Nevra F. Zehra Babürşah

ÇİN ALEYHİNE AÇILMIŞ YÜKLÜ MİKTARDA KİŞİSEL TAZMİNAT DAVALARI BULUNMAKTADIR.  ÇİN’İN BU VİRÜSÜ BİLEREK ÜRETEREK YAYDIĞI KANITLANIRSA, AYNI ZAMANDA BU BİR SAVAŞ NEDENİDİR.

Bir küresel siyaset krizi olarak tanımlanmaya başlanılan Covid-19, tıbbın konusu olmaktan çıkmış durumda! Salgın vakalarının artmasıyla birlikte; ekonomik, toplumsal ve siyasal dönüşümlerin peşi sıra yaşandığı küresel dünyada, radikal ve sarsıcı bir yapılanma ve bu yapılanmanın beraberinde getirdiği kısıtlamalar ve tedbirler devam ediyor. Tüm bunların analizi yapıp, bulunduğumuz noktayı sorgulamam; “Covid-19, kansız bir savaş mıdır?” sorusunu sormamı zorunlu ve mümkün kılıyor. Covid-19’un hayatımıza neden ve nasıl girdiğini ve sonrasında oluşturulmaya çalışılan Yeni Dünya Düzenini; Gazeteci-Yazar ve Stratejist Murat Akan ile sizler için konuştuk…

Prof. Saul H. Mendlovitz, küreselleşme sonucunda oluşacak ‘Yeni Bir Dünya Devleti’ konusunda şöyle diyor; ”Bir Dünya Hükümeti olup olmayacağı bir soru olmaktan çıktı. Sorun nasıl oluşacağıdır.” Ve yine CFR Üyesi Amerikalı James Warburg, bir senato konuşmasında diyor ki; “Sevsek de sevmesek de Bir Dünya Devletimiz olacak. Buradaki tek soru; ‘Tek Dünya Devletinin’ fetihle mi, yoksa anlaşmayla mı kurulacağıdır.” Bu cümleler ışığında, birileri tarafından iki kutuplu dünyanın sona erdirilmek istendiği ve tek kutuplu bir dünyanın hedeflendiğini anlıyoruz. Warburg’un “Fetihle mi, yoksa anlaşmayla mı olacağı…” söylemini parlatırsak, hedeflenen “Yeni Dünya Düzeni”ne geçişin, pandemi ile birlikte oluşturulmaya çalışıldığını görüyoruz. Bu noktada Covid- 19’un doğal yollarla bulaşan bir virüs olduğunu iddia edenlerin aksine laboratuvar ortamında üretilen bir virüs olduğunu söyleyebilir miyiz?

