Öğretim üyesi ve yazar YAKUP YAŞAR ile bir araya geldik. Yazmaya nasıl başladığından, esin kaynaklarından, projelerinden ve kitabı “Olmadı Hiç” üzerine konuştuğumuz röportajımız sizlerle…

Hoş geldiniz. Sizi biraz tanıyabilir miyiz?

Hoş buldum. Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi İngilizce Mütercim ve Tercümanlık Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktayım. Aynı zamanda 2007 yılında başladığım yazarlık serüvenime edebiyata önemli katkılar sunan yazarlardan biri olma gayesiyle devam etmekteyim. Şuana kadar 4 tiyatro oyunu 3 öykü 1 roman ve 1 akademik olmak üzere 9 adet kitabım yayımlandı. Yazarlığın yanı sıra kaleme aldığım oyunları yönetmeye başladım. Yakın zamanda Gitmeyi Beklerken adlı oyunumu üniversitemiz bünyesinde yer alan Sinema ve Tiyatro Topluluğu’muz vasıtasıyla sahneledik. Tabi öncesinde öykülerimden oluşan bir seçkiyi Hayatın İçinden başlığı altında tiyatroya uyarladık ve sahneledik. Son olarak Nisan ayında yayımlanan Öykü ile Ömer ve Mayıs ayında yayımlanan Olmadı Hiç isimli öykü kitaplarımın heyecanı içerisindeyim.  

Akademisyenlik ve Yazarlık mesleklerini eş zamanlı sürdürüyorsunuz. Sadece birini tercih etseydiniz bu hangisi olurdu?

Tabi ki Yazarlık… Neden? Biraz dert yanmak ve akabinde ahkâm kesmek gibi olacak ama içimden geçenleri de söylemem gerek. Akademisyenlik bizim ülkede izzeti ayaklar altına alınan bir meslek haline geldi maalesef. Bu yıllardır böyle. Öğrenciyken çok gıptayla baktığım işin mutfağına girdikten sonra öyle hadiselerle karşılaştım ki iğrendim ve yıldım. Biliyorum kurduğum son cümlenin ne anlama geldiğini bir tek işin mutfağında olanlar anlayacak; lakin şunu söyleyeyim: Birilerinin nüfuzunu kullanarak akademik unvan almak ve yükselmek mümkün; fakat aynı yöntem ile yazar olmak mümkün değil. Yazar olmak için üretmek üretmek üretmek gerekir. Hiç kimse bir başkasının ya da başkalarının başka kriterleri göz önünde bulundurup onaylamasıyla yazar olamaz. Kalemi eline alıp kafa patlatması ve bir eser ortaya koyması lazım. Üretim noktasında mücadele edebildiğim ve iyi bir metin üreticisi olduğumu düşündüğüm için yazarlık akademisyenlikten daha önde benim için.

Yazmaya nasıl başladınız? Sizi teşvik eden birileri oldu mu?

Yazmaya nasıl başladınız? sorusundan önce “Anlatmaya ne zaman başladınız?” sorusunu sormak gerek diye düşünüyorum. Çünkü yazmak anlatmak istenileni aktarma araçlarından biri. Kimi sözlü aktarımı seçer kimi yazmaya yönelir. Ben ilkin sözlü anlatımı seçtim. Çevremde olup bitene farklı bir bakış açısıyla yaklaşıp onu mizahi bir biçimde insanlara aktarırdım. Sonra bir gün bir arkadaşım “Bu anlattıklarını yazsana! Anlatıyorsun güzel de zamanla unutursun. Kalıcı olmasını istiyorsan yaz!” dedi. Anlattıklarımın kalıcı olmasıyla ilgilenmedim doğrusu. Özellikle komedik şekilde aktardıklarımın sadece o an için gülünüp geçilen meseleler olduğunu düşündüm. Fakat arkadaşımın önerisini hayata geçirmek için bir defter aldım ve ufak ufak not tutmaya başladım. Yazarken daha doğrusu yazmaya çalışırken anlattıklarımı yazıya dökmekte güçlük çektiğimi fark ettim. Sözlü aktarımı becerebilen ben yazılı aktarımda içime sinen seviyede yazamıyordum. Resim yapmak gibi… Çok iyi bir resmi hayal edip anlatabilirim; ama onu çizemem. Resmi kâğıda aktarma nasıl bir yetenek ve beceri işiyse yazarlık da öyle bence. Sürekli yazmayla cebelleşirken bazı cümlelerde bu yeteneği içimde taşıdığım düşüncesine kapılıyordum; fakat bunu metnin bütününe aktaramıyordum. Kurduğum güzel cümlelere eşdeğer güzellikte cümleleri kurmak için heybemde yeteri kadar sözcük olmadığını fark ettim. İyi bir pasta yapmak için nasıl bir aşçı güzel ve çeşitli malzemelere gereksinim duyuyorsa iyi bir metin ortaya koymak için de bir yazar heybesinde çeşitli ve anlamlı sözcükler taşımalı. Bunun en önemli yolu okumaktır. İyi bir yazar aynı zamanda iyi bir okur olmalı. Okumadan yazılır mı? Yazılır. Evet; ama bir yerden sonra her cümle tekdüzeleşir; ilerlemez; kendini tekrar eder; yazan kişi tıkanır. Mesele yazmakta değil; mesele iyi bir yazar olmakta. Bunun da en önemli ve etkili yolu okumaktan geçer.  

