TÜRK DÜŞMANLIĞI

Türklerin genlerinde ırkçılık yoktur. Daha açık bir ifâde ile Türkler; hiç kimseye, hiçbir millete, mensup oldukları ırk, din, mezhep ve dil sebebiyle düşmanlık yapmazlar. Böyle olmasına rağmen Hıristiyan batılılar ve aynı dine mensup olmamıza rağmen özellikle, Orta Doğu’da bulunan bâzı Müslüman devletler, Türk düşmanıdırlar. 
Türk düşmanlığının kökleri Haçlı Seferleri’ne kadar dayanır. Selçukluların Anadolu'yu fethetmeleri sırasında, Papa İkinci Urban, bütün Hıristiyan dünyasını Türklere karşı savaşa çağırmış ve Haçlı seferlerini başlatmıştır.
Türk düşmanlığı sâdece Türklere karşı yapılıyor değildir. Balkan Müslümanlarına, özellikle Boşnaklara Arnavutlara Pomaklara ve Torbeşlere de inançları sebebiyle kötü muamele edilmiştir. Ruslar, Sovyetler Birliği dağılıncaya kadar Türklerin ve Türklerle birlikte yaşayan Müslümanların baş düşmanı idi.  
16. yüzyılda 1.000’den fazlası Almanya’da olmak üzere, Avrupa ülkelerinde Türk düşmanlığını körükleyen 2.500 adet kitap basılmıştır. Hıristiyanların ve Rusların Türk düşmanlığını, (anlayışla karşılamak mânâsında değil) bir dereceye kadar normal olduğunu söylemek mümkünse de Orta Doğu Müslümanlarının Türk düşmanlığının sebebini anlamak asla mümkün değildir. 
Türk düşmanları, Türk’ün zaaf içerisinde bulunduklarını hissettikleri anda intikam hisleriyle ve sadist duygularla Türk kanı içmekten zevk almışlardır. 
Dünyada bu kadar haksızlığa uğramış, sâdece Türk olduğu için katledilen veya soykırıma uğrayan bir başka millet yoktur.    
1795 yılında İsveç’te yazılan ve okullarda ders olarak okutulan kitaplarda;  ‘Büyük düzenbaz Muhammed tarafından uydurulan ve bütün Türklerin kabul ettiği sahte bir din olan Müslümanlık, insanlığın karşılaştığı en büyük tehlikedir’ şeklindeki cümlelerle ahlaksızlığın Lût Gölü’nden daha derin çukurlarına inilerek utanç verici iftiralar atılmıştır. 
Bütün bu rezilce hareketler yanında Türklerin asâletini, mertliğini, misâfirperverliğini ve insâniyetini metheden batılı fikir adamları da vardır. Türk düşmanları onları, ‘Türk’ten daha korkunç’ diyerek lânetlemişlerdir.  
Esintiler’ umumî başlığı altındaki yazıların bu aya ait bölümünde,  Ekim ayında, sâdece Türk oldukları için katledilen Türklerin hazin hikâyesini nakledeceğim. Katledilen bu talihsizler, ısrarla Türk olduklarını söyledikleri için, mensup olduğu milleti sevdikleri için, Türkçe konuşup, Türkçe düşünüp, Türkçe yazıp Türklük ilmine hizmet ettikleri için, Türkistan'ın ve Kerkük’ün Türk yurdu olduğunu söyledikleri için, Uluğbey'in, Fuzûlî’nin torunları oldukları için, hür ve insanca bir hayat istedikleri için, Allahsızlaşmayı, ahlâksızlaşmayı, Ruslaşmayı, Araplaşmayı ve sömürülmeyi, kabul etmedikleri için ‘halk düşmanı’ ve ‘vatan haini’ ilân edilerek kurşuna dizilen, yok edilen kahramanlarımızdır.

