Birinci bölümde: hiç de hak etmediği hâlde, son yıllarda Türkiye’nin karşısına çıkan engel ve problemlerin başlıca kaynağı: “Tarihimizi veya mazimizi inkâr etmemiz” olmaktadır. Bu görüşün aksini savunmak ve inatla direnmek beyhudedir. Zira, meselenin aslı budur!

Yıllardır bizleri idare edenler, “Türk Millî Yapısını” bir zümrenin millî anlayışına göre düşünmüş ve o paralelde değerlendirmiş ve de hâlâ aynı paralelde değerlendirmeye devam etmektedir...

Peki bu tutumdan milletimiz ne kazanmış, ne kaybetmiştir? Bu sualin cevabını hemen verebiliriz: “Hiçbir kazancı olmamış, sadece kayıpları olmuştur, hem de erozyona uğrayarak...”

Sözde münevver, bir akademisyen geçenlerde TV’de rahatlıkla: “Ben Osmanlı Değilim” hikmeti(!) savurmuştu... Peki Osmanlı değil de nedir? Kendisine sorarsan cevabı hazırdır: (Ben Türk’üm!) Peki Osmanlı nedir, Türk değil mi? Hayır! Çünkü onların kanları karışıktır... Ya kendisi: (Safkan(!) Türk’tür!) Heyhat ki, hâlâ aynı kafa yapısı devam edip gitmektedir...

Osmanlı hiçbir şey yapmadıysa: “Yüce Milletimize bir Mustafa Kemal kazandırdı!” Peki siz sözde safkan(!) Türk’ler, bu aziz millete ne verdiniz?... Hemen söyleyeyim: “Irki ayırım ve böylece bölünmeler..” Yânî; Türk Milleti bir bütün iken, muhtelif ayırımlarla, günümüzdeki hazin duruma getirilmiştir!... Ulus Devlet felsefesi, “Tek bir ırkı hâkimiyetine” dayandırılmış ve bu anlayış bütün ülkeyi adeta esir almış: “Müslim, Gayr-i Müslim” ayırımı başta olmak üzere, İslâm da olsa diğer kavimler ayırıma tabi tutulmuşlardır. Yanî, Mustafa Kemal’in, “Ulus-Devlet” anlayışı, vefatından sonra, adeta unutturulmuş ve yerini, bölücü cinsinden bir “ırkçılık anlayış” arz-ı endam etmiştir... Bu acı gerçeği görememek veya inkâr gitmek; yarınların Türkiye’sine ve yeni nesillere açıkça ihanet etmek demektir! Zira “Irkçılığın” tarih boyunca hemen hiçbir millete hayır getirmemiş olduğu ve umum insanlığa her daim felâketler getirdiği, tarihçe sabittir.

Düşünün adam: (Ben Türküm ve sen bir yabancısın diyerek, kökleri Anadolu’nun derinliklerinde yatan Anadolu insanına: Sen Türk değilsin diyerek, onu rahatlıkla dışlayabiliyor ve böylesine sakat bir düşünce yapısıyla: “Birlik Beraberlik ilkesine” hizmet ettiğini sanıyor! Heyhat ki, günümüzde de aynı sakat teori varlığını sürdürebilmektedir: “25 Aralık 2012 Salı” Hiç şaşmamak lâzımdır. Zira: (İthal malı Türkçülük hareketinden hayırlı gelişmeler beklemek; zaten mantık dışıdır!... Kaldı ki, sırf bu mantıksız tutumumuz yüzünden, “Dünya bize, biz dünyaya dürbününü tersi ile bakmakta.”

1915 kaosuna el attığım zaman, birisi diğerinden daha garip ve karmaşık, karmaşık olduğu kadar da, mantıksız nice vak’anın kayıtlarıyla yüz, yüze geldim!...

Günümüzde güncellik kazanmış olduğu için, Çanakkale Deniz Savaşlarıyla alâkalı bir tarihi iddiayı aynen geçiyorum, gayet enteresandır. Okuyalım ve değerlendirelim:

Bir Akademisyen: “18 Mart 1915’te hiçbir İngiliz veya Fransız Zırhlısı tamamen veya topçu ateşiyle batırılmadı.” iddiasında bulunmuş. Peki bu iddia ne dereceye kadar doğrudur?...

Zira, benim özel arşivimde bulunan: (ÇANAKKALE SAVAŞLARI) adlı ve Çanakkale Zaferinin 90 yılı dolayısıyla, (T.C. ÇEVRE VE ORMAN BAKANLIĞI) tarafından 2005 yılında yayımlanan değerli albümdeki, “Deniz Savaşları” bölümünde: Kara-Topçusu tarafından vurulan İngiliz ve Fransız savaş gemilerinin resimleri ve ayrıca izahat mevcuttur ki, “18 Mart 1915” tarihi de geçmektedir.

Sayfa: 44. Resim 1. Osmanlı bataryaları düşman donanmalarına ateş saçarken: “9 Nisan 1915”. Resim: 2. Çanakkale Boğazı’na hücum eden İngiliz, İressistible Zırhlısı: “2 Mart 1915”.

Sahife: 45. Resim: 1. “18 Mart 1915” Deniz savaşında düşman donanmasının hasara uğratılan Zırhlılarından “Agememnon”.

