Doğu ve Güneydoğu hâdiselerinin kuş bakışı bir panoraması.
Doğu ve Güneydoğu’da aş, iş ve bilhassa huzûrun arandığı.
En küçük olayda bile yöre halkının barış ve sükûna susamışlığı.
Doğu ve Güneydoğu’da yaşanan bir Kürt mü yoksa bir terör problemi mi olduğu?
Doğu ve Güneydoğu’da cereyan eden terör hareketlerinde Ermeni parmağının varlığı.
Doğu ve Güneydoğu’da aşîret gerçeği  ve bunlara düşen aslî görevler.
Azınlık mefhûm ve kavramının nasıl yanlış bir şekilde kullanıldığı. 
“Büyük Türkiye”nin istikbâl ve geleceği Fırat’tan geçtiği.
“Gerçekten terör bitti mi?” sorusunun cevabı.
Hâdise ve olayların bir de batınî / iç, görünmez sebep ve hikmetleri olduğu.
Doğu ve Güneydoğu hâdiselerinin temelinde Batı Sömürü Düzeni’nin hazırlayıcısı olan ve bunun keşif kolları sayılan Misyonerler ve Barış(!) Gönüllüleri bulunduğu.
Terörün sebep olduğu, gelişen Türkiye’yi önlemek dış têsîr; insanımızı yetiştirmekteki kusûrumuz terörün iç têsîri olduğu; aklı fenle beslerken, kalbi dîn ve mâneviyâtla takviye edemediğimizin de terörde baş rolü oynadığı.
“Federasyon” denen şeyi, halkımıza asla yutturamıyacaklarının gerekçeleri.
Avrupa’nın başımıza musallat ettiği / sardığı, müzmin / yer edinmiş “Şark Mes’elesi” / “Doğu Sorunu”nun, özellikle Yakın Çağ Tarihi’mizi bilmemek ve sağlam inanç sâhibi olmamak gibi iki önemli faktör ve sebepten neş’et ettiği / çıktığı.
Demokrasi’de birleşmenin güzelliği.
Doğu ve Güneydoğu’daki halkın elini kolunu bağlıyan, kendi kendisini âdeta gönüllü köle yapan: “Ağam bilir!” zihniyetinin acı sonuçları.
Oysa asıl “Ağa”nın “İlim ve Akıl Ağası” olması lâzım geldiği.
Maalesef bölgede bir “Ağalık Ağalığı” nın hüküm sürdüğü!
Hâdiselerde  -az da olsa-  halktan da kaynaklanan birtakım menfî / olumsuz sebeplerin mevcûdiyet ve varlığı.
Yöre halkının da eksikliklerini açık sözlülükle dile getirmesi ve kendi aralarında, birbirlerine karşı yakışıksız tutum ve davranışlardan kaçınılmasının zarûreti.
“Panzer seslerinin, ortalıktaki sesinde Şarklı’nın hiç mi kabahati yoktu? Bunu da düşündüm doğrusu. Bizde de, bizim insanımızda da, birtakım eksiklikler mevcûttu!” diyen yazarın samîmî ifadeleri.
Kısaca, Doğu insanımızın geri kalışında, kendine de düşen bazı sorumluluklar olduğu.
Şark Mes’elesi / Doğu Sorunu adının ne olduğu veya ne olması lâzım geldiği. 
Güney Doğu’nun bâzı yörelerinde okullaşma oranının çok düşük olmasında ağaların oynadıkları menfî rolü.
Devlet ve halk olarak nerede hatâ yaptığımızı.
Devletin hatâları olsa da, devlete karşı gelinmiyeceği. Çünkü devlet denilenin “Ben, sen, o,…hepimiz…” olduğu.
“Hop hop idarecilerin!” açtığı yaralar ve bunların nasıl sarılacağı.
Şark’ın sosyal hayâtında çok ilginç hâdiseler bulunduğu; bütün bunların altında yatan gerçeğin ise, yetersiz eğitimden kaynaklandığı.
Türkiyemizin üç büyük düşmanı: Cehâlet, Zarûret ve İhtilâf’dan en büyüğü olan “Cehâlet Ağa”nın Doğu ve Güneydoğu’da nasıl kol gezdiği. 
Dîn ve Millet’ten korkulmıyacağı ve bu istikamette ne yapılması gerektiği ve nelerin üstüne eğilmek, kimlerin sözüne kulak vermek îcap ettiği.
Zaten bu milletin ekserisi / çoğunun, ülkesini sevdiği. Vatan sevgisinin ise îmandan geldiğine olan inancı taşıdığı.
Türkiye’nin her yöresindeki gibi, özellikle Doğu ve Güneydoğu’sunda da harç vazîfesini gören asıl unsurun Yüce İslâm Dîni olduğu vb. daha birçok husûslara vâkıf olmak için yazarın:
Ayrıca: “Silâhların konuşmadığı bir dünyada yaşamak güzel şey. İnsanımızı silâhdan arındıracak günlerin yolunu açacak çâreler aranmalı.” 
Üstelik: “Doğunun haşin, bir o kadar da vahşi ve yaman yörelerinde Allah’ın Cemâl ve Celâl isimlerinin iç içe nasıl tecellî (ettiği, yansıdığı) ve tezâhür ettiğini görmek” gerek dediği.