Çolpan ve arkadaşları: 

Abdülhamid Süleyman Çolpan,Özbek Türklerinden fikir damı, yazar ve şairdir. O’nunla birlikte Âdil Yakuboğlu ve Cengiz Aytmatov'un üstat olarak hürmetle yâd ettiği roman yazarı Abdullah Kadiri, dil profesörü Gazi Âlim Yunusoğlu, edebiyat tarihçisi Atacan Hâşim ve diğerleri Türk olduklarını iftiharla haykırdıkları için 5 Ekim 1938’de idam edildi.  
Bu feci hâdiseden önce, tutuklama sırasında Çolpan ve diğer bütün tutuklananların ev ve eşyaları müsâdere edilmiş, eğitim çağındaki çocukları ‘halk düşmanı’nın evlâdı olmak suçundan dolayı okullarından atılmış, kurşuna dizildikten sonra aileleri Türkistan dışına sürülmüş, tutukluların ise hapse mahkûm edilerek Sibirya'daki çalışma kamplarına gönderildikleri söylenmiş ve ailelerine hiçbir zaman idam edildiklerine dair bilgi verilmemiştir. Aileleri, 1960'lı yılların ortalarına kadar hep onların Sibirya kamplarından dönüşünü beklemiştir. Bundan başka bu şair ve yazarların bütün eser ve fotoğraflarına da tutuklandıkları sırada el konulmuş, kütüphanelerdeki kitapları toplatılmış, hatta aleyhinde konuşmak maksadıyla bile olsa isimlerini telâffuz etmek yasaklanmış, isimleri antoloji ve edebiyat tarihlerinden çıkarılmış, âdeta hiç yaşamamış sayılmışlardır. Bu müsâdere ve imha sırasında Çolpan'ın son yıllarda yazıp yayımlayamadığı şiirleri ve ‘Keçe ve Kündüz’ adlı romanının ‘Kündüz’ kısmı da imha edilmiştir. Nitekim 1937'den sonra hazırlanan edebiyat tarihlerinde, bu yazar ve şairler hakkında hiçbir bilgiye yer verilmemiştir.
Stalin'in 1953 yılında ölümünden sonra Sovyetler Birliği'nde kısmî serbestlik dönemi başlamış, buna bağlı olarak 1957 yılında, Çolpan'la birlikte tasfiye edilen millî aydınların mâsum oldukları devlet tarafından kabul edilmiş, itibarları iade edilmiş, eserleri üzerindeki yasak da kaldırılmıştır. Buna rağmen Sovyetler Birliği'nin dağılmaya başladığı 1990'li yıllara kadar söz konusu eserlerin yeniden yayımlanması ve üzerinde araştırma yapılması yasağı otuz üç sene daha devam etmiştir.
Özbekistan bağımsız olduktan sonra, 1991 yılında, Çolpan'ın bulunabilen şiirleri, yarısı kurtulabilen ‘Keçe ve Kündüz’ adlı romanı ve tiyatro eserleri, ‘Yene Aldım Sazımnı -Yine Aldım Sazımı’ adıyla yeniden yayımlanabilmiş; Çolpan, Alişîr Nevâyi Özbekistan Devlet Ödülü ve ‘Müstakillik – İstiklâl’ madalyasına lâyık görülmüştür. Yine bağımsızlık döneminde ‘İstiklâl Kahramanları’ ve ‘İstiklâl Fedaileri’ ilân edilen Çolpan ve onunla beraber tasfiye edilen millî aydınların eserleri edebiyat ders kitaplarına dâhil edilmiş, edebiyat tarihlerinde ve diğer bütün eserlerde bunlar ve eserleri hakkında araştırma ve değerlendirmelere yer verilmiştir. Bu arada, Çolpan'ın bağımsızlık ve vatan sevgisini terennüm ettiği ‘Güzel Türkistan’, ‘Kişen – Zincir’, ‘Kozgalış – İsyan’ gibi şiirleri bestelenerek geniş kitleler tarafından millî marş gibi heyecanla okunmuştur. Bugün Özbekistan'da birçok sokak, cadde, mahalle, kütüphane ve okul, ‘Çolpan'ın adını taşımaktadır.
(Ş. KARAKAŞ: İstanbul Aydın Üniversitesi Uygulama Dergisi Aydın. Eylül-Ekim 2013 Sayı: 13, Sayfa: 13-21) 

Kerkük’ün asil Türk Kızı Zehra:

Bağdat yönetiminin Türklere uyguladığı politikanın değişmez hedefi, Türkleri; topluca yaşadıkları bölgelerden sürüp, sürgün yerlerinde azınlık durumuna düşürmekti. Parçala, böl ve yönet ve/veya yut / yok et taktiği uygulanıyordu. Hedefe ulaşmak için mâkul bir gerekçeye dayanmak ihtiyacı hissedilmiyordu. 
Kerkük’ün banliyösü olan Tisin ahalisinden Ali Feyzullah Bektaş, bir gün polis karakoluna çağrılıp eline bir kâğıt tutuşturuldu. 24 saat içerisinde Kerkük’ü terk etmesi emrediliyordu. Verilen mühlet dolduğunda zorbalar kapıya dayandılar. Emri silâh zoruyla tatbik edeceklerdi. Kapıyı açan 14 yaşındaki Zehra Bektaş, gelenlere, emre uymayacaklarını söyledi. Polislerin ellerinden kurtularak yanlarından kaçtı ve önceden hazırladığı bir bidon gaz yağını başından aşağı boşalttı. Kibriti çaktı ve kendisini ateşe verdi. Küçük Zehra, hürriyet meşalesi gibi yanarken şu sözleri haykırıyordu. 