Resim: 2. “5 Mart 1915” Çanakkale Boğazı’na taarruz eden düşman gemilerinin en kuvvetlilerinden olup, kahraman muhafızlarımızın attıkları mermilerden üçünün isabetiyle hasara uğratılan meşhur “Queen Elizabeth” Drednotu seyir halinde görülmektedir.

Yukarıda resim altlarını yazdığımız resimlerin orijinal fotokopileri de makalemize ek olarak sunulmuştur. Görülüyor ki, sayın Akademisyen yanılmışlardır ve bunun başlıca sebebi de; “Konuya, hamaset duygularla eğilmiş olmalarından” kaynaklanmıştır!...

Dikkatimi bilhassa çekmiş olan bir başka konu da şu olmuştur: Sayın Genel Kurmay Başkanlığımız: Bilhassa “Harp Okulu Talebeleri”nin istifadelerine sunulmak üzere “Askeri tarihle alâkalı” bir çalışmayı, emekli bir ABD Subayı’na yazdırmayı münasip bulmuşlar.

Bu hususta bizim naçiz merakımız şu olmuştur: Böylesine önemli bir görev niçin Türk değil de, ABD. bir Emekli Subaya sunulmuş?...

Yine gayet önemli bir konu daha dikkatlerimi çekmiştir ki, aynen şudur:

Osmanlı” yerine, “Türk” adını kullanan ilk, İngiltere olmak üzere, düşman ülkeler olmuş.” Şöyle ki: (1603 yılında Osmanlı İmparatorluğu hakkında ilk İngilizce tarih kitabını yazan “Richard Knolles”un, eserinin başlığını “Generall Historie of the Turkes” olduğunu, Sayın Prof.Dr. Ayhan Aktar mezkûr eserinde zikretmektedir.) Keza; (Siperde ölmek gerektiğinde, ölenler genellikle Türkler oluyordu...) nevinden abartılı yorumlar, Sarkis Torosyan gibi Gayr-ı Müslim Osmanlı Subayları’nın bir şekilde devre dışına itilmelerine zemin hazırlamıştır.

SARKİS TOROSYAN’IN BİYOGRAFİSİ:

Topçu Subayı”

1891 yılında: Kayseri-Everek, Develi’de bir Ermeni aile’nin evlâdı olarak dünyaya gelen Sarkis Torosyan, ilk öğrenimini Ermeni-Kilisesi mektebinde ikmâl etti. Hedefi askeri okuldu ve Subay olabilmeyi hayâl etmekteydi. Edirne-rüştiyesi’nde “orta okul” öğrenimini devam ettirirken, babası İstanbul’da tanışıp, kısa zamanda samimi olduğu babası Tuğgeneral rütbesindeki “Arap asıllı” ve adı Muharrem bir genç sayesinde çok arzuladığı askerlik mesleğine intibak edebildi ve Muharrem’le birlikte, Mekteb-i Harbiye’ye kaydoldu. Askeri Mektep öğrencisi Sarkis, Muharrem’in bacısına sevdalandı.

1914 yılında Topçu Mektebi’nden üsteğmen rütbesiyle mezun olan Torosyan Almanya’ya staja gönderildi ve Almanya’dan döndükten sonra, Çanakkale Boğazı’nın hemen ağzındaki Ertuğrul Tabyası’na komutan olarak atandı ve kısa bir süre sonra “Birinci Cihan Harbi” başladı, Müttefik Donanması, Çanakkale’de aralarında “Ertuğrul Tabyası”nın da bulunduğu ön saflarda bulunan bütün tabyaları yerle yeksan ederek, harekata başladı. Burada olağanüstü başarılı bir direnişle karşı koyan Torosyan, daha sonra, “Hamidiye Tabyası”na atandı. “18 Mart 1915” günü bu mevkide ölümüne bir savaş verilir ve Torosyan aldığı ağır yara sonucu tedavi edildikten sonra, bizzat Enver Paşa tarafından, “Harp Madalyası”yla ödüllendirildikten sonra; “Makedonya, Romanya, Irak ve Filistin” cephelerinde kıyasıya savaşır... Hele; biri Ertuğrul ve diğeri Hamidiye Tabyası Komutanıyken, “iki zırhlı ve bir denizaltı gemisi’ni batırışı” asla unutulmamıştır...

Bu meyanda başlatılan “Ermeni Tehciri” Torosyan’ı tedirgin etmeye başlamıştır. Ama, Enver Paşa’nın: Ermeni subay ailelerine dokunulmaması hakkındaki kesin emri, onu bir nebze olsun rahatlatmış ve bu meyanda Torosyan Yüzbaşı rütbesine yükseltilmiştir.

Ne var ki, Torosyan’ın menfi açıdan değişmeye başlayan talihi, ona bir takım tuzaklar hazırlamaya başlamıştır. Şöyle ki; azılı bir Ermeni düşmanı olan, Kaymakam Salih zeki Bey; Enver Paşa’nın kesin emrini de dikkate almayıp, Yüzbaşı Sarkis Torosyan’ın aile efradını da sürgüne gönderir...

Saygıdeğer okuycularım! Final yazımda şayet nasipse buluşmak üzere hepinize, mutluluk dolu yarınlar diliyorum efendim.