Öncelikle Yeni Dünya Düzenini anlayabilmek için bizim “Üst Akıl” olarak nitelendirdiğimiz devletler üstü yapılanmayı iyi tanımak gerekir. Elbette Üst Akıl, “üstün akıl” anlamına gelmez. Üst Akıl, küresel toplum mühendisliği faaliyetidir. Yani bir hegemonya adına karanlık mahfillerde üretilip stratejik akıl haline getirilen planlar, projeler ‘Üst Akıl’ olarak nitelendirilir. Bu bağlamda küresel alanda kurulan gizli/yarı gizli veya sivil toplum kuruluşu şeklinde oluşturulan örgütlere baktığımızda, genel amaçlarının dünya insanlarını tek bir merkezden yönetmek olduğunu görürüz. Bu bazılarına “ütopya” ya da “komplo teorisi olarak gelebilir. Ancak bu, tarih boyunca kurulan ezoterik örgütlerin söz konucu amacını değiştirmez. Tarihin perde arkasını araladığımızda, çoğu zaman yerel ve küresel resmi anlatımla gerçek vakalar silsilesinin uyuşmadığını görmekteyiz. Zira pek çok küresel ve yerel göreceli olaylar, yıllarca insanlara “mutlak gerçek” olarak yutturuldu. Bizler perdeye yansıtılan kuklaları büyük bir merakla izlerken, perdenin arkasındakileri hiç merak etmedik. Yani kuklacıya değil, hep kuklaya baktık. Ne yazık ki küresel algı yönetimiyle doğrular yanlış, yanlışlar doğru olarak kabul ettirildi. Dünyayı daha fazla sömürebilmek için, aslında ikiz kardeş olan ideolojiler ya da siyasi ittifaklar bizlere hep “tez/antitez” olarak sunuldu. Mesela Batı’da sanayi inkılabı ile ortaya çıkan vahşi kapitalizmin doğurduğu sosyal adaletsizliğe karşı “kurtuluş reçetesi” olarak sunulan komünizmin, aslında kapitalizmle kardeş olduğunu dünya insanları çok geç fark ettiler. Almanya’nın Frankfurt kentinde “Sosyal Araştırmalar Enstitüsü” adı altında kurulan ancak gerçekte sosyal yaşam deneyleri, ideolojik akımlar ve ekonomik modeller üretmek üzere tasarlanmış meşhur Frankfurt Okulu’nda komünizmi üretenlerle; insanlığı sömürmek için “Soğuk Savaş” palavrasıyla kapitalizmi zirveye çıkaranlar aynı stratejik aklın sahipleriydi. Mesela Yahudi kökenli Felix Weil tarafından 1923 yılında kurulan ve Marksizm’i “bilimsel metoda” oturtan Frankfurt Okulu’nun finansörü, 20. yüzyılın başında dünyanın en büyük tahıl tüccarı olan Alman/Arjantinli işadamı Hermann Weil idi. Dönemin en ünlü sosyolog, psikolog, psikiyatrist, ekonomist ve fizikçilerinin çalıştığı enstitü, 1933 yılında Hitler tarafından kapatılmasına rağmen, önce Cenevre’ye, 1935 yılında ise Amerika Birleşik Devletleri'nde kapitalizmin beyni olan New York'a taşındı. Dahası, Columbia Üniversitesi'nde koruma altına alınan bu topluluk, komünizmin ideolojik alt yapısını oluşturmaya burada da devam etti. Çok daha ilginç olanı ise, sözde “bilimsel” çalışmalara imza atan bu grubun, “mesih” beklentisi düşüncesinin en sadık savunucuları olmasıydı. 