Ben Kerkük’ün kızıyım. Bu şehirden asla gitmeyeceğim. Bize yapılan zulümleri protesto etmek, Türklere hürriyet yolunu açmak ve Türk ismini yüceltmek için kendimi yakıyorum. 


Asil Türk kızı küçük Zehra, dediğini yaptı: Kerkük’ü terk etmedi. Aziz naaşı, canından çok sevdiği Kerkük toprağına gömüldü. Zorbalar, cenâze namazından hemen sonra, acılı babayı evinden alıp götürdüler. Bir daha kimse kendisinden haber alamadı. 


KIRIM TÜRKLERİNİN MEŞHUR YEMEĞİ: ÇİBÖREK

Kaşgarlı Mahmud’un 1072 – 1074 yıllarında yazdığı Divanü Lügat-it Türk isimli eserde belirtildiğine göre ‘çir’ kelimesi,’yağ’ anlamına gelmektedir. ‘Çirbörek’ Türkçede görülen ünsüz (r) düşmesi ile ‘çibörek’ söylenişine dönüşmüştür. Ayrıca ‘şı’, ‘çı’, Kıpçak, Tatar Türkçesinde ‘lezzetli’ anlamına gelmektedir. Börek ise Kıpçak Türkçesinde ‘içerisine et doldurulmuş hamur parçaları’ demektir. Böylece ‘Çibörek’e ‘kızgın   yağda   pişirilen bir börek  cinsi’ ve/veya ‘lezzetli börek’ diyebiliriz. 
Çiböreğimiz, Kırım Türkçesinde ‘çibörek’, ‘şıbörek’, ‘şırbörek’ ve ‘şibörek’ isimleri ile de söylenmektedir. Eve gelen itibarlı konuklara sunulan bir yemektir ve yapılması zahmetlidir. 
Müstecip Ülküsal'a göre ‘Kırım Türk yemeklerinin temelini, baş gerecini (malzemesini) et, un, yağ ve yoğurt teşkil eder. Ovalıkta, bozkırlarda en çok bulunan yiyecek gereçleri bunlardır. Undan, etten, yağdan yapılan ve sonunda yoğurt yenilen en önemli ve sevilen Kırım Türk yemeği de çibörektir.
Çibörek şöyle hazırlanır ve pişirilir: Et iyice kıyıldıktan sonra soğan, karabiber, tuz ve yoğurt ile karıştırılır, ince yayılmış, tabak büyüklüğünde buğday hamurunun içine bundan bir kaşık konulur. Ortasından katlanıp kapatıldıktan ve yarım ay şekline getirildikten sonra kenarları bir sahan kapağı ile kesilir. Alevli ateşteki çöyün (dökme) kazanda kaynamakta olan tereyağın içine ikişer adet bırakılır. Kızgın yağ içine bırakılan çibörekler birden kabarır, şişer ve hemen, kızarır kızarmaz çıkarılır. Hamuru delinmemiş, etin ve yoğurdun suyu içinde kalmış olan çiböreğe ‘sorpalı çibörek’ denilir ki en makbulü budur. Yabancıların da hoşuna giden çibörek gerçekten besleyici ve lezzetlidir. 
Kıpçak dil gurubundan olan Karaçay Türkçesinde de ‘çır’ ‘iç yağı’  demektir. Kıpçak Türkçesi ve Karaçay Türkçesi sözlüklerinde de börük/börek, ‘içerisine et doldurulmuş hamur parçaları’ olarak tarif edilmiştir. Selçuk çağının başlangıcında, hem iç ve hem de yemek yağı için müşterek olarak, ‘çir’ kelimesi kullanılırdı. Meselâ, Divanü Lügati't-Türk'te olduğu gibi; ‘Aşıçta çir yok, bu ette çir yok’ yani, ‘tencerede yağ yok ette de yağ yok’ denirdi. 
Başkırd Türkçesinde de ‘cır’ kelimesi, yağ anlamına gelir. 
Diğer bir görüş ise Kıpçak Türkçesinde ‘çıg’, ‘şıg’ kelimeleri, ‘güzel’, ‘şık’ anlamları ile ‘lezzetli börek’ anlamına ulaşmaktadır. 
Anadolu'da halkın ağzında ‘çiğbörek’ şeklinde söylenmektedir. Lâkin böreğin ve kıymasının ilk hali hariç çiğ olması söz konusu değildir.
Başlangıçta mânâsı ‘yağda pişen börek’ iken lezzetli olması sebebiyle bu yeni anlamı da zaman içinde mantıklı bir kabul görmüştür. 
Çiböreğin Balkan ve Anadolu coğrafyasında görülmesi ise Kırım Türklerinin, 1785 yılından itibaren Vatan Kırım'dan ‘Ak Topraklar’ olarak andıkları, Anadolu’ya ve o dönemde Osmanlı toprağı olan Romanya’nın Dobruca şehrine göç etmeleri ile başlar. 
Göçlerin sebebi Rusların, Karadeniz’in kuzey kıyılarını, ‘yabancı ve düşman unsur’ olarak kabul ettikleri Türklerden arındırmak için uyguladıkları zulüm, işkence ve katliamlar idi.  Kırım Türkleri o tarihten itibâren çibörekerini ağız tadıyla yiyebilecekleri günlerin özlemini çekiyorlar. 
Prof. Dr. HİLMİ ÖZDEN: Bizim Ahıska Dergisi, Sayı: 34, Sayfa: 34

