Gürcistan'da, ABD-Rus bilek güreşi görüntülü gelişmeleri başka bir yazıya bırakarak, geçen hafta toprağa verilen Soljenitsin'in çağrıştırdığı hususlara bakalım. Bir kasaba çapındaki Güney Osetya'da yaşananların, 1956 Macaristan, 1968 Çekoslovakya olayları ile paralellik arzettiğini, ABD, kendisine "defol" diyen liberal dünyaya karşı büyük bir koz elde ettiğini, savunmasız kalan bu ülkeye Rus saldırısını büyük bir keyifle izlediğini belirtmekle yetinelim. Geçen hafta vefat eden ünlü Rus fizikçisi Aleksander Soljenitsin, Sovyet döneminde yaşadığı baskılarla batı dünyasında tanınmıştır. 89 yaşından ölen Nobel ödüllü yazarın en verimli 20 yılı rejime muhalefeti yüzünden Vermont'ta sürgünde geçti. SSCB dağıldığında yurt dışında olup ülkesine dönmesi yasaktı. Ancak o, kendisine yapılanları değil de baskıcı rejimin yönetiminde de olsa vatanını düşünüyordu. Soljenitsin'in bizim açımızdan ilginç olan çıkışı, SSCB'nin dağıldığı takdirde, Stalin devrinde Kazakistan'a "hediye edilmiş" Kuzey Kazakistan'ın Rusya Federasyonu'na bırakılması yönündeki görüşleridir. Son yazımızda ele aldığımız gibi, Nazarbayev, doymak bilmeyen bu emperyalist yayılmacılığa karşı, başkenti değiştirerek kadim Türk yurdundaki Kazakistan hakimiyetini garanti altına aldı. Üzerinde durmak istediğimiz nokta, bir siyasetçi veya devlet adamı olmadığı, üstelik devletin zulmüne maruz kaldığı halde bu Rus aydınının vatan sözkonusu olunca gösterdiği hassasiyettir. Rejime veya yöneticilere olan düşmanlık, vatan sevgisini ve ülkenin geleceği ile ilgili kafa yormasını engellemiyor. Kazakistan yaklaşık 2 asırlık son derece kanlı ve diplomatik sahtekarlıklarla Rusya'ya katılmıştır. Her dönemde, Ruslar bu ülkede büyük katliam yapmıştır. Öyle ki 1950'lerde ülkedeki Kazak nüfusu azınlığa düşmüştür. Bunları liberal bir aydın olarak Soljenitsin'in bilmemesi mümkün değildir. Ancak Rus aydını sorumluluğu ile olaya Moskova merkezli bakıyor ve sıradan halkın düşünemeyeceği delillerle ülkesinin sınırlarını olabildiğince geniş tutuyor. Bizim ülkemizde bir zamanlar "aydın" olmak, ecdat, Osmanlı düşmanı olmayı gerektirmekteydi. İlkokuldan liseye, birçok öğretmenimizin Osmanlı hakkında söyledikleri ile dokuz yılımı verdiğim Osmanlı belgeleri taban tabana zıttı. Bu eğitimciler, kendilerine göre aydın, ilerici olmanın gereği olarak aynı palavraları tekrarlayıp duruyorlardı. Bir zamanlar aydın olmak demek, sanki bu ülkenin dinine, inancına ve bunlardan kaynaklanan her türlü gelenek, görenek ve değerlerine karşı çıkmayı gerektirmekteydi. Dindar olup olmamak ayrı bir konu olduğu halde, ilericilik, çağdaşlık, bilim adamlığı ile inançlara saygı adeta taban tabana zıttı. Bu akımda önemli ölçüde, Marksist felsefenin, Sosyalizm modasının etkisi bulunmaktaydı. Günümüzde ateistler dahil inancı ne olursa olsun başkalarının inançlarına, değerlerine saygı göstermenin bir meziyet olduğunu herkes kabul ediyor, en azından bunu iddia edebiliyor. Bu gelişmeyi memnuniyetle görelim. Ancak ülkemizin aydın, akademisyen, yazar topluluğu içerisinde bir başka "aydın olmanın gereği" şey hızla yayılmakta: Bu ülkenin dış politikada uluslararası hukuktan, tarihi, coğrafi ve kültürel gerçekleri ile imzalanmış olan belgelerden kaynaklanan haklarını hiç dikkate almadan, mevcut kazanımlarını yok kabul etmek, olabildiğince "ver kurtul"cu olmak. Dış politikada yarım asrı geçen anlaşmazlıkların sürmesinden geçmiş yöneticilerin çağdışı, kavgacı politikalar izlediği her fırsatta dile getiriliyor. Bu tür kalemler, Yunanistan, Kıbrıs, Ermenistan ve Orta Doğu'daki aktörlerin her fırsatta bir adım daha kazanıp, mevcut kazanımı bir sonraki hamlenin hareket noktası olduğunu bilmemeleri mümkün değil. Geçmiş yönetimleri suçlayacaksak, ülkemizin birçok hakkını, hatta cephede elde edilenleri, basiretsiz politikalar sebebiyle, hiçbir karşılık almadan masa başında verdiklerinin çokça örneği gündeme getirilmelidir. Özellikle komşu ve yakın bölge konularında, Osmanlı Dönemi'ndeki "Şark Meselesi"ne benzer projelerle Türkiye'nin aleyhine ittifaklar, teşebbüslere her gün yenisi ekleniyor. "Türkiye, o kadar büyük bir ülke ki, bir Kıbrıs'la yıllarını boşa geçirmemeli" diyenler, aynı mantıkla Ege ile, Ermeni iddiaları ile, ayrılıkçı terör ile, Balkanlardaki hakları ile yıllarını geçirmemeli diyebilmektedirler. Halbuki büyük ülke demek küçük hakları, özellikle egemenlikle ilgili kazanımları kolayca gözden çıkarmak demek değildir. Çağdaş, muasır, batı medeniyetini hazmetmiş ülkelerin hiçbirisi, büyüklük gerekçesiyle vatan parçasını ve haklarını feda etmemekte, üstelik açık delillere karşın fiili olarak aleyhimize olan pozisyonlarından bir adım geriye gitmemektedirler. Geniş kitlelerin, BM veya AGİT belgelerine karşın, dünya devleri ile bunlara alet olan bazı komşularımızın Türkiye aleyhine planlarını anlayamaması normal karşılanabilir. Ancak doğrudan siyaset ve diplomasi ile iştigal edenlerin kendi ülkemizin hakları sözkonusu olduğunda saf barış uğruna, hayali medeniyetler ittifakı aşkına herşeyden vazgeçmesi ihanet derecesinde gaflettir. Aynı kişiler, muhataplarımızın inatçı, işbirliğine kapalı, uzlaşmaz, hiçbir hukuki temeli olmayan tutumlarını anlayışla karşılamalarını geniş ufuklulukla izah etmektedirler. Kendi ülkesinin haklarını, ikinci plana itip, düşmanlarına anlayışla yaklaşmak ilkesi hiçbir şekilde aydın veya geniş ufuklulukla bağdaşmaz. Hak, adalet, hakkaniyet, eşitlik gibi hususlara öncelik verilebilir ki biz de bütün dış politik konularda bunu savunuyoruz. Türk aydınından da sadece bunu bekliyoruz. Rus aydını, vatanı için bu kavramlardan feragat edebilir ve Soljenitsin bunu yapmıştır. Ancak bizler için bu değerleri savunmakla, ülkemizin haklarını savunmak hemen her konuda örtüşmektedir. Rus aydını olarak Soljenitsin bana bunları hatırlattı.