Şeytani fikir laboratuvarlarında ürettikleri ideolojilerle dünya insanları birbirleriyle sağ-sol, komünist-faşist diye kavga ettirilirken; beynelmilel sermaye seçkinleri, kurdukları küresel şirket ve finans tekelleriyle de hiçbir ideoloji ve sınır tanımadan ülkeleri savaşsız işgal ettiler. Savaşları servetlerini çoğaltmanın vazgeçilmez yöntemi olarak gören bu küresel seçkinler grubu, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra egemenlik ve nüfuz alanlarını genişletmek için komünizm ve liberalizmi aynı anda yükselttiler. Sahip oldukları dev bütçeli şirketler nedeniyle savaş dönemlerinde kazanan hep onlar oldu. Zira kontrollerindeki ekonomik işgal aygıtları olan küresel şirketlerin faaliyet alanlarını genellikle petrol, silah, kimya, ulaşım, telekomünikasyon, motor ve diğer mekanik yapımlar ile bankacılık sektörü oluşturuyordu. Bunlar ise savaş öncesi ve sonrasında en çok gereksinim duyulan sektörlerdi. II. Dünya Savaşı sonrasında ise özellikle finans kuruluşları, kredi merkezleri, silah sanayi ve uluslararası kurumlar konusunda köklü değişimler oldu. İnsanlığı kendi çıkardıkları savaşlarla korkutup, kurmuş oldukları beynelmilel düzenin kölesi ve küresel şirketler imparatorluğunun robot tüketicileri hâline getirdiler. “Özelleştirme” ve “Hisse” manipülasyonlarıyla ulus devletlerin milli şirketleri ve ekonomik varlıkları işgal edildi. Diğer yandan “rezerv para” sistemiyle de egemenlerin servetine servet katıldı. Bunun sonucunda getirilen döviz sistemi, ülkeleri hizaya getirmek için bir operasyon aracına dönüştürüldü. Küresel finans sistemi ve ekonomik sömürünün mimarlarından Mayer Amschel Rothschild, “Ülkelerin ekonomilerini bana verin, kanunlarını kim yaparsa yapsın!” derken aslında küresel hâkimiyet teorisinin ilkelerini belirliyordu. Nitekim bu teoriyi öncelikle ülkelerin merkez bankalarını ele geçirerek uygulamaya koydular. Sonuçta ülkeler, sermayenin küreselleşmesine mani olamadıkları gibi, savaşsız işgale de mani olamadılar. Yönetim merkezleri genellikle Wall Street ve Londra’da olan küresel sermaye oligarklarına ait çokuluslu şirketler imparatorluğu; satın alma, şirket evliliği ve özelleştirme yoluyla girdiği ülkelere hiçbir aidiyet duygusuyla bağlanmadıkları için ulus devletlerin üniter yapısına, ekonomik ve siyasi bağımsızlığına adeta dinamit koydular. Bugün bir avuç küresel ailenin serveti, dünya nüfusunun yarısının servetinden daha fazladır. Bu, organize bir yapılanma için korkunç bir güçtür. İngiliz yardım kuruluşu Oxfam'ın 2019 tarihli raporuna göre, dünyanın en zengin %1’lik kesiminin serveti, geri kalan %99’luk kesimin servetinin toplamına eşittir. Üstelik bu makas her geçen gün daha da açılmaktadır. Bu korkunç finans gücünü elinde bulunduran küresel sermaye oligarkları, dünya çapında kurmuş oldukları sivil toplum örgütleri, düşünce kuruluşları ve medya ağı sayesinde, çıkarlarına dokunan, kendi kültür kodlarına dönmek isteyen ve milli imkânlarını harekete geçiren tüm ülke yöneticilerini hedef olarak görmektedirler. Birçok ülkenin milli bütçesinden daha fazla paraya sahip olan sermaye baronları, ellerindeki finans gücünü, eğitim kurumlarını, medya ağını ve lobi faaliyetlerini kullanarak toplumun fikir ve düşüncelerini, yaşam tarzlarını ve en önemlisi de meşru iktidarlarını çeşitli örtülü operasyonlar yoluyla değiştirebilmektedirler. Küresel yönetim piramidinin tepesinde bulunan bu seçkinler grubu, paravan olarak kullandıkları dev bütçeli küresel vakıflar, kredi derecelendirme kuruluşları ve sivil toplum örgütleri yoluyla devlet yöneticilerini, ülke bürokrasisini ve aydınları rahatlıkla etkileyerek kendi yörüngelerine sokabilmektedirler. Bu küresel oligarşi, kurmuş oldukları beynelmilel düşünce kuruluşlarında üretilen stratejik aklı uzun vadeli plan hâline getirerek, devlet ya da devletlere dayatıp uygulamaya koydurtmaktadır. Aynı zamanda kan bağı, oligarşi içi evlilik ve sermaye ortaklığı yoluyla birer aile topluluğu hâline gelen bu finans baronları, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan tüm küresel kurum ve kuruluşları da kontrolleri altına aldılar. Mesela Bilderberg toplantıları bir “sivil toplum örgütü” faaliyeti olmasına rağmen, bu toplantılara NATO genel sekreterleri eksiksiz olarak katılmakta, gelecekteki NATO genel sekreterleri bu toplantılarda belirlenmektedir. Dahası, bir “sivil toplum örgütü” faaliyeti olan bu organizasyonun güvenlik tedbirleri, toplantının yapıldığı ülkelerin askerleriyle değil, NATO askerleriyle sağlanmaktadır. Yine Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşlar üzerinde büyük bir güce sahiptirler. Dünyayı tek bir merkezden yönetmek için “tek dünya devleti” kurmak isteyen bu küresel sermaye oligarkları, çıkarlarına dokunan, “küresel normlara” cephe alan ve milli imkânlarını harekete geçiren ülke yöneticilerini hedef olarak görmektedirler. Dolayısıyla ellerindeki küresel finans aygıtları ve medya gücünü kullanarak, istediklerini yapmayan ya da “yoldan çıkan” devlet adamlarını iktidardan düşürebiliyor. Küresel bir “çete” görünümü veren bu güç, sınırlı sayıdaki sermaye oligarkından oluşan devletler üstü küresel bir ezoterik yapılanmadır. Hiç şüphesiz söz konusu bu beynelmilel finans ve yönetim piramidinin tepesinde, Rockefeller ve Rothschild aileleri var.  David Rockefeller, 1991yılında Almanya’nın Baden-Baden şehrinde yapılan Bilderberg toplantısında bu yapıyı tarif ederken aynen şöyle demiştir: “Washington Post, The New York Times, Time Dergisi ve diğer büyük yayınlara şükran borçluyuz. Senelerdir toplantılarımıza iştirak etmelerine rağmen ketumiyet sözünü tuttular. Eğer toplantılarda konuştuklarımız kamuoyunun bilgisine sunulsaydı, bizlerin dünya için bir plan geliştirmesi imkânsız olurdu. Fakat dünya artık çok daha girift ve dünya hükümetine doğru gitmek için çok daha hazır. Entelektüel, elit ve dünya bankerlerinden oluşan uluslar üstü bir yapı, geçen yüzyıllarda uygulanan kendi ulusal geleceğini tayin etmeden kesinlikle daha iyidir.” David Rockefeller’in “dünya bankerlerinden oluşan uluslar üstü bir yapı” olarak tarif ettiği güç, oldukça az sayıdaki seçkin kişiden oluşmaktadır. Üstelik çoğunluğu da belli bir ırka mensup olan bu gizli/küresel ezoterik seçkinler grubu; siyaset, sanayi, ekonomi, ticaret, banka/sermaye, silah, medya vb. unsurlar başta olmak üzere, hayatın her alanında güçlü ve gizli bir örgütlenme sağlamışlardır. Dolayısıyla dünyadaki siyasi ve ekonomik krizlerin, savaşların, ihtilallerin, siyasi cinayetlerin, hükümet düşürmelerin meydana gelmesinde bu küresel oligarşinin doğrudan parmağı vardır. Söz konusu bu küresel oligarşinin aile bireyleri, küresel siyaseti belirlemek için ihtiyaç duydukları stratejik aklı da kendi kurdukları dev bütçeli düşünce kuruluşlarında üretmektedirler. “Think Tank” denen bu algı merkezlerinde üretilen fikirler, stratejik plan hâline getirildikten sonra uygulanması için ilgili devlet yöneticilerine ulaştırılmaktadır. Küresel oligarşinin strateji ve siyaset üretmekle görevli kuruluşları ise; B'nai B'rith, The Pilgrims Society, The Tavistock Institute, Chatham House, Bilderberg Group, Council on Foreign Relations (CFR) ve Trilateral Commission gibi dev bütçeli açık/gizli/yarı gizli ezoterik sivil örgütlenmelerdir. Bu seçkinler grubunun temel felsefesi “menfaat” birliğine dayandığı için, yapılanmanın dini sınırları ve dinin sınırladığı ilkeleri yoktur. Kendi ürettikleri/uydurdukları beşeri bir din anlayışına sahip olmakla birlikte, küresel eylemlerinin dayandırıldığı temel dini referansları Evanjelizmdir. Yahudi kabalizmi ve Protestan mitolojisinin karışımı olan Evanjelizm, çekirdek kadrolarını Yahudi ve Hıristiyanların oluşturduğu bu küresel oligarşinin sürekliliğini sağlayan ve bir arada tutan en önemli kutsal bağdır. Zira bu anlayış, eninde sonunda “iyilerle kötüler”  arasında nihai bir savaşın çıkacağı inancı üzerine kurulduğu için, bu amaç uğruna bir araya gelmiş olan seçkinler grubunu uzun süreli motive etmektedir. 