Yazarken esin kaynağım dediğiniz neler var?

Buna benzer bir soru bir röportajda daha sorulmuştu. Orada da belirttiğim gibi ilham diye bir şey yok. Dertler var. Sizi yazmaya iten dertler… Eğer adına esin kaynağı diyeceksek bu benim için dert ettiğim meseleler olur. Aklıma takılan, içimi sıkan, üzerine düşündüğüm, problem olarak gördüğüm her şey… Zaten dertlenmeyen çevresinde olup bitene kayıtsız kalan insandan iyi bir yazar olmaz. Tarih boyunca edebiyat dünyasına önemli eserler kazandıran yazarlara baktığımızda hepsinin ortak noktasının dönemin sorunları ve iç sıkan meseleleri dert edinmeleri olduğunu görürüz. Hangi konuda yazarsanız yazın içinde bir derdi olmalı metnin. Bir derde odaklanmalı. Onu çözmeye gücü yetmiyorsa bile o konuda farkındalık oluşturmalı.

“Olmadı Hiç” adlı kitabınızda neler anlatıyorsunuz?

Olmadı Hiç birbirinden anlamlı ve duygu yüklü öykülerden oluşan bir kitap. İçerisinde toplamda 16 öykü yer almakta. Her bir öykü kendi içerisinde derdi olan metin özelliği taşımaktadır. Bu yönüyle içime sinen öyküler hepsi. Toplumsal ve politik meselelere parmak basan öykülerde sorunlara ne kadar çözüm ürettiğim tartışılır; ama açık yüreklilikle şunu söyleyebilirim ki hepsi toplumu ilgilendiren meselelerde farkındalık oluşturacak nitelikte… Zaten yazarın toplumu düzeltmek gibi bir görevi yok. Yazar bir konu hakkında okurun düşünmesini ve sorgulamasını sağlayabilirse hedefine ulaşmış demektir. Düşünme ve sorgulama başladığında düzelme de kendiliğinden gelir.     

 “Olmadı Hiç” ile vermek istediğiniz mesajlar neler?

Yazmaya başladığım ilk günden bu yana güzel bir toplumun hayalini kuruyorum. Düşünen, sorgulayan, sorun üreten değil sorun çözen, çözüme katkı sunan insanların yer aldığı bir toplumun… Kimilerine ütopik, kimilerine gülünç gelebilir bu dediklerim. Esasen böyle bir şeyin gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu düşünenler hiçbir şey yapmayanlardır. Bu hiçbir şey yapmayanlar o kadar konforuna düşkündür ki küçücük de olsa iyi bir şey yapmaya erinirler; ama her şeyi herkesi eleştirirler. Konforlarını terk etsin istiyorum insanlar. Öğrenmek için çalışsın. Öğrensin. Bilmenin peşine düşsün. Bilsin acı çeksin. Dertlensin. Gözlerini kapadığında gözlerinin önünde olanlar sanki hiç olmuyormuş gibi davranmayı bir kenara bıraksın. Pablo Neruda’nın bir şiirinde dediği gibi “Bilmek acı çekmektir.” Doğru. Neruda bu sözü bilgiden uzak kalalım diye değil acı çekelim acı çekmeyi ilke edinelim diye söylemiştir. Özellikle kendi bedenimizde duyumsamadığımız acıları çekelim diye… Başka bedenlere yüklenen acıya kendi ruhumuzda paydaşlık edelim diye… Çünkü acı duyan tepki verir; acı duyan acı dinsin diye çabalar; çözüm arar; acıdan kurtulmanın çözüm yolu düşünmekten geçer; düşünen sorgular; sorgulayan kendisinin dışında kalanların da acısı dindiğinde içindeki acının dineceğini anlar. Anlayan insan güzel insandır. Anlayan insanların yer aldığı toplum güzel bir toplum olur. 