TEBESSÜMLÜK:

Kırım Türklerinden Seydâmet Efendi, çalıştığı sovhozdan evdeki eşine haber gönderir: 
-Akşam yemeği için çibörek yapsın!
Evinin kapısından içeri girince burnuna mis gibi çibörek kokusu gelir. Elini yıkayıp hemen yemek masasına oturur.
-Ohh… çibörek aşacağım.Çok sağınmış edim…
Hanımı mutfaktan seslenir: 
-Allah korsa(4) de akayım
-Ne demek ‘Allah korsa’ apayım?.Sen yaptın, ben aşacağım…
Hanımı tepsi içindeki çibörekleri tabaklara koyarken evin kapısı, dipçik ve iri postal darbeleriyle kırılır ve 8-10 Rus askeri adamcağızı yaka-paça alıp götürürler. Ertesi gün göstermelik bir mahkeme kararı ile Sibirya’ya sürgüne gönderilir. Suçu, sovhozdaki parti görevlisine küfretmektir. 
Bir sene sonra parti görevlisi, küfredenin başka biri olduğunu öğrenir ve Seydâmet Efendi’yi serbest bıraktırır.
Seydâmet Efendi, bir gece sabaha karşı, perişan bir vaziyette evinin kapısını çalar. İçerden hanımı sorar:
-Kimdir o?
Aldığı cevap:
-Allah korsa akayın geldi apayım…
sovhoz: devlet çiftliği
aşacağım: yiyeceğim.
sağınmış edim: özlemiştim.
Allah korsa: Allah izin verirse.
akayım: kocacığım
apayım: karıcığım 
MANKURT EFSÂNESİ
Eski Türk, Kazak ve Kırgız destanlarından edinilen bilgi ve Orta Asya Efsânelerine göre ‘Mankurt’ dönemin Orta Asya halkları arasında çok yaygın bir işkence ve zihin kontrol yöntemiydi.
Bir insanı mankurt yapmak istediklerinde:
1- O kişinin saçları ustura ile iyice kazınır,
2- Kafasına devenin boyun derisi iyice gerdirilirek geçirilir,
3- Kafasında deve derisi bulunan Mankurt adayı; sıcak çölde, elleri ve kolları sıkıca bağlanarak güneş altında birkaç gün bırakılır.
Böylece sıcağın etkisiyle deve derisi büzülür ve kafaya iyice yapışır. Deve derisinin artık kafa derisiyle bütünleşmeye başlamasıyla kazınan saçlar yeniden uzamaya başlar. Fakat deri kafaya o kadar yapışır ki zaten sert olan deve derisi sıcağın etkisiyle iyice sertleşir ve uzayan saçlar deriyi delip uzamasına devam edemez. Bu sebeple saçlar, vücudun dışı yönünde değil de kafanın içine doğru uzamaya başlar. Sıcaktan büzüşen deve derisinin kafatasına yaptığı baskı ve kafanın içinde ters yönde uzayan saçların kafatasını delip beyne doğru ilerlemesiyle mankurt büyük acılar çeker. 
Bu sırada efendisi konumunda emirler verecek şahıs, o zavallı insana, beynini uyuşturarak daha az acı çekmesini sağlayacak, uyutacak ilaçlar verir. İlaç vermeden önce de ona, normal bir insanın yapamayacağı işler yaptırır. Bir müddet sonra, Mankurt, kendisine ilaç veren şahsın kölesi olmuştur. Artık, kendi aklını kullanamaz, efendisi ne derse onu yapar. Öyle bir hâle gelir ki, emredildiğinde annesini, babasını sevgilisini bile gözünü kırpmadan öldürür.  
B
u efsâne, Kırgız Türklerinden Cengiz Aytmatov’un, ‘Gün Olur Asra Bedel’ isimli romanına da mevzu olmuştur. Bu roman 1970 yılında, ‘Yılın Kitabı’ armağanına lâyık görüldü. 
Kazakistan’lı şair Muhtar Şahanov, ‘Yenilen Galip’ başlıklı uzun şiirinde, memleketini, milletini unutan insanların Mankurt; yâni aklını, efendisinin emrine vermiş beyinsiz bir köle olduğunu anlatır. 
Günümüzde modern işkence ve zihin kontrol yöntemlerinin geliştirilmesi sebebiyle Mankurt tekniği geçmişte kalmıştır. Ancak dünyanın her tarafında Mankurtlar bol miktarda bulunmaktadır. 