Şimdi, Covid- 19’un doğal ya da laboratuvar ortamında üretilen bir virüs olup olmadığı sorunuza gelelim.

Coronavirüs, 31 Aralık 2019 tarihinden itibaren dünya gündeminin ilk sırasına yerleşti. Biz başından beri bu virüsün laboratuvar üretimi olduğunu söyledik. Zira 2002 yılından itibaren SARS ve MERS virüslerinin ortaya çıkmasından bu yana Çinli ve ABD’li bilim insanlarının virüsler üzerinde çok yoğun bir şekilde oynadığını görüyoruz. Ne yazık ki televizyonlarımızda sabah akşam “maske” tartışılırken, konunun arka planı hiç gündeme getirilmiyor. Getirenler ise hemen “komplo teorisi” ile suçlanıp susturuluyor. Öncelikle belirtmeliyim ki evet, tabiri caizse laboratuvar ortamında sıfırdan virüs üretilmesi imkansıza yakın bir şey. Ancak mevcut bir virüs üzerinde oynanarak yapay, yani genetik yapısı değiştirilmiş yeni bir virüs üretmek mümkün. Mesela 2 Mayıs 2013 tarihli Independent gazetesinin web sayfasına bakın. Haber hâlâ duruyor. Dünyanın en iyi uzmanlarıyla röportaj yapılmış. Uzmanlar, Çinli bilim insanlarının, virüsler üzerinde yapmış olduğu araştırmaları “korkunç sorumsuzluk” olarak değerlendiriyor. Çünkü Kuş gribi ile normal mevsimsel gribin birleştirilerek yeni bir virüs çeşidinin üretildiğini söylüyorlar. Ve diyorlar ki, bu virüs laboratuvardan kaçarsa küresel bir pandemiye dönüşüp insanlığın başına bela olur.

