekrar soralım:

Nasıl, neden ve niçin?

Tekrar tekrar sormaya devam edelim. 

Vefatının 67. Yılında Türk İslam Âlimi

MUSA CARULLAH BİGİEV 

6 Ocak 1875 târihinde Rusya Federasyonu’nda Rostov şehrinde doğdu, 25 Ekim 1949 târihinde Mısır’ın Başşehri Kahire’de vefat etti.  

İlk öğrenimini annesi Fatıma Hanım'dan aldı. 11 yaşında Rostov Rus Teknik Devlet Lisesi'ne girdi. Yükseköğrenimini bu liseyi bitirdikten sonra Buhara'da yaptı. Buhara'da Farsça, Arapça ve İslâm ilimlerini öğrendi. Fıkıh, felsefe ve matematik, dersleri aldı. Öklid, Pisagor, Arşimed, Eflâtun, Aristo, Descartes, Bacon’un fikirlerini öğrendi. Hocaları için matematik alanındaki bazı eserleri Rusçadan Türkçeye çevirdi. 

Tahsilini ilerletmek üzere İstanbul'a geldi. Burada önce Mühendislik Mektebi'ne kaydoldu. Ancak; yakınlarının ve hocalarının tavsiyesiyle tekrar İslâmî ilimlere yöneldi. İstanbul'dan aynı maksatla Mısır'a geçti. Kahire El-Ezher Üniversitesi'ne kaydoldu. Bir süre sonra bu okuldan da ayrılarak, özel araştırma ve çalışmalar yaptı. Muhammed Abduh'un derslerine devam etti. Mısır Millî Kütüphanesi'nde Kur'an târihi üzerine araştırmalar yaptı. 

Mısır'dan Hicaz'a geçti. Mekke ve Medine'de iki yıl dinî araştırmalar yaptıktan sonra Hindistan'a intikal etti. Hintli âlimlerle görüş alışverişinde bulundu. Diyubent İslâm Üniversitesi'nde altı ay süreyle ilmî çalışmalar yaptı. 

Hindistan'dan tekrar Kahire'ye dönen Bigiyev; üç yıl burada kaldıktan sonra önce Beyrut'a, oradan Şam'a gitti. 11 yıl süren bu seyahatlerden sonra 1904 yılında doğduğu topraklar olan Kazan'a döndü. Bigiyev, bu seyahatları şu sözleriyle değerlendirir: 

Büyük ümitlerle İslâm âlemini gezdim. Buhara, Türkiye, Mısır, Hicaz, Hint ve Şam diyarlarında dolaştım. Dinî medreselerin her birini gördüm. Fakat vatanıma maalesef akıbet-i tam kanaatle değil, temam-ı hayretle döndüm. 

1904 yılında Arapça, Farsça ve İslâmî ilimleri öğrenmiş olarak doğduğu topraklara dönen Musa Carullah Bigiyev, burada Tarih-ü'l-Kur'an ve'l-Mesahif adlı eserini yazdı. 

Bigiyev, ilim tahsiline doymayan bir kişi idi. Nitekim sekiz çocuk sâhibi olduğu bu mutlu evlilikten sonra da eşini ve çocuklarını annesine bırakarak Petersburg Rus Hukuk Fakültesi'ne kaydoldu. Bir taraftan hukuk tahsili yaparken, diğer yandan özel çalışmalarıyla Arapça ve İslâmî bilgilerini artırmaya devam etti. 

Rusya'da Rus-Japon Harbi'nden sonra 1905 yılında patlak veren ihtilal, Musa Carullah'ın hayatında bir dönüm noktası oldu. Zira bu ihtilal üzerine Rusya'nın otokratik devlet yapısı meşruti monarşiye dönüşmüş ve Rus halkıyla beraber Rusya dâhilindeki Türklere de bazı siyasî-dinî hürriyetler verileceği ümidi doğmuştur. 

Kazan Türkleri, Musa Carullah ve emsali din ve fikir adamlarının öncülüğünde kapsamlı bir faaliyet başlatmışlardır. 

Bigiyev, bu maksatla 1906 yılında Ülfet Gazetesi'ni çıkardı. Bu gazetede ve diğer yayın organlarında yazdığı fikrî yazılarla Kazan Türklerinin uyanış dönemini başlattı. Bu dönemde gerçekleştirilen beş büyük kurultayın öncülüğünü yaptı. 

Bu faaliyetler Rus Çarlığı'nı rahatsız etti. Ülfet Gazetesi hükümet emri ile kapatıldı ve baskı dönemi tekrar başladı. 

Hayatî tehlike sebebiyle vatanından ayrılmak mecburiyetinde kaldı. Japonya'ya, Hindistan, Mısır ve Almanya'ya sayısız seyahatler yaparak araştırmalarına devam etti. Bu çalışmaları sonunda 120 eser yazdı. Bunların çoğu imkânsızlıklar içinde yayınlandı. Bâzılarının isimleri: İslâmiyet’in Alfabesi (1904), Müslüman İttifakının Programı  (1906),  Siyonizm  (1911),  Zekât  (1916),  Şeriat Esasları  (1916).  

28 Ekim 1943 Târihinde KALMUK TÜRKLERİ Sürgüne Gönderildi.

Sürgün uygulamaları, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği'nde, milletler siyâsetinin bir parçası idi. Sürgüne gönderme işlemlerine en çok İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında rastlanılmaktadır. Sürgünlerin gerekçesi; ülkede yaşayan Türklerin, Almanya saflarında Sovyetler Birliği aleyhine çalışacakları evhamı idi. Bu evhamla 93.139 Kalmuk Türkü;  Kırım, Ahıska, Avar, Karaçay, Balkar Türkleri gibi topyekûn sürgüne gönderildi. Sürgün sırasında Karaçay ve Kalmukların erkek nüfusunun büyük çoğunluğunun Kızıl Ordu saflarında bulunuyor olması ise dikkat çekicidir. 

Bu arada Türk olmadıkları halde aynı bölgede yaşamakta olan Alman asıllı Rus vatandaşları ve Çeçen-İnguşlar ile Çerkezler, Alman ordularının ulaşamadığı bölgelerdeki Müslüman olmayan Türkler ile, Türk olmayan Müslümanlar da sürgüne gönderilmiş, aynı bölgede yaşamakta olan Ortodoks Osetler’e ilişilmemiştir. 

Sürgün edilenlerin yaşadıkları verimli topraklara, Sovyetler Birliği’nin dört bir tarafından Slav ırkından insanlar getirilip yerleştirildi, mevcut olan idarî birimlerin sınırları, azınlıklar aleyhine yeniden düzenlendi. Bu topraklarda yaşayan Müslüman Türklerin ve Müslümanların devletleri parçalandı, bölgenin demografik yapısı tamamen değiştirildi. Böylece, bölge halkının Almanya lehine, Rusya aleyhine çalışacakları gerekçesinin hakîkatle hiçbir alakasının bulunmadığı belli oldu.  

Not: Kalmuk Türkleri hakkında, 24 Kasım 2012 tarihli ÖNCE VATAN GAZETESİ’nde yayımlanan ESİNTİLER 23 sayfasında bilgi verilmişti. 

Av. Özcan Pehlivanoğlu, kendisiyle yaptığım, 22 Ekim 2016 tarihli Önce Vatan Gazetemizde yayınlanan röportajda, Makedonya’daki ‘Yücelciler Hareketi’nden söz etmişti. Dikkatli bir genç okuyucum, Yücelciler Hareketi hakkında bilgi talep etti. Alakası için teşekkür, öğrenme arzusu için tebrik ediyorum.  

YÜCEL TEŞKİLATI VE YÜCELCİLER

8 Ekim 1912 – 30 Mayıs 1913 tarihleri arasında cereyan eden Birinci, 16 Haziran 1913 – 10 Ağustos 1913 târihleri arasında cereyan eden İkinci Balkan Savaşlarından sonra göç edemeyip Kosova, Makedonya, Batı Trakya ve Rodoplarda kalan Türkler için zor günler başlamıştı. 

Vatanseverler ve ‘Müslüman’a ümitsizlik haramdır’ sözünü düstur edinenler günün birinde insanca yaşama haklarını elde edeceklerinin inancı içerisinde dinlerini ve Türklüklerini unutmamak için kültürel faaliyetlerde bulunmak maksadıyla 1937 yılında,  gizli bir teşkilat kurdular. Cemiyetin Başkanı Şuayb Aziz idi. Şerafeddin Ferid, Nazmi Ömer, Muzaffer Ahmed, Fettah Süleymanpasiç ve Mehmed Dalip adlı Türk gençleri, teşkilatın diğer kurucu üyeleriydi.  Bu vatanseverlerin hepsi, çok iyi tahsil görmüş; akıllı, ahlak ve fazilet sâhibi, gayretli, çevrelerinde sevilen ve sayılan insanlardı. Onlar, ‘Yücelciler’ olarak isimlendirildi. 

Yücelciler, Türkiye’den gizlice getirttikleri Mehmet Âkif Ersoy’un, Ziya Gökalp’in, Mehmet Emin Yurdakul, Nâmık Kemal ve Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirlerini okuyarak millî düşüncelerini diri tutmaya çalışıyordu.  

Teşkilata üye olanlar Kur’an-ı Kerim, Bayrak ve tabanca üstüne yemin ederek çalışmaya başlıyordu. Bu yeminde; ‘Türklük ve Türkiye Cumhuriyeti menfaatleri için gerekirse kanımın son damlasına kadar çarpışıp canımı vereceğim’ ifâdesi dikkat çekiyordu. Teşkilat yapısı olarak gizliliğe dikkat ediyorlar, aralarında şüpheli bir şahıs bulunduğu zaman dâvâlarından hiç bahsetmiyorlardı. Tertip ettikleri kurslarda ve kır gezileri ile kır toplantılarında Türkçe kitaplardan destanlar, kahramanlık hikâyeleri, târihî zaferlere ait yazılar okunuyor, dinî bilgiler veriliyordu.  

En önemli teşkilatlanma Üsküp ve Köprülü şehirlerinde olmuştu. Akıl almaz işkencelerde bile gizliliğe riayet edilmesi sâyesindedir ki, Köprülü sorumluları ile teşkilat üyeleri ortaya çıkarılamamıştır.

Yücelciler,  yeni Türk harfleriyle ilk Türk gazetesini ‘Birlik’ adı ile 23 Aralık 1944 tarihinde yayımladılar.  ‘Birlik’ isminin sağ tarafında minâre sembolü olan yayın organının, komünist yöneticilerin eline geçtiği öğrenilince,  Yücelciler, gazete ile alakalarını kestiler, eskisi gibi hücre çalışmalarına devam ettiler.  Üzerinde durdukları en mühim çalışma; millî ve mânevî değerlere bağlılığı ve Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı sevgiyi arttırmak idi. 

Komünistlerin çok ısrarlı ve uzun tâkiplerinden sonra Ağustos-Eylül 1947’de Yücel Teşkilatı’nın üyesi olan güvenilir ve fedakâr gençler tek tek evlerinden toplanmış ve akıl almaz işkencelerle dolu göstermelik sorgulama ve ardından 8 yıl süren hapis dönemlerinde çok büyük eziyetlere mâruz kaldılar. Hiçbir delil bulunamadı, hiçbir Yücelci kendisi ve arkadaşları hakkında bilgi vermedi. Hükümetin kışkırttığı ve para ile satın aldığı komünist güruhu, sokaklarda nümâyiş yapıp sorgulanan Yücelcilerin idam edilmesi için bağırıp çağırdılar.  İlk idamlar 27 Şubat 1948’te gerçekleşti. Mayıs 1948 ve sonrasında, teşkilatın varlığından bile haberdar olmayan mâsum Türkler de ‘teşkilatçı’ denilerek idam edildi.  İdam edilenlerin bütün mallarına-mülklerine el konuldu. 

Hayatta kalan Yücelciler de faaliyetlerini tamamen durdurdular. Böylece Yücelciler teşkilatı târihe karıştı. Yücelcilerin büyük imtihanı ölüm pahâsına şerefle ve başarı ile neticelenmişti.  

Yugoslavya 1950 yılında Milletlerarası Komünistler Birliği’nden çıktı. 29.11.1950 tarihinde çıkan bir afla bütün siyâsî mahkûmların cezalarında 7 yıl indirim yapıldı. Bu târihten sonra Yugoslavya, Batı dünyası ve Türkiye ile ilişkilerini geliştirdi. 1953 yılında imzalanan Serbest Göç Anlaşması ile de Türkiye’ye yönelik büyük bir göç süreci başladı. 

Teşkilatın üye ve hatta akrabalarının duruşmalar devam ederken; mâruz kaldıkları işkenceler ve Yücelcilerin kahramanca direnişleri dillerden kulaklara fısıldanıyordu. ‘Yücelciler Destanı’ artık serbest olarak anlatılabiliyor. Günün birinde hikâyelere, romanlara ve filmlere mevzu olacak. 

OĞUZ ÇETİNOĞLU