Velhâsıl, on küsûr sene öncesine kadar olanların bir özetini sunan Demokrasi Vakfı’nın: “Çoğunluğu yaşlı kadın ve çocuklardan oluşan 3355 sivil vatandaş katledildi. 10 bine yakın çocuk öksüz ve yetim bırakıldı. 117 öğretmen ve eğitim görevlisi şehit edildi. 369 köy okulu yakıldı. Örgütün yöre halkına yönelik baskı ve tehdidi sebebiyle 5600 köy okulu eğitim ve öğretime açılamadı. Bunun sonucu olarak yörede 101.425 çocuk eğitim ve öğretimden mahrum kaldı. 38 din görevlisi şehit edildi. 36 câmi yakıldı!” şeklinde hazırladığı, bu acı bilânçonun sebep ve çarelerini anlamak için, herkes külâhını önüne  koysun ve düşünsün iştiyâkında isek.
Dert bizim, peki ama deva kimden olacak derseniz. Ve devanın Kur’an dâvâsını dert edinmekten geçtiğini düşünmek maksadıyla.
Her şeye olduğu gibi, Doğu ve Güneydoğu’ya da güzel  bakmak, onu güzel görmek ve güzel düşünmek gayesiyle.
Ve mes’elelerimizi hep birlikte, el ele, gönül gönüle vererek aşmak emelini güdüyorsak. Ki bunu yapmıya mecbûruz:  
“Çünkü asker, polis ve vatandaş aslında nihayet hepsi bu cennet vatanın birer güzîde (seçkin) evlâdıdır. Aslında yoktur birbirimizden farkımız. Hepimiz bir milletin evlâtlarıyız. Din, millet, toprak, vatan, bayrak, hürriyet ve İstiklâl Marşı’mız bizim güzîde  ortak payandalarımız(dır).”
Bizleri bütün bu hatâlardan sıyıracak olan da, o yüce ve değerli kaideler zinciri olan İslâm’ın ferah iklîmi olacaksa.
“Öyle birkaç çapulcunun hırlamasiyle köyümüzü terk etmek bize yakışmıyor!”
Nitekim: “Biz hepimiz birlikte ‘Çanakkale geçilmez!’ demedik mi? (Madem ki) Çanakkale’yi geçilmez yapan irade, inanç ve arslan yürekler hepimizde vardı. (Ki) hâlâ da vardır.”
Öyle ise aynı yüreği taşıyanlara:
“Hadi gelin, köyümüze geri dönelim.” Çağrısında bulunmayı arzuluyorsak.
Biz hepimiz Türkiyeliyiz. Doğuşumuzla olmasa bile oluşumuzla aynı milletiz.
Hem de büyük bir millet olduğumuz ve bir büyük devletin yâni Türkiye Cumhûriyeti’nin şemsiyesi altında yaşadığımız.
Vatanın da devletin de bizim hepimizin olduğu gerçeği ve bunun omuzlarımıza yüklediği hayatî ve millî bâzı mecbûriyetlerimiz varsa.
Bu mütevazî, o nispette de samimî ve içten gelerek yazılmış eseri okumamız gerektiğine inanıyorum.
Zîra bu eser, Doğu’da öğretmen olmanın safâsı içindeki cefâyı bilen.
Bazen, hiç tanımadığı bir vatandaşın dükkanında sohbet eden. 
Doğuda doğup büyüyen ve aynı zamanda bu ülkenin bir ferdi olarak yorumlamaya çalıştığı konu ve hâdiseleri bizzât yaşıyarak kaleme alan.
Bu diyarda doğup büyüyen, hâlen de bu beldelerde yaşıyan, dolayısiyle bölge insanını çok iyi tanıyan ve çilekeş bir öğretmenken:
“Kaldığı ilçede gece yarısına kadar süren tâciz ateşleri arasında çoluk çocukla geçirilen dehşet verici saatler, ölümle kalım arasında duyulan hissiyatlar ve bu atmosferde silah seslerine karışan daktilo tuşlarının kaybolan tak tukları” arasında kalan.
Problemli bölgelerimizde bizâtihi problemi yaşıyarak ve görerek intibâ ve izlenimlerini aktarmaya çalışan.
Bütün bu menfî şartlara rağmen eserini, içtenliği nispetinde arı duru bir Türkçe ile kaleme almasını bilen  ve bir o kadar da temiz ve nefîs bir baskı ile kitabını sunma başarısını gösteren Sn. Mustafa Öztürkçü tarafından yazılmıştır. 
Bu mütevazî eserde çeşitli tespît ve teşhîslerin yanısıra  -imkân nispetinde-  hâl çareleri ve tedavî usûllerine de temâs edilmiştir.
Nitekim: Halkı kazanmanın yollarını bulmak.
Müesseseleri ıslah yoluna giderek vatanını, insanını seven, dînine bağlı insanları mutlaka bu yörelerdeki kurumların başına getirmek.
Teşhis ve tanı; tedavîden önce olması hasebiyle, Güneydoğu hâdiselerine isabetli bir tahlîl ve yorum yapmak.
“Din hayâtın hayâtı. Hem rûhu hem esâsı. İhyâyı dîn ile olur. Bu milletin ihyâsı.” Hükmünce “Din Kardeşliği” modeli üstünde durmak.
Güneydoğu için çözüm arayışları tâvizden değil; devletin ciddî tavrından geçeceği, terör örgütüyle muhatap olmanın asla câiz ve doğru olmıyacağı.
Çünkü: “Aç canavara tahabbüb (sevgi); merhametini değil, iştihasını açar; sonra döner. Tırnağının hem dişinin kirasını ister.” Gibi hayât-bahş şifalar sunmakta, çözüm yolları göstermekte. 
Kısaca demek lâzımsa, bu kitap dikkatleri: “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor. Onu kurtarmaya koşuyorum.” Diyen zâtın sözlerine çekmektedir.