Yine North Carolina Üniversitesi'nde, SARS-CoV-2 virüs ailesi üzerine 2014 yılında bilimsel bir laboratuvar çalışması başlatıldı. Çalışmanın başında ise dünyanın en iyi viroloji uzmanlarından Amerikalı Profesör Dr. Ralph S. Baric  ile Çinli Profesör. Dr. Shi Zhengli vardı.

Yani anlayacağınız, perde arkasında “düşman” gözüken Amerika Birleşik Devletleri ile Çin, el ele verip virüsler üzerinde ortak bir çalışma yaptı. Projenin mimarlarından Prof. Dr. Ralph S. Baric, aynı zamanda ABD askeri biyolojik laboratuvarlarına da “danışmanlık” yapar. 

Doktor Shi Zhengli ise, Çin’in SARS-CoV-2 virüs ailesi üzerinde yıllardır çalışan dünyanın en iyi viroloji uzmanlarından biri olarak tanınıyor. Tabi ki aynı zamanda Çin Bilimler Akademisi’ne bağlı Wuhan’daki Viroloji Enstitüsü’nde görevli…

Nitekim North Carolina Üniversitesi'de yapılan bilimsel laboratuvar çalışmasında, “SHC014-MA15” isimli ve “çok tehlikeli” yapay bir virüs üretildi. 

Daha sonra bu çalışma bilimsel makale haline getirilerek “Koronavirüslerin Araştırılmasında Anahtar Stratejiler” başlığı ile 2015 yılında dünyaca ünlü bilim dergisi Science’da yayımlandı.

Ne var ki projenin sponsorlarından ABD Sağlık ve İnsan Hizmetleri Bakanlığı (HHS), “projenin tehlikeli boyutlara vardığını” belirterek çalışmanın sonlandırılmasını istedi. Nitekim de çalışma sonlandırıldı. Ancak ABD'de çalışma durduktan sonra, Çinliler proje üzerinde çalışmaya devam ettiler. Wuhan Viroloji Enstitüsü’nde devam eden çalışmanın başında ise yine Prof. Dr. Shi Zhengli vardı.  Nitekim üzerinde çalışılan virüsü laboratuvarda başarıyla izole ettiler. Şimdi gelelim daha yakın tarihe, yani 19 Kasım 2020’ye… Wuhan’daki Viroloji Enstitüsü, resmi web sayfasında “yarasalardan insanlara geçen” yeni bir virüs üzerinde çalışmak üzere bir proje başlattığını duyurdu. Peki, projenin başında kim vardı dersiniz? Elbette yine Çin’in en iyi SARS-CoV-2 uzmanı Prof. Dr. Shi Zhengli… İşte Coronavirüs üzerindeki şüpheler de bu çalışmadan sonra arttı. Zira projeden yaklaşık 25 gün sonra, Wuhan’da Coronavirüs vakaları görülmeye başlandı.

Meseleyi başka bir açıdan değerlendirdiğimiz de şöyle bir teori var; Kozmostaki enerji kaynaklarının nüfus yoğunluğuna bağlı olarak, insanların hayati ve ekonomik ihtiyaçlarına yetmediği… Meseleyi bu minvalden değerlendirdiğimizde; Covid-19 ile birlikte belirli bir sayıda insan kaybedilmek istenildiğini ve burada hedef kitlenin daha çok yaşlı ve hasta nüfus olduğunu söyleyebilir miyiz? Baktığımızda 1 Milyonu aşan ölü sayısı ve vaka sayılarının her geçen gün arttığı kritik bir tablo var. Dolayısıyla bunun bir biyolojik savaş olduğu ispatlandığı taktirde, virüsü üretenler; biyolojik savaş suçu kapsamında yargılanacaklar mı?

Öncelikle “dünya nüfusunu azaltma” projesi yeni değil. Yine bazıları buna “komplo teorisi” diyebilir. Ancak bu proje 1960’lı yıllara kadar gider. Mesela ABD’de 1961-1968 yılları arasında savunma bakanlığı yapmış olan Robert McNamara, 1968-1981 yılları arasında da Dünya Bankası Başkanlığına getirildi. İşte McNamara, bu dönemde nüfus planlaması için büyük bir bütçe ayırdı. Yine bugün çok tartışılan isimlerden Bill Gates, 2011 ve 2014 yıllarında yaptığı konuşma ve vermiş olduğu röportajlarda açıkça nüfusun azaltılmasından bahsetti. Yine ABD’nin eski dışişleri bakanlarından Henry Kissinger de dünya nüfusunun fazlalığından yakınan kişilerdendir.