Kitabınız için neden bu ismi seçtiniz?

“Olmadı Hiç” kitapta yer alan öykülerden birinin başlığı. İlk defa bütünüyle olumsuzlama tekniğiyle bir öykü yazdım. Edebiyatta olumsuzlama yöntemiyle yazılan öykü yok diye biliyorum. En azından ben rastlamadım. Olan her şeyi hiçbir şey olmamış gibi anlatma tekniği de denebilir. Bu öyküyü farklı ve özgün bir anlatım tarzı ile yazdığım için ve ilgili başlık vurgu değiştiğinde birkaç anlama geldiği için seçtim.

Edebiyat dünyasında örnek aldığınız yazarlar var mı?

Gene önceki bir röportajımda buna benzer bir soruya yanıt olarak söylediğim gibi örnek aldığım yazarlar Beckett, Kafka ve Dostoyevksi. Her üç yazarı farklı farklı özelliklerinden ötürü örnek alıyorum. Adı geçen yazarlara bir yenisini eklemek istiyorum. Yakın zamanda İspanyol yazar Miguel de Unamuno’nun Sis romanını okudum ve çok etkilendim. Yazarın ironik dili, alaycılığı, ciddiyet ile mizahı harmanlama becerisi benim de kalemime katkı sunacak detayları içeriyor. Hepsinden öte romanın sonlarına doğru tüm sis dağılacak sandığım anda beni okur olarak kurguyla gerçeğin kesiştiği yerde öylece yalnız bıraktı yazar. Zihnen hala o yerdeyim. Roman bitti; fakat ben oradan ayrılamadım. Benim de hedeflediğim bir roman sonlandırma yöntemi bu. Geçen senenin başında yayımlanan Gerçek Sanrı başlıklı romanımda örneğin, okur her şeyin son bulduğunu düşündüğü anda aslında hiçbir şeyin bitmediği aksine yeniden başladığı yerde öylece kalakalır. Roman kâğıt üzerinde bitse de gerçekte devam eder. Romanın sonuna ulaşan okur gerçekle kurgunun kesiştiği yerde yapayalnız kalır ve kendine şu soruyu sorar: Gerçek ne? Ben de Unamuno’nun Sis’inde aynı soruyu sorarken buldum kendimi.

Çalışmalarını yürüttüğünüz projelerinizi anlatır mısınız?

Yaklaşık bir buçuk yıldır “İzler Sır Gizler; Talihli Cem” başlıklı yeni romanımın yazımıyla uğraşıyorum. İç içe geçmiş iki roman da denebilir. Kurgu içinde kurgu tekniğiyle yazmakta olduğum romanın büyük kısmı bitti. Bir süredir okuma ve derinleştirme çalışmaları yapıyorum. Kıymetli yazarların önemli metinlerinin yayımlandığı www.besincisanat.com adlı edebiyat ve sanat sitesi için de yeni öyküler yazma düşüncesindeyim. Bunların yanı sıra yakın zamanda Hiçkimseler adlı absürt tiyatro türünde bir oyunun yazımını bitirdim. Bu oyunu önümüzdeki güz sahnelemek için çalışmalara başladık. Ayrıca Beyaz Altlı Prens başlıklı bir çocuk oyununu yazmayla uğraşıyorum. Önümüzdeki yıl sömestrde sahneleme niyetindeyim. 

Son olarak neler söylemek istersiniz?

Son olarak gazetenizde bana yer ayırdığınız için sizlere ve gazete yönetimine teşekkür ederim. İlgilenenler için aktif olarak kullandığım @yakupyasar11 adlı instagram hesabımdan da bahsetmek istiyorum. Sayfamda yürüttüğüm projeler üzerine duyurularımı yapmanın yanı sıra özgün birkaç tipleme ile oyunculukla ilgili paylaşımlarda da bulunuyorum. İlgi duyan okurlar sayfamı takip ederlerse mutlu olurum. Teşekkür ederim tekrardan.