BULGARİSTAN’DA TÜRKLERİN PROBLEMLERİ

Bulgaristan’da yaşayan Türklerin durumu madalyonun iki yüzü gibidir. Madalyonun ön yüzü güllük gülistanlıktır; her şey yolundadır. Ancak arka yüzünde durum, önyüzün aksine içler acısıdır. Madalyonu bir metal gibi düşünürsek, metaldeki paslanma küçük bir yerden başlar ve zamanla tedbir alınmazsa bütün nesneyi sarar; böylece nesne zamanla kullanılmaz hâle gelir ve yok olur. Maalesef Bulgaristan’daki Türkler için madalyonun arka yüzü paslanmaya başlamıştır. Eğer gerekli önlemler alınmazsa bu pas ön yüzü de saracak ve yok edecektir. 
Türkler Bulgarlar arasındaki ilk asimilasyonunu günümüzden 1500 yıl önce yaşamış, Bulgar (Onogur) Türkleri Slav Bulgarları hâline gelmişlerdir. Eğer tarihin tekerrür etmesini istemiyorsak vakit varken çözümler üretmeliyiz. Bulgaristan Türklerinin bütün problemlerinin temelinde Millî şuur eksikliği yatmaktadır. Bu eksiklik ancak başta eğitim olmak üzere bir dizi problemin çözümü ile giderilebilir. Problemler gerçekçi olarak tespit edilmeli başkalarının çözüm getirmesi beklenmelidir. Çünkü Avrupa Birliği ve Avrupa, İnsan Haklarını, söz konusu Türkler olunca maksat olarak değil vâsıta olarak kullanmaktadır. Batı Trakya, Kıbrıs ve Bosna bunun en güzel örneğidir. Buralarda hangi probleme hangi çözüm getirilmiştir?
Avrupa’nın İnsan Haklarını maksat değil vâsıta olarak kullandığına başka bir örnek daha vermek gerekirse Türkiye yetecektir.
Türk’ün problemlerine Türk’ten başaksının çözüm aradığını tarih henüz yazmamıştır. Türk’ün probleminin sâdece Türkler tarafından çözüleceği artık anlaşılmıştır. Bulgaristan’da, Doğu Türkistan’da, Batı Trakya’da Kuzey Irakta, Türk Dünyasının her bir köşesindeki bir Türk için gözyaşı dökecek olanlar çözüm üretecek olanlar, Bulgaristanlılar Türkiyeliler veya Türk olmadığının farkında olmayanlar değil, ‘Türk gibi düşünen Türk gibi yaşayan velhasıl Türkoğlu Türkler, Türkçüler / Türkçülük dâvâsına gönül verenler’ çözecektir. 
(RAFET ULUTÜRK: [email protected] Efrasiyap77 web sitesinden alınmıştır.)