Koronavirüs’ün biyolojik savaş olup olmadığı hususuna gelelim. 1972 yılında Birleşmiş Milletlerin öncülüğünde yapılan Biyolojik Silahlar Sözleşmesi, 1975 yılında yürürlüğe girmiştir. Bu sözleşme çerçevesinde biyolojik ve toksin silahların üretimi ve kullanımı yasaktır. Ancak hemen ilave etmeliyiz ki bunun takibi gerçekten çok zordur. Bugün Çin, ABD, Rusya, Kanada ve İsrail’deki biyogüvenlik seviyesi dört (BSL4) olan laboratuvarlarda kim ne ürettiği ya da hangi virüs üzerinde çalıştığını kontrol etmek mümkün değildir. Bugün Çin’in ısrarla virüsün “doğal” olduğunu vurgulaması, ileride açılacak tazminat davalarını engellemeye dönüktür. Nitekim başta Amerika olmak üzere, bu konuda Çin aleyhine açılmış yüklü miktarda kişisel tazminat davaları bulunmaktadır. Ayrıca Çin’in bu virüsü bilerek üreterek yaydığı kanıtlanırsa, aynı zamanda bu bir savaş nedenidir.

‘Yeni normalde’ dijitalleşme sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz? Tamamen vatandaşların yararına olduğu iddia edilen Aşı, HES Kodu, Çip hakkında ne düşünüyorsunuz? Zorunlu olmalı mı?

Küreselciler dediğimiz parayı kontrol eden oligarklar, başından beri koronavirüsü bir kaldıraç olarak kullandılar. Zira İkinci Dünya Savaşından sonra kurdukları küresel düzenin artık işlevsiz kaldığına inanıyorlar. Bu yüzden Koronavirüsü bahane ederek dünyaya reset atmak istiyorlar. Bunun adına da “The Great Reset”   diyorlar. Yani büyük sıfırlama…

Büyük sıfırlama dedikleri şey, yeni bir küresel düzen kurmak. Bu küresel düzenin ana taşıyıcı unsuru ise dijitalizm. İşte koronavirüs bahane edilerek her ülkede farklı isimlerle anılan yerel dijital sistemlerle insanları takibe aldılar. Bu uygulamalar, ileride dünya genelinde uygulanacak olan dijital takip sisteminin uluslar bazında denenmesiydi. Bakın bugün Avustralya ve Singapur havayolları uçuş öncesi yolculardan “Dijital Sağlık Pasaportu” isteyeceklerini açıkladılar. Ne var bu dijital sağlık Pasaportu içerisinde? Kişinin koronavirüs testi olup olmadığı, aşı yaptırıp yaptırmadığı vs. Aşınız yoksa uçuş yapamayacaksınız. Şimdilik dünya genelinde henüz aşılar zorunlu tutulmasa da, insanları buna mecbur bırakacaklar. Yani devlet kurumlarına giremez iseniz, kendi ülkenizde ulaşım araçlarını kullanamıyorsanız daha önemlisi, uluslararası yolculuk yapamıyorsanız, aşı olmak zorundasınız! Sonra size dalga geçercesine diyorlar ki “tercih sizin”… Bu dijital faşizmdir.

Çip konusu, Koronavirüs süreciyle birlikte daha çok gündeme geldi. Aslında daha önce de bu tür çalışmalar, tartışmalar mevcuttu. Mesela ABD Savunma Bakanlığının 2010 yılından itibaren üzerinde çalıştığı “biyonik asker” projesi var. Yani askerlerin beynine bir iplant yerleştirerek performanslarını artırma projesi… Aynı proje Çin, Rusya ve Fransa’da da mevcut ve çalışmalar devam ediyor. Çip konusundaki şahsi fikrim, elimizdeki akıllı telefonlar zaten birer çip vazifesi görüyor. Ancak çip konusundaki asıl ayrıntı, insanı cep telefonsuz “alıcı-verici” bir nesne haline getirmek istiyorlar. Bunun adı da “sentetik